Sayın Sağlık Bakanı’nın COVID-19 vaka/hasta sayıları konusundaki değerlendirmeleri, ilan edilen vaka/hasta sayıları, sayılara oluşan güvensizlik, bazı bilim kurulu üyelerinin bile farklı açıklamaları ve ardından gelen tartışmalar, Türkiye’de siyasi ve idari iradeye güvensizlik sorununu tipik biçimde yaşanan örneği ile ortaya çıkardı.
Başka örnekleri de var. Örneğin biz, siyasi liderlerimizin neden hastalandığını, neden tedavi olduğunu, durumlarının nereye gideceğini bilmeyiz, muhtemelen çeşitli kaygılarla açıklanmaz. Halbuki, biz, ülkemizin siyasi sistemini, iftahârla “demokrasi” olarak niteler, hatta, yeri geldi mi Orta Doğu, Asya ve Afrika’da tek demokratik ülke olduğumuzu savunuruz.
Peki, bu nasıl bir demokrasi ki yaşananlar -çeşitli gerekçelerle- halka olduğu gibi yansıtılmıyor?
Demek ki ya “demokrasi”de bir sıkıntı var ya da bizde sıkıntılar var.
Yani ya “demokrasi” demokrasi değil, ya da bizimki başka türlü demokrasi.
Zor bir soru!
Ama cevabı, bir medeniyete değer.
….
Demokrasi, Batılı hayat tarzının gereği olan siyasi rejimdir. Demokrasi, Batı medeniyeti tarafından, Fransız Devrimi’ni takiben büyük zorlukları aşarak aşama aşama geliştirildi.
Kapitalist ekonomik yapının sürdürülebilmesi için, topluma sunulan siyasi ve idari yapının da buna uygun olması, toplumu oluşturan vatandaşlar tarafından siyasi sistemin benimsenmesi ve içselleştirilmesi gerekir. Batı tipi demokrasi tam da bu işlevi görür.
Ekonomik olarak “sürdürülebilir kapitalist model”, siyasi-idari olarak “demokrasi”.
20.YY’da kendi içinde sosyal anlamda ciddi yapısal ve işlevsel sorunlar yaşayan kapitalizm, 21.YY’a girerken, varlığını geliştirerek sürdürebilmek için köken aldığı toplumlarda orta ve alt sınıfın ekonomik ve sosyal düzeyinin, refahının güçlendirilmesine önem verirken (sürdürülebilir kapitalizm), demokrasisini de daha rafine hale getirdi.
Bu haliyle batı tipi demokrasiler, önemli değerler üzerine oturur: İnsan hakları, eşitlik, adalet, şeffaflık, katılımcılık, ortaklaşa karar alma, özgürlük…
Batılı toplum, bu idealize değerleri imrenilecek düzeyde yaşar.
Ancak tam da burada kritik bir husus vardır. O da şudur:
Batılı toplum, söz konusu değerleri yönlendirildiği boyutta yaşar. Yani o değerleri kültürü içinde geliştirmez, yönlendirileni, verileni yaşar. Örneğin Trump veya Boris Johnson hasta olduğunda hemen ve ne kadar ciddiyse şeffaf bir biçimde duyurulur. Krallar yargılanabilir, ciddi cezalar alabilir. Ama Prenses Diana nasıl öldü o asla bilinemez. Buna yönlendirilebilir boyutta yaşayan ve yaşanan toplumsal değerler diyebiliriz.
Biraz daha derinden bir yorumla “insanların bu değerleri yaşamasındaki maksat insani değil, sürdürülebilir modelin devamına yöneliktir.”
Toplum ekonomik olarak daha refah içinde ve sosyal olarak da insan beklentilerine daha uygun biçimde yaşar, bu arada kapitalist model de egemenliğini ve gelişimini doğduğu toplumlarda sürdürür.
….
Batı dışında, dünyanın geri kalanında üç tür ekonomik model ve bu modellerle ilişkili üç tür siyasi-idari yapılanma vardır. Bu durum bazı coğrafyalarda Batı’nın tercihi olarak bazı coğrafyalarda da ona direnç gösterebilmek, hatta baş edebilmek için oluşturulmuştur.
Bir örnek Çin ve Rusya’dır. Bu ülkelerde ekonomi kapitalist modelin ticari ilişki ve kurumsal yapıları içinde gelişir ve işletilir, ama sermaye devlet tarafından kontrol edilir. Bu nedenle otoriter siyasi – idari yapılardır. Bu ülkeler demokrasiyi siyaseten bile konu etmezler.
