Hayatı, bugünü, eksik kalmış dünleri tamamlayarak yaşamaya çalışmak bir nevî. Hep yanıbaşında, ânında biraz geçmiş bulmak. İçinde kalmış hevesler, yaşanması bazen mümkün, bazen namümkün yaşanamamışlar…
Büyük şehir çocuğuyuz biz. Yetmişler Ankara. Büyük şehirde küçük memur çocuğu. Gelirin ve gelirle orantılı imkânların çok şeye izin vermediği, kanaatle ve dar çerçevede yaşayabilen, büyük şehirlerin küçük memurları. Bu konu derin bir mevzu ve bu çizgide büyümüş, yetişmiş, yaşamış herkesin beyninde ve yüreğinde aynı tür film şeridini hızla hatırlatabilecek kısa metrajlı bir film. Kıtkanaat yaşanmış haftasonları, hafta içleri farkı olmayan, çokça ev merkezli yaşamlar. Aysonu ve cüzdanın ucuucuna denkliği. Ve bu denklikte asla yer bulamayan sosyal sosyal, cicili bicili etkinlikler… Eğer olabilecekse de bir etkinlik, en az para gerektireninden… Ama itiraf etmeliyiz ki çok çok huzurlu çok çok şükürlüsünden.
Öyle… Büyük şehirlerin küçük memurlarının çocukları da piyano kursuna gidemez mesela. Erken yaşta yeteneklerinin avına çıkamaz ki anne babası. Gördüğünü bile görmezden gelir. Bir kışlık palto, bir spor ayakkabı, bir eşofmanın sıraya konulup ihtiyaç önceliğine göre Yeni Karamürsel’den, Gima’dan taksitle alındığı günler ya. E o kurslar da oralarda taksitle yok ki. Resim kursu mesela… Ne mümkün. Foklör ya da..! Keman, flüt, gitar… Dil kursu… Nerdee? Okul öncesi eğitimleri bile yok. Olamayana yok yani. Öyle at çiftliği, ata binmek, kayak, dağ sporu, yaz, yaz tatili, yüzme, yüzme hocası… Varlığından bile haberiniz olmaz. Bunları büyüdükçe içinizdeki çocukla yaptığınız kahve sohbetleri sırasında hatırlayıp fark edersiniz… De bağlayıverirsiniz sohbetin sonunu, en tatlı, en şükürlü, en huzurlu cümleyle… Ne mutluyduk. Vallahi yalan değil. Gerçekten öyle mutluyduk, öyle özgürdük, öyle huzur doluyduk ki. Hâlâ yetmediği yerde o huzurdan, o güvenden, o mutluluktan bozdurup harcıyoruz. Sayın ki burada bir göz kırpma emojisi var efendim. En muzurundan.
Dün atlara dokunma fırsatım oldu çok şükür. Beş güzel, asil, safkan, milyonlar değerinde at. Oruç Reis… Tek beyaz olan. Asil, uysal, misafirperver, anlayışlı…
Binsek kızar mı, bizi misafir eder mi, bu yaşta