Batıda iyice çığırından çıkmakta olan, Batı’nın ilkelliğini haykıran İslamofobi yahut Türkofobi yani mânâsız Türk Düşmanlığı, anlayanlar için çok mühim bir konuyu ifâde etmektedir. İslâm Düşmanlığı şeklinde başlayan, uygar bir toplum için gerçekten yüz karası bu ilkel, vahşî hareket, kısa zamanda gerçek yüzünü gösterdi, maske, uzun zaman duramadı ve düştü: İslâm Düşmanlığı:Türk Düşmanlığı demektir,
Batılı için İslâm:Türk demektir, Türk de İslâm demektir. Sebebi çok açıktır: Son 1000 yıl, insanlığın, milletlerin günümüzdeki durumuna gelmesiyle sonuçlanan vetire(süreç)dir ve bu bin yılda İslâmı Türkler temsil etmiştir. Öyle ki, bir Avrupalı (Amerika onun uzantısı) İsfahan veya Fas’ta İslâma girse, Müslüman olsa, ona, Türk oldu derlerdi (Bernard Lewis, The Emergence of Modern Turkey, {London 1968} p. 13.)
Tuğrul Bey Bağdad’daki Abbâsî Halîfesini Bûyî’lerin baskısısından kurtardı, Halîfenin atını yederek büyük bir edeb sergiledi. Sırası gelmişken belirtelim: Abbâsî Halifesinin ‘’Adudud Devlet (Devlet’in bâzûsu) ünvânını verdiği Tuğrul Beyin 1055 yılında orada yapılan düğününde Harmandallı aşîreti zeybek oynadı. Aydın’da harmandalı zeybeği oynayan çocuklara, gençlere ve yaşlı delikanlılara selâm olsun!
Sultân Alparslan, 1071 yılında, Malazgirt’te Cuma günkü savaşı, bilerek, isteyerek öğle vaktine kadar geciktirdi, Cuma namazı vaktinde Müslümanların yapacağı duâların desteğinde yaptı.
Orhan Gazi’nin işi, “kefereyi kam’ ve Müslümanları cem’ (kâfirkeri kahretmek, Müslümanları bir araya getirmek) idi. Şeyh Edebalı Hazretlerinin tutturduğu maya Osmanlı Devleti’ni daha bir asır geçmeden çok yüksek bir seviyeye taşımıştı: Refah yaygındı, Müslümanlar, zekâtlarını verecekleri fakîr bulmakta güçlük çekiyorlardı. (Neşrî, Kitâb-ı Cihân-Nümâ, TTK neşri, 1949, s.186.)
Yâni, 650 yıl önce, günümüz Amerika’sından, İngiltere’sinden, Fransa’sından çok daha iyi durumda idik.
Fâtih devrinde, âsâyiş öyle yerleşmişti ki, “bir kadın, üzerinde külliyetli mikdarda altınla bir iki günlük yola yalnız başına gitse, başına hiçbir şey gelmeden geri döneceğinden kimse şüphe etmezdi” (Neşrî, age.,c.II, s. 838-840)
Kanûnî Sultân Süleyman’ın torunu Üçüncü Murad devrinde, 1588 yılında, İngiltere Kraliçesi Elizabeth, ülkesini işgal etmeğe hazırlanan İspanya’ya karşı, Osmanlı Devleti’nden, Akdenize 60 – 70 gemi göndermesini istirhâm ediyor, Sultân Murâd da ona, itaatta devam etmesini bildiriyordu. (Siz dahî südde-i sa‘âdetime itâat ü inkıyâdda sâbit kadem olasınız/mutluluk kaynağı kapıma boyun eğme ve uymada devâm edesiniz’ diyor ve yardım sözü veriyordu.) (1588 yılında İngiltere’nin İspanyol Armadasının hücumuyla istilâ ve işgal girişiminden kurtuluşunda Osmanlı etkisinin incelenmesi, araştırıcıları bekliyor.)
Mîlâdî 16. Yüzyıl, Türk Asrı olarak kabûl edilir.
