Bir dil için en iyi durum, yazıldığı gibi okunması ve okunduğu gibi yazılmasıdır.
Peki, Türkçemiz için durum böyle midir? Avrupa dillerinden giren kelimelerde pek güçlük yoktur ama, bin yıldır kullandığımız kelimelerin doğru söylenişi için zorluklar vardır. Yüksek öğrenim mezunlarından bâzılarının bile, ‘dünyâ’ kelimesindeki ikinci heceyi ‘dünya’ diye kısa söylemesi, ‘inşâ’ sözünü ‘inşa’ diye telâffuz etmesi çokça görülmektedir.
‘Şahit’ yazarsınız, ‘şâhit’ diye okursunuz; çünkü doğru telâffuz öyledir (‘şâhid sözü, dilimizde ‘şâhit’ olarak söylenmektedir). ‘Şehîd’ kelimesini, ‘şehit’ diye yazmak zorunda kalırsınız. ‘Macera’ diye yazarsınız, ‘mâcerâ’ diye okursunuz; yâni, iş duyuma kalır.
‘İkamet’ diye yazmak zorunda olduğunuz (çünkü, imlâ kaidelerini kuranlar, öyle buyurmuştur) ‘ikaamet’ kelimesini, ‘^’ işâreti, hem uzatma, hem de inceltme için kullanıldığından, birçoğu, daha çok yeni yetmeler k harfini incelterek ‘ikâmet’ diye söyler. Bu kelimenin sonuna -gâh eklenince, pek çok kişi ‘ikaametgâh’ kelimesini ‘ikâmetgâh’ diye, k harfini incelterek söyler. Siz, ‘ikaametgâh’ diye doğru telâffuz ettiğinizde, k harfini kalın söylediğiniz için, birçoğunun gözünde ‘kaba’ telâffuzlu olursunuz.
Geçmişte devletin en yüksek noktasına gelmiş akademik ünvanlı bir zâtın ağzında ‘meclis’ kelimesi ‘meclîs’ olabiliyor. Televizyon kanallarında sıkça gördüğümüz, sözlerini, aşırı el-kol işâretleriyle güçlendiren prof ünvanlı zâtın, ‘tarîkat’ kelimesini ‘târikat’ diye söylemesi, ‘imlâ kuralları’nı yazanların gayr-i makbûl gayretlerinin neticesidir.
Öyle görünüyor ki, bu sakat imlâ dayatmasının altında, Arapça ve Farsçadan girmiş olup bin yıldır benimseyerek kullandığımız, artık ‘bizim’ öz malımız, kültürümüzün ayrılmaz parçası olmuş kelimelerin ‘doğru söylenişini önlemek’ hin oğlu hinliği yatmaktadır; tabiî, ‘çağdaşlık’, ‘ilericilik’ adına dilimize böyle kasdedilmektedir. Bu, yürürlükteki ‘imlâ klavuzu’nu yazmış olanların, Arapça ve
Farsça’ya karşı özel bir antipatisi olduğu anlaşılıyor. Avrupa’lı aydın, bildiği Latince ve eski Yunanca dilleriyle iftihâr eder, bu dillere olan âşinâlığından dolayı öğünç duyar; çünkü bu diller, onun kültürünün mayasındaki temel
unsurlardır. Târihimizi, geçmişimizi inkâr edemeyeceğinize göre, (kara kuvvetlerimizin, Milâttan Önce, Mete Han tarafından kurulduğunu, ordumuzun
2000 yıldan fazla geçmişi olduğunu öğünerek belirttiğimize göre), yirmi yüzyıldan fazla zaman içinde dilimizin asıl unsuru olmuş kelimelere, şu veya bu dilden gelmiş diye düşman olmamız gerekmez; ‘su’ kelimesinin Çin dilinden geldiği belirtiliyor: ‘doğudan gelmiş’ diye atalım m? ‘water’ dersek çağdaş mı olacağız?
Âzerbaycan’daki kardeşlerimiz, daha akıllıca davrandılar, lehçelerine uygun şekilde harfler aldılar. Sözgelimi, ‘açık e’ ve ‘kapalı e’ var alfabelerinde.
Kırımlılar, ‘kalın k’ için ‘q’ harfini benimsediler. Bizde, bu iş o kadar üstünkörü yapılmış ki, klasik Türkçe’de ‘gice’ şeklinde yazılan kelimedeki ‘g’ harfinden sonraki harf için ‘kapalı e’ almak bile düşünülmemiş.
Dil, bir millet için en değerli varlıkların başında gelir ve dilin fonetik olması, gelişmişliği, üstün seviyeyi gösterir. Türkiye Türkçesi’nin bu sakat imlâ kaidelerinden kurtarılmasının zamanı çoktaaaan gelmiştir.
Not:
Bu yazı, ‘düşünmekten korkmayanlar’ için yazılmıştır.
Slogan tekrarlayıp düşündüğünü sananlar, okumasa da olur.
15.11.2020