Sorumluluk, Özgürlük ve Dua Üçlemesinde Kader Kavramı

“Kendini bilmek ‘kendi aklını kendisi kullanmak’ sadece cesaret değil; iffet, onur, samimiyet, vicdan, sorumluluk, özgürlük ve adalet meselesidir. 

Kendisi olamayan, başka hayatlarda var olmaya çalışanlar, kendini kandırmaktan ve yanlışları meşrulaştırmaktan kurtulamazlar.”

Prof. Dr. Hasan Onat (Rahmetlerle)

 

Günümüz Müslümanlarının en önemli problemlerinden birisi de insanların doğuştan ne olacağının daha baştan belirlendiği ve başına gelen musibetlerin bir kitapta yazılmış olduğu düşüncesine ve inancına dayanan katı bir kadercilik anlayışıdır. İnsanı, yaratılmasından itibaren ölümüne kadar ne olacağı/ne yapacağı belli olan, yazılımına göre hareket eden kurgulanmış bir robot olarak kabul eden bu anlayış ve düşünce; insanın aklına, sorumluluklarına, boşuna yaratılmadığına vurgu yapan pek çok Kur’an ayetine terstir. Hatta bu anlayıştaki insanlar tarafından, insanın daha dünyaya gelmeden önce ahiret hayatındaki ebedi mekânının belirlendiği de savunulmaktadır. Katı bir kaderciliği savunan böyle bir anlayışın aynı zamanda duayı da büyük bir iştiyakla savunması gerçekten ilginç bir tezata dönüşmektedir. Zira insanın kaderinde her şey yazılı ise, çoğu zaman mevcut durumu olumlu yönde değiştirmek için Allah’a başvurma olan duaya neden ihtiyaç duyulur? Vahiy kaynaklı olan dünyadaki emir ve yasakların hikmeti nasıl izah edilecektir? sorularının cevabı verilmelidir.[1]

Tespit edilebildiği kadarıyla kullara ait fiillerin Allah tarafından yaratıldığını, onların gerçek anlamda bir fiile sahip olmadıklarını ve dolayısıyla cebir altında bulunduklarını ilk defa Ca‘d b. Dirhem ileri sürerek görüşünü Şam bölgesinde yaymaya çalışmıştır. Cebir fikrini temellendirerek kelâm ilmine mal edenin ise Cehm b. Safvân olduğu kabul edilir. Katı kaderci (cebri) düşünceyi temsil eden bu düşünce; “insan yaptığını yapmaya mecburdur, o havada uçan kuş tüyü gibidir, insan fiillerinde mecburdur, onun hürriyeti ve kudreti yoktur” görüşünü savunmaktadır. İslam literatüründe Cebriyye ve Cehmiyye olarak adlandırılan bu görüşe göre; insanın kudreti, iradesi ve seçme hürriyeti yoktur.[2] Allah diğer cansızları nasıl yaratıyorsa insan fiillerini de öyle yaratmaktadır. Ancak bu düşüncenin İslam’ın sorumluluk esası ile uyuşması mümkün değildir. İnsanın başına iyi veya kötü bir şeyin gelebilmesi yüce Allah’ın koyduğu yasalara göredir. Ezelde tespit edilen, oyunun kurallarıdır.[3] Yani Allah rolleri dağıtmamış aksine rolleri tanıtmıştır. Daha ilk insanın yaratılışından itibaren insan ya Allah’ın dosdoğru yoluna/sırat-ı müstakime yönelecek ve kurtuluşa erişecek ya da şeytanın sapkın yoluna yönelip kaybedenlerden olacaktır. Birinci yol peygamberlerin ve onlara tabi olanların yoludur, ikinci yol da şeytanın. Bu rollerden/yollardan birisini seçmek ise, insanın özgür iradesine ve sorumluluğuna bırakılmıştır.