Derken devrân değişti, Yeniçeri Ağası, vefât eden yeniçerilerin ulûfelerini iptâl edeceği yerde, sattı, alanlar, bunu yatırım olarak gördüler, merkez ordusunda bozukluk başladı, tımarlar da bozuldu, tımar sâhipleri görevlerini yerine getirmediler, bâzıları, Beylerbeyine rüşvet vererek sefere katılmadı, rüşvet belâsı yüzünden Çar Petro Prut’ta mahvolmaktan kurtuldu. Bu iç sebeplerin yanında, bir de Avrupalı emperyalistlerin yeryüzünün her tarafına giderek pek çok yeri sömürgeleştirmeleri, böylece zenginleşmeleri, yaptıkları sanayi atılımları gibi dış sebepler de eklenince, 18. Yüzyıla kadar Avrupalı’ya, “insanın hayvana baktığı gibi” bakan Osmanlı, harp meydanlarında bozguna da uğrayınca, çok şaşırdı, paniğe kapıldı, ne yapacağını bilemedi. Kavalalı’nın kuvvetleri, Osmanlı kuvvetlerini üstüste yenip İbrahim Paşa Kütahya’ya kadar geldi. Avrupa’nın desteğine ihtiyaç vardı. (Mahmûd Celâleddîn Paşa, Mir’ât-ı Hakîkat, İstanbul 1326, c.I, s. 7.)
Topraklarında güneş batmayan imparatorluğun sâhibi İngiltere kendi adamı ve mason Mustafa Reşid Paşa’nın gizli görüşmelerle ikna ettiği 16 yaşındaki Sultan Abdülmecid’e ilân ettirdiği Tanzîmat (1839) Fermânı ile Müslüman toplumun omurgasını kırdı, ikinci darbe 1856 İslahat’la geldi, gâvura gâvur demek yasak edildi, kâfirler Müslümanla aynı duruma (gerçekte daha üst duruma) getirildi. Tanzimat aydınını durumunu, rahmetli Cemil Meriç çok güzel ifâde ediyor : aldanmak ve aldatmak. Aslında ‘duruş kaybı’na uğramıştık.
Kendi dinamiklerimizle bir hamle yapmamız gerekirken (buna izin vermezlerdi) sathî taklitçilikle vakit geçirerek kendinizi avutageldik. Sekiz-dokuz nesildir böyle bir anlayış zemininde statüko teşekkül etti. Son birkaç yıldır yetersiz de olsa (statükonun fincancı katırlarının ürkmemesi için olmalı) kendimize gelmemiz yolunda yapılmakta olanlar, statüko ürünü diplomalılarca ‘gericilik’ olarak algılanmaktadır.
Avrupa’da hortlayan ırkçılık ve Türk düşmanlığı, Türkleri, ister istemez kendi kimliklerini sorgulamağa, irdelemeğe yönlendirmektedir. Olayların böyle gelişmesi, bir determenizm olgusunu açığa vurmaktadır; Cenâb-ı Hak, olayları öyle düzenliyor ki, artık ‘kendine dönme’ vakti gelmiş olan Türk Milleti’nin, hiçbir şey yapmasına gerek kalmadan, yol kendiliğinden döşeniyor: gâvurlar bu işte yardımcı oluyor. Bu olay, aynı zamanda, gençlerimiz arasında yayılmağa başlamış olan Deizm akımının iflâsın haykırmaktadır: Tanrı, kenara çekilip seyretmiyor, olayları yönlendiriyor! Biraz düşünmek zahmetine katlanan bir kafa, bunu, rahatça görür.
Kısacası: İstediğiniz kadar ‘Avrupa’lı, Batı’lı olacağım’ diye İslâmdan vazgeçin, Ezân’dan rahatsız olun, topraktan kazıp kazıp putatapıcı Roma kalıntılarını çıkarın, antik Yunan’dan kalma, büyük meblâğlar harcayarak kullanılır hâle getirdiğiniz ören yerlerindeki tiyatrolarda konserler verin, uydurma Meryem Ana Kilisesi için arâziler tahsis edin, uydurma Noel Baba maskaralıklarını Antalya Demre’de sergileyin, çok büyük meblâğlar sarfederek dağın böğründeki, 25 kıvrımlı yolla çıkılan Sümela Manastırını yeniden inşâ edin, Yılbaşında en zenginlerinizden ve medya patronlarından bazıları Taksimdeki kilisede âyine katılsın, içinizden bazı diplomalılarınız, İslâmî konularda, ‘Arap kültürünü benimsemek’ diye şaşkınlığını itiraf etsin, Tanzîmattanberi, pek çok özelliğinizi değiştirerek Avrupalı’ya assimile olun, faydası yoktur!
Siz, Avrupalı’nın, Batılı’nın gözünde, Türk/Müslümansınız! Nokta.