İkinci grup, Batı’yı model alıp, değişerek gelişmeye çalışan, gelişmekte olan ülke statüsünde olan, az ya da çok kısmen sömürge ilişkilerinin devam ettirildiği/ettirilmeye çalışıldığı ülkelerdir. Bunun güzel örneklerinden birisi Türkiye ’dir*. Türkiye’de- yaşayarak görüyoruz- ekonomik ilişkiler yapısal ve işlevsel olarak zorunlu biçimde batı kapitalizmine bağlı şekilde işler.
Sermaye, önceleri kamu ve özel kuruluşlar tarafından kontrol edilirken (karma ekonomi), zamanla kamunun sermayeden çekilmesi sağlanır, sermaye Batı (emperyalizm) ile işbirlikçi burjuvazinin sahipliğinde toplanır. Bu tür ülkelerde burjuvazi Batı ile işbirliği halinde ve tabii ona bağlı olarak oluşturulduğu için milli değildir; “işbirlikçi burjuvazi”.
Batılı ülkelerde burjuvazi millidir. Örneğin İngiliz burjuvazisi, daima içinden geldiği Batı medeniyetini, inanç sistemini ve İngiliz kültürünü, Fransa burjuvazisi de daima içinden geldiği Batı medeniyetini, inanç sistemini ve Fransız kültürünü öne çıkarır. Çünkü kapitalizm ve demokrasi zaten bu dünya görüşünde oluştuğundan, millîdeğerlerini olabildiğince yüksek ve canlı tutmakta sürdürülebilir kapitalist model için yarar görürler. Bizde ise burjuvazi işbirlikçidir, tarihsel ve kültürel kökeni yoktur, varlığının gerekçesi menfaâtdir. Bulundukları ülkelerdeki millî kültür onların kapitalist-emperyalist ilişkileri için risktir. Nitekim bu ülkelerde milliyetçilik antiemperyalist bir tavır içindedir.
Yani iki toplumun burjuvazisi arasında ontolojik ve dolayısıyla işlevsel bir farklılık vardır.
Milli burjuvazinin kapitalist gelişimi sağladığı ülkeler emperyalist bir tavır içimdedir. İşbirlikçi burjuvazinin hakim olduğu ülkeler ise sömürge/kısmen sömürge ülkeler halindedir. Bu tür ülkelerde demokrasi hedef olarak gösterilir; “demokrasi” ve “demokrat” büyülü kelimeler olarak işlenir. Demokratik değerler tüm partilerin ve sivil toplum kuruluşlarının vaz geçilmez ilkeleri olarak sunulur. Hatta, öyle ki demokrasi ile uzaktan yakından ilgisi olmayan, bu nedenle Batılı toplumlarda ciddi fikir kuruluşları olan ülkemizdeki her renkten taşeron sol** dahi kendini demokrat olarak sunar.
Kısmen sömürge ülkelerde, toplumun önemli kısmı -orta ve orta alt sınıf -kültürel olarak içinden geldiği o topluma özgü medeniyetin temel değerlerinden az ya da çok ölçüde etkilenmiş halde yaşadığından, serbest seçimler ve siyasal iktidar her zaman işbirlikçi burjuvazi için risk oluşturur. Bu nedenle demokrasi bu toplumlarda Batılı toplumlar kadar olgun biçimde yaşatılmaz. Örneğin partilerde lider değişimleri pek mümkün olmaz, idare yeterince şeffaf değildir, adalet kontrol edilebilir, bilime müdahaleler yapılır, siyasal idare erklerin tümünü kontrol edebilir, partiler, meclis, seçim hep vardır ama irade tek kişi ya da çok dar bir grubun elindedir.
Bu ülkelerde, önemli sivil toplum kuruluşlarında da yönlendirilmeli bir kontrol yaşandığı söylenir. Örneğin tabiplerin birliği, avukatların baroları yarı resmi yarı sivil kuruluşların işbirlikçi burjuvazinin -emperyalizmin- aparatları olduğu, bu görevleri itibariyle daima dar, ülkeye özgü sol -gerçek Marxist Leninist sol değil- ve etnik/bölücü renkte bir marjinal-siyasi grup tarafından kontrol ve idare edildikleri görülür. Temsil ettikleri camianın özlük hakları veya mesleki gelişiminden ziyade, işbirlikçi burjuvazinin hayatiyeti için beşinci kol şeklinde siyasi dinamizm gösterirler. Bu kuruluşlarda idari olarak hakim olan bölücü terör örgütünün ABD ile, aşırı etnikçi sol grupların Almanya ve Fransa ile olan ilişkileri tipiktir.