Katı kaderci düşüncenin kendisine dayanak olarak ileri sürdüğü ancak yanlış yorumladığı; “Yeryüzünde cereyan eden veya kendinizde meydana gelen hiçbir musibet yoktur ki, Biz onu yaratmadan önce bir kitapta yazılmış olmasın”[4] ayetinin yorumunda İmam Maturidi, yeryüzünde veya insanda tahakkuk eden musibetlerin, insan yaratılmadan önce yazıldığı yönündeki anlayışın yanlış olduğunu söylemekte ve bu yazılmanın önceliğinin insana değil, gerçekleşen olaya ait olduğunu ifade etmektedir.[5] Bir kitapta yazılı olmak da, anladığımız anlamda kitabı değil, olayın belli kurallar ve kanunlar çerçevesinde gerçekleşmesini ifade eder. Bir bölgede patlayan nükleer bir reaktörün kanser vakalarına ve sakat doğumlara sebep olacağı açıktır. Bu durumda kanser olan bir kişinin başına böyle bir musibetin gelmesi o insan yaratılmadan önce yazılmış değildir; aksine o olay onun başına gelmeden önce hangi sebeplere bağlı olarak böyle bir musibete uğrayacağının kuralları ve şartları vardır demektir. İnsanın başına gelen olayların bu şekilde anlaşılması, insanın hayatın akışına müdahale etmesini mümkün kılar. Daha da önemlisi yaşanan musibetlerin faturasını Allah’a kesmekten vazgeçer ve gerçek sorumluların yakasına yapışabilir.[6] Zaten Kur’an’da kader kelimesi, yüce Allah tarafından insanın alın yazısı anlamında değil, “ölçü/düzen/kıymet/güç yetirme/sahip olma”[7] anlamında kullanılmıştır. Bu manada kader, yüce Allah’ın kâinat için belirlediği fiziksel, biyolojik, toplumsal alanlarda koyduğu yasalardır yani Sünnetullah’tır. Bütün müminler de buna iman eder. 

Kısaca insanın iradesi ile karar verip gerçekleştiremediği daha yalın ifadeyle güç yetiremediği, onu ve gücünü aşan her şey insanın kaderidir. Yani insanı etkileyen ve başına gelen her şey İlahi ölçüler dâhilinde olup bir yandan fiziksel ve biyolojik kanunlara diğer yandan toplumsal kanunlara tabidir (kişinin ana-babasını seçememesi, doğumunu ve ölümünü engelleyememesi vb. gibi). İnsan güç yetiremediği şeylerden sorumlu da değildir. Ancak insanın, iradesi ile karar verip iş ve eyleme dökebildiği yani güç yetirebildiği her şey onun sorumluluğundadır. ”Her insanın amelini/kaderini boynuna bağladık. İnsan için kıyamet gününde, açılmış olarak önüne konacak bir kitap çıkarırız”[8] ayetine göre her düşünce ve davranış iyi-kötü, sevap-günah, ödül-ceza kavramlarına dolayısıyla hükümlerine tabi olacaktır (örneğin; kişinin dinini, işini, eşini seçmesi; içki içmeye karar verip içmesi ya da haram olduğu için içmemesi gibi). Dolayısıyla kadere iman bütün yönleriyle Yüce Allah’ın koyduğu kanunları ve sınırları fark etmek ve idrak etmek, yolunu ve yönünü kendi özgür iradesiyle seçmek ve bu seçimlerde bütün sorumluluğunu da kabul etmektir.

Kader konusunda tartışma konusu yapılan bir diğer husus da “bilgi” meselesidir. Burada bilgi konusunda asıl yanılma ya da yanıltılma, insanın bilgisi ile Yüce Allah’ın bilgisinin denk görülmesi hatasıdır. Bulduğumuz ve bildiğimiz her durum, nesne, olgu bizden önce vardır. Bilgi her zaman insandan önce ve öndedir. Yüce Allah zaman ve mekân üstü olduğu için, oluş onun bilgisinden ayrı değildir. Bilmesi ve yaratması arasında zaman farkı yoktur. Bir şey bilinebiliyorsa o yaratmıştır. Yaratılmış ise Yüce Allah’ın bilmemesi gibi bir ihtimal yoktur. O’nun bir şeyi bilmesi ve yaratması arasında varoluşsal bir sıralama olabilir fakat zamansal bir sıralama olamaz. Bir yazılım olarak düşündüğümüzde bir yazıdan binlerce farklı sonuç çıkmasını yadırgamayız. Bu açıdan kader bir öykü ya da metin değil de sistem yazılımı olarak düşünülmelidir. Bizim yazdığımız kaderler için bu mümkün ise, Yüce Allah’ın yazdığı kaderler için tabiki mümkündür. [9]