Kendini Müslüman olarak tanımlayan, İslâmın gereklerini şu veya bu ölçüde terine getirenler neyse… onlar, olanları ibretle seyrede dursuınlar, Batı kültürünü, hayat tarzını benimsemiş, İslâma bigâne hâle gelmiş diplomalılar zümresinin durumu çok zor: kendilerini Avrupalı’ya nasıl isbât edecekler? ‘Yanlış yapıyosunuz, biz sizdeniz, siz olmağa çalışıyoruz’mu diyecekler, yoksa; ‘ben, gerçekte kimim? Tarih içindeki kimliğim nedir?’ sorularını kendilerine sorma erdemini, cesâretini gösterecekler mi? Avrupa’nın bu tavrı, uyanmalarına vesîle olabilecek mi? Yoksa, yıllar önce yayımlanan bir karikatürdeki Arap liderleri gibi mi davranacaklar; karikatürde 2 kare vardı: ilk karede ateş kusan İsrâil topları, ikinci karede, sıralanmış Arap hükümdarlar ve havada musikî notaları; top gürültüleri hükümdarların kulaklarına musiki nağmeleri gibi geliyordu!
Not: 1
Türkçenin lehçeleri arasındaki kopukluğun kısa zamanda giderilmesi, bağın doğru, kalıcı bir şekilde yerleştirilmesi gerekmektedir. 08.11.2020 sabahı Ortaokul Türkçe dersini tv den veren hanım öğretmen, gerçekten çok güzel bir anlatımla kol kelimesinin kullanılışlarını veriyordu: koltuk, koltuk değneği, oturulacak koltuk, kollamak, az kullanılan kolcu kelimelerini anlattı. Sıra ‘karakol’a gelince, (meselâ Özbek lehçesindeki ‘karav/karamak : bakmak’ Türkiye’de öğretilmediği için, ders kitabını yazanlar da, bu ‘kara’ kelimesinin yalnızca ‘siyah’ ve ‘yeryüzü’ (deniz değil de, kara) anlamını bildiklerinden, ‘karakol’u, ‘kara’yı korumak, kollamak olarak anlıyorlardı) ‘karakol’a, öyle anlam verdi. Oysa, günümüzde de Özbek Türkçesinde, ‘bekçi’, ‘koruyucu’ için ‘karavul’ (bakan, gözetleyen, kollayan) kelimesi kullanılmaktadır. Birkaç yıl önce de, bir güvenlik yetkilisinin, ‘karakol’u, ‘penbe kol’ yaptığı görülmüştü. Oysa, Anadolu Türkçesinde, ileri karakol, ‘ileriye keşif için gönderilen birlik’ anlamında hâlâ kullanılmaktadır.
Bazı liselerimizde ‘seçmeli ders’ olarak bir Türk lehçesinin okutulduğunu sanıyorum. Türkçenin lehçeleri konusunun daha geniş olarak öğretimde yer tutmasının gerekliği ortadadır. Bakarsınız, ileride, lehçelerimizi birbirine yakınlaştıracak, daha sonra da ortak bir dil/lehçeyi kuracak olan Türkbilimciler, bugünün orta öğretimdeki öğrencilerin arasından çıkar.
Not:2
Bir süt işleme ticârethânesinde, çalışanlardan biri, seviyesine uygun olarak, paketlenecek sütlerin bulunduğu kabın içine girerek süt banyosu yapmış. Yaptığı mide bulandırıcı, tiksindirici eylemi, marifetmiş gibi, yine kendi seviyesindeki arkadaşı video çekimi yapıp yakın arkadaşlarına göndermiş de, onlar bunu açığa vurup yaymışlar; yoksa, bu ikilinin kötü bir niyetleri yokmuş!
Peki ceza? Para cezası ve işletmenin kapatılması. İşletme sâhibinin bu işte dahli?
O para cezâsını ödeyeyecek olan şaşkın, başka bir işletmede yine bekçilik bulabilir; ‘böyle birini işe almam!’ bilincinde kaç iş insanı vardır?
Öyle yapılacağına veya, bu cezânın yanında, medyanın özendirdiği, bâzı oyunculara benzemek için (benzeyeceğinden beter olası!) insanların içeceği sütün içinde banyo yapan bu orijinal(!) buluşlu kişi, bulunduğu yerleşim yerinin en büyük meydanında, herkesin göreceği şekilde, falakaya yıkılıp tabanları bir güzel okşansa (akupunktur noktalarına dokunacağı için, sağlığı için de faydalıdır) iyi olmaz mı idi? (O işletmenin sütlerinden içenlerin bu konudaki görüşleri mühimdir.) Singapur’da kırbaç cezası yürürlüktedir; şımarık bir Amerikalı velede, Amerikan yetkililerinin bütün engel olma çabalarına rağmen birkaç yıl önce uygulanmıştı.)
08.11.2020