Üçüncü tür ekonomik ve siyasi yapıya sahip ülkeler zaten sömürge ülkelerdir. Bunlar için siyasi ve idari bir sistemden bahis bile edilemez. Bağlı oldukları emperyalist yapının güdümünde idari yapıları olur. Örneğin Gana, Mali, Tanzanya… Özel bir Frank kullanan, kullandıkları paranın karşılığını Fransa’da tutan, para akışını ve değerini Fransa’nın belirlediği Afrika ülkeleri gibi. Buralarda zaten demokratik değer tartışması olmaz.
…..
Netice olarak şunları ifade etmek mümkündür:
Türkiye gibi, kendi medeniyet çevresini terk etme yoluyla batılılaşmaya çalışan, batılı kapitalist ilişkilere girişmiş, teknolojik anlamda gelişmekte olan, ancak işlevsel olarak kısmi sömürge durumundaki ülkelerde batılı tip demokrasiler ideal değerlere sahip yapılanmalar olarak gösterilirler. Ancak bir türlü Batıda yaşanan demokrasilerin sahip olduğu şeffaflığa, dürüstlüğe, açıklığa, söz hakkına, özgürlüğe sahip olamazlar, demokrasinin değerlerini oralarda yaşandığı biçimde yaşatmayı beceremezler. İşbirlikçi burjuvazi, kendi güvenliği anlamında o topluma ait tarihsel kültürel değerleri ve önceki medeniyet çerçevesini varlığı için ağır risk gördüğünden, hem siyasi hem sivil toplumsal kuruluşlar açısından daima kontrollü bir demokratik model sürsün ister…
Sonuçta ABD vatandaşı Trump’ın COVID-19 olduğunu ve ne durumda olduğunu duyar, biz ise devlet büyüklerimizin yıllardır geçirdiği hastalık ve ameliyatlarının aslını asla doğru olarak öğrenemeyiz. İngiltere, Fransa, Almanya günlük tanı koyduğu COVID-19 vaka sayısını eğip-bükmeden açıklarken, biz vaka mı / hasta mı, kayıt mı / tahmin mi tartışır dururuz. Almanya’da tabipler birliği sıkı mı bölücü siyaset yapsın. Ama Türkiye’de en alasını yapar.
Acaba batılı ekonomik işlevler ve batı kaynaklı demokrasi ile aramızda yapısal bir uyumsuzluk mu var? Bir türlü olmuyor mu?
Biz, bize ait olan, binlerce yıllık kültürel ve medeni müktesebattan, kısaca yaşayan varlık anlayışımız ve onun yaşanması ile oluşan “Töre”mizden modeller çıkaramaz mıyız?
Felsefi, bilimsel, evrensel, mavi-yeşil Türk milliyetçiliği, ona kaynak veren Türk müslümanlığı…
Sayın Cahit Günaydın daima hatırlatıyor:
Koni, Uz, Töz, Kişi… Adalet, Faydalılık, Eşitlik ve İnsanlık…
Yola çıkmak için neyimiz eksik ki?
Notlar:
*Türkiye’nin bölgesel güç olduğu savıyla kısmi sömürge nitelemesine karşı çıkacak arkadaşlar olabilir. Onların bu karşı çıkmalarında bir parça haklılık da olabilir. Ama burada ölçü bir ülkenin bölge ve dünya politikasında istediklerini elde etme, yarı yolda kalmama gücü, para değerini kontrol edebilmesi, ekonomik baskıya ekonomik ve siyasi olarak direnebilme yeteneği ölçüttür.
**Bu noktada bir açıklama yapmak gerekir: Batılı ülkelerdeki muhalif gruplar, örneğin Yeşiller, İşçi Partisi, sosyal demokratlar, sosyalistler bizdeki manâda sol değildir. Oradaki yapılar kapitalist ve demokratik sistem içinde millî, ülkesine ve milletine saygı gösteren, ülke bağımsızlığı ve bütünlüğüne taraf, güdümsüz yapılardır, terörle de alakaları yoktur. Bizdeki sol ise işbirlikçi burjuvazinin siyasî ve kültürel manüplasyon aracıdır, ülke bağımsızlığına ve bütünlüğüne karşıdır, terörle iç içedir.