O halde günümüzde de pek çok kişide rastlanan katı kaderci anlayışın kökleri nerededir? İslam’dan önce de var mıydı? sorularının cevabını aramaya çalışalım.[10] Aslında cebri/katı kaderci düşüncenin ilk izleri Kur’an’ın haber verdiğine göre müşriklerde görülmektedir. Örneğin; “Müşrikler diyecekler ki: “Allah isteseydi ne biz ortak koşardık ne de babalarımız ortak koşardı; hiçbir şeyi de haram yapmazdık.” Onlardan önce yalanlayanlar da öyle demişlerdi de sonunda azabımızı tatmışlardı. De ki: “Yanınızda bize açıklayacağınız bir bilgi var mı? Siz zandan başka bir şeye uymuyorsunuz ve siz sadece yalan söylüyorsunuz”[11] ayetinde ifade edildiği gibi atalarının ve kendi sapkın düşüncelerinin sorumluluğunu Allah’a izafe etmekte ve ilahi vahye kulak tıkamaktadırlar. Hâlbuki atalarının ve kendilerinin sapkınlıkları bizatihi kendi seçimleridir. Allah onların öyle olmasını istediği için değildir. Akıl ve irade sahibi olarak yaratılan insan, hayatının her evresinde sorumluluklarını yerine getirmekle yükümlü tutulmuş ve kulluğu Allah’a has kılmak şartıyla özgür kılınmıştır. Bu özgürlük sorumlulukla çevrili bir özgürlüktür, Allah’a kulluğa dayanan ve diğer yaratılmışlara köle olmayı reddeden bir özgürlük.[12] Haddizatında gönderilen her peygamber tarihin ve insanlığın kaderine bizatihi bir müdahaledir. Bu müdahalelerle insana yeni imkanlar açıldığı gibi yeni sorumluluklar da yüklenmiştir.[13]

“…Allah (sapmayı) dileyeni saptırır, (doğru yolu) dileyeni doğru yola yöneltir…” (Müddessir;31). “Hani Musa kavmine, ‘Ey kavmim! Allah’ın size gönderdiği peygamberi olduğumu bilip durduğunuz halde, niçin bana eziyet ediyorsunuz?’ demişti. Onlar yoldan sapınca, Allah da kalplerini saptırdı. Allah, fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez” (Saff;5). “İnkâr eden ve ayetlerimizi yalanlayanlara gelince, işte onlar, içinde ebedi kalmak üzere cehennemliklerdir. Ne kötü varılacak yerdir orası! Allah’ın izni olmaksızın hiçbir musibet başa gelmez. Kim Allah’a inanırsa, Allah onun kalbini doğruya iletir. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir” (Tegabün; 10-11). Ayetlere bakıldığında Yüce Allah dilediğini değil, kendi özgür iradesi ile sapmayı tercih eden insanı saptıracağını; yine dilediğine değil, kendisinden özgür iradesi ile isteyen insana hidayet vereceğini ifade etmektedir. Eğer Allah kulunun önceden ne yapacağını yazmış; kimin hidayete ereceğini, kimin sapkın olacağını tayin etmiş ise, binlerce peygamberi ve hidayet yolunu gösteren ilahi mesajların gönderiliş sebebini açıklamak mümkün olmaz. Aksine Yüce Allah insana kullanması için akıl ve irade vermiş, kullarını hiçbir dönemde yalnız da bırakmamıştır. Yüce Allah vahyin doğru anlaşılması hususunda da sürekli uyarılarda bulunmaktadır. İlgili ayet şöyledir: “İnsan için kendi emeğinin karşılığından başka hiçbir şey yoktur. Kişinin emeği ileride mutlaka önüne konulacaktır. Sonra da emeğinin karşılığı kendisine tam olarak verilecektir” (Necm;39-41). “Bizim yarattığımız insan ve birçoğu (yaratılış amaçlarına uygun davranmadıkları için) cehennemliktirler. Onların akılları var gerçeği kavramazlar, gözleri var gerçeği görmezler, kulakları var gerçeği duymazlar…”(Araf;179). 

Yüce Allah, kişinin kendisine iman ettikten sonra çalışıp kazandığı ya da edindiği amellerin karşılığını ahiret hayatında alacağını beyan etmekte, şu ilahi uyarıya dikkat çekmektedir: Herkes kazandığına karşılık bir rehindir. Ancak ahiret mutluluğuna eren kimseler başka” (Müddessir;38-39). “Hayır, hayır! Onlar ahiretten korkmuyorlar. Hayır, düşündükleri gibi değil! Şüphesiz bu (Kur’an) bir uyarıdır. Artık kim dilerse ondan öğüt alır” (Müddessir;53-55). Herkesin kazandığının hesabını vereceği o günde, fayda vermeyecek bir pişmanlık içerisinde şöyle yalvaran zalim kimseler gibi olmaktan yine Allah’a sığınmak gerekir: “O gün zalim kimse (çaresizlik içinde) ellerini ısırıp şöyle diyecektir: ‘Ne olurdu ben de peygamberlerle beraber aynı yolu tutsaydım!’ ‘Yazıklar olsun bana, keşke falanı dost edinmeseydim!’ (Furkan;27-28). Ayetlerde Adem (as) üzerinden vurgulanan aklı kullanmayı, Allah’ı bilmekten eşyayı bilmeye kadar bilginin saygınlığını (Adem için secde), bugünün modern insanı acaba yeterince algılayabilmekte midir? Bir tarafta materyalizm ve pozitivizmin kuşatması altında insanı sömürmeye dayalı bir bilgi ve bilim anlayışının sahibi insanlar ve insan toplulukları; diğer tarafta yeterince çalışmayan, hayatını tesadüflere bırakmış, bilimden uzak, bir lokma bir hırka anlayışının hâkim olduğu sömürülenler dünyası. 

İnsanın özgür bir ahlaki varlık olduğunu vurgulayan Maturidi’ye göre; insanın sorumluluğunun temeli (teklif) bir eylemi yapma gücü (iktisab) değil, aksine o eylemi özgürce seçme (ihtiyar) ve yapma (iktisab) gücüne sahip oluşudur. Bu iki yeti, bir akıl varlığı olması sebebiyle insana bahşedilen yetilerdir, sorumlu ve sorgulanabilir varlık olmasını sağlayan da bunlardır. Maturidi, insanı özgür iradesiyle seçim yapan, yaptığı seçimle eylemde bulunan ve nihayetinde eylemlerine sahip çıkma sorumluluğunu gösteren bir varlık olarak tanımlamaktadır.[14]

Diğer taraftan insanın Rabb’ine ilticası olan dua da kader anlayışı bağlamında özel bir statü kazanmaktadır. Genelde insanlar hamd ve şükür görevinin dışında ya af talebi ile ya ihtiyaçlarının giderilmesi arzusuyla ya da zor durumdan kurtulma talebiyle ama bir değişiklik isteğiyle Allah’la iletişim kurar/dua eder. İnsanın doğuştan yazılı bir kaderi yaşamak üzere yaratıldığını iddia edenlerin -ki bu anlayışa göre insan her ne yaparsa yapsın yazılanı değiştiremez- özellikle af, ihtiyaç ve zor durumdan kurtulma dualarını da yapmaması gerekir. Hâlbuki Allah; sorumluluk yüklenerek yaratılan, akıl ve irade ile özgür kılınan insandan hem ilahi yasaların bilincinde olmasını hem kulluk/ibadet etmesini hem de her an dua etmesini istemektedir.

Diğer yandan inanan bir insanın, salt dua ile de yetinmemesi gerekmektedir. Örneğin; hastalık gibi bir problemle karşılaşmadan önce kişi, Allah’ın kendisine verdiği sıhhat nimetinin kıymetini bilmeli, elinden geldiğince aklını ve bedenini iç ve dış etkilerden korumalıdır. Sıhhatine özen gösterdiği halde hastalığa yakalandıysa, iyileşmeye bir sebep olarak doktora gitmelidir. Bir hastanın tıbbi tedavilere başvurmaması ve sadece duayı yeterli görmesi doğru bir davranış değildir. Hem doktora gitmeli hem de dua etmelidir. Aksi takdirde tedbirlere başvurmadığı için başına gelebilecek olumsuz sonuçlardan kendisi sorumlu olacaktır. Sorumluluğu üstlenmeyen bazı insanların “katı kadercilik” anlayışı içinde, suçu dolaylı yoldan Allah’a isnat etmeleri de doğru bir davranış değildir.[15] Sorumluluklarından kaçarak başına gelen her kötü akıbette, işi Allah’a atfederek kendi sorumluluklarından kurtulmayı ifade eden bir takım söz ve deyimler toplumumuzda yoğun olarak kullanılmaktadır. İlhami Güler, kaderin “cebir” anlamını ifade ettiği bu deyimlerden örnekler verip katı kaderci anlayışı eleştirmekte, M. Akif Ersoy’un kaderci anlayışı eleştirdiği “Vaiz Kürsüde”[16] başlıklı şiirini de örnek vermektedir.[17] Örneğin; alın yazısı, mukadderata boyun eğmek lazım, kaderin cilvesi, kader mahkûmu, kader kurbanı, kaderine küs, iş olacağına varır, göreceği varmış, takdir gelir tedbiri bozar, ayağına taş değse Allah’tan bileceksin, vermeyince Mabut neylesin Mahmut, kimse kimsenin kısmetini yemez, kısmetim buymuş vb. bu deyimlerden bazılarıdır.

İnsanoğlunun kendi kusuru neticesi ortaya çıkan en basit şeyleri dahi kadere yüklemesi, onun kolayına gelmektedir. Gerçekten de kader kavramı, aklını kullanmak istemeyene sığınma imkânı vermekte ve insanın kendini hipnotize etmesine yol açmaktadır. Kader kavramı öyle bir sığınaktır ki; ona hem zalim hem de mazlum beraber sığınabilmekte, bir yandan zalimin zulmünün sebebi, diğer yandan mazlumun acizliğinin gerekçesi olabilmektedir.[18] Sorumluluklarının bilincinde olarak Allah’a iman etmiş olan bir insanın böyle bir anlayıştan uzak durması gerektiği açıkça görülmektedir. Yaratılışı gereği sorumlu ve özgür kılınan insan, yaşadığı hayat boyunca kendisini var eden Allah’a, hamd ve şükür ya da ihtiyaçları için yönelmekte, kendi gücünü aşan durumlarda O’na iltica etmektedir. İşte duanın anlamı ve gücü burada ortaya çıkmaktadır. O halde insan “Herkes kazandıklarına karşılık bir rehindir/akıbeti kazandıklarına bağlıdır”[19]ayetini de referans alarak; sorumlulukları gereği özgürce ama doğru kararlar almaya gayret edecek (ihtiyar), elinden gelen tüm çabayı sergileyecek (iktisab), hayatın içindeki olumsuz durumlara karşı uyanık olacak (tedbir), Allah’a yönelecek (tevekkül) ve güzel ve hayırlı sonuçları O’ndan bekleyecektir (kader/takdir). Doğru dua ve doğru kader inancı/anlayışı da bu olsa gerektir, sorumluluk ve özgürlüğü de içiresine alabilsin.

Sonuç olarak Yüce Allah’ın ilahi mesajları doğru anlaşılıp algılandığında dünya ve ahiret mutluluğu mümkün olacaktır. Bu Allah’ın kendisine inananlara bir vaadidir. Günümüz dünyasında Müslümanların bulunduğu coğrafyalarda var olan sıkıntıların, mutsuzlukların, bu bölgelerin ilim ve fende yeterince gelişememesinin sebebi, Allah-ü Teâlâ ve O’nun çağlar ötesi dini değildir. Bunun sebeplerini, Yüce Allah’ın her devri içine alan ilahi mesajlarının yeterince doğru okunup algılanamamasında yani idrak probleminde aramak gerekmektedir. Hz. Peygamber’in (sas) onun takipçisi Hz. Ömer gibi sahabelerin uygulamaları ve onların takipçisi Ebu Hanife ve Maturidi gibi alimlerin yorumları günümüzde tekrar tekrar gözden geçirilmeli ve geliştirilerek günümüze tranfer edilmelidir. İnanıyoruz ki; ilim öğrenmeye, bilimsel gelişmelere ve aklı kullanmaya sürekli vurgu yapan apaçık ve anlaşılır Kitap idrak edilirse, sömürü düzeni ve sömürenler ortadan kalkacak, bütün dünyaya hak ve adalet hâkim olacaktır. Zira; “Bu böyledir, çünkü Allah, bir topluma bahşettiği nimeti ve esenliği, o toplum kendi gidişini değiştirmedikçe asla değiştirmez ve (bilin ki) Allah (her şeyi) hakkıyla işiten, (her şeyi) hakkıyla bilendir” (Enfal;53) ayeti toplumsal anlamda kader inancımızı da şekillendirmektedir.

“…Artık kim dilerse ondan öğüt alır.” (Müddessir;55) “…Aklınızı kullanmayacak mısınız?” (Enam;32, Hud;51)

 

[1] Geniş bilgi içi bkz: Ömer Müftüoğlu, Dinin Bağlayıcılığı ve İnsanın Özgürlüğü, Otto Yay, 2016, s.193-212; Şaban Ali Düzgün, Sosyal Teoloji, Akçağ Yay, 1999, s.61

[2] Bu fırkalar ve kurucuları ile ilgili bkz: Mustafa Öz, “Cad bin Dirhem”, TDV İslam Ansiklopedisi, c.6, 1992, s.542-543; İrfan Abdülhamid Fettah, “Cebriyye”, TDV İslam Ansiklopedisi, c.7, 1993, s.205-208; Şerafettin Gölcük, “Cehmiyye ve Cehm bin Safvan”, TDV İslam Ansiklopedisi, c.7, 1993, s.234-236.

[3] Geniş bilgi için bkz: Ahmet Akbulut, Sahabe Dönemi İktidar Kavgası, Otto Yay, 2017, s.238-269

[4] Hadid 57/22

[5] Ebu Mansur Maturidi, Te’vilatü’l Kur’an, 14/363 (Akt. Şaban Ali Düzgün, Din Birey Toplum, s.94)

[6] Şaban Ali Düzgün, Din Birey ve Toplum, Akçağ Yay, 2013, s.94-95

[7] Bakara 2/236; Enam 6/96; Yunus 10/5; Rad 13/8, 17; Hicr 15/21, 60; Taha 20/40 vd.

[8] İsra 17/13

[9] Ahmet Bayraktar, Yeni İlmihal-İman ve İbadetler, Maarif Mektepleri Yayınları, Ankara, 2019, s.72-76

[10] Kader ve Katı Kaderci anlayış ile ilgili ayrıca bkz: İbrahim Sarmış, Kur’an’da Kader –Takdirin Anlamı ve Sünnetullah-, Düşün Yayıncılık, 2015; Hayri Kırbaşoğlu, Alternatif Hadis Metedolojisi, Otto Yayınları, 2013.

[11] Enam 6/148 ayrıca bkz. Nahl 16/35; Zuhruf 43/20

[12] İnsanın fiilleri ile kader konusunda mezheplerin görüşleri ve daha geniş bilgi için bkz: Sönmez Kutlu, Tarihsel Din Söylemleri Üzerine Zihniyet Çözümlemeleri, Otto Yay, 2012, Ankara; Hasan Onat ve Sönmez Kutlu, İslam Mezhepleri Tarihi, Grafiker Yay, 2016, Ankara

[13] Ahmet Bayraktar, Yeni İlmihal-İman ve İbadetler, Maarif  Mektepleri Yayınları, Ankara, 2019, s.69-78

[14] Şaban Ali Düzgün, Dini Anlama Kılavuzu, Otto Yay, 2017, s.75

[15] Saliha Bilgiç, Konuları İtibariyle Kur’an’da Dua, Yüksek Lisans Tezi, Selçuk Üniversitesi, Konya, 2008, s.23

[16] Şiirin tamamı için bkz. Mehmet Akif Ersoy, Safahat, “Vaiz Kürsüde”, Türkiye Diyanet Vakfı Yay, 2011, s.215-260

[17] İlhami Güler, Dine Yeni Yaklaşımlar, Ankara Okulu Yay, 2014, s.117-119

[18] Ahmet Akbulut, Müslüman Kültürde Kur’an’a Yabancılaşma Süreci, Otto Yay, 2017, s.19-24

[19] Müddessir 74/38

Yazar
Ahmet ARIN

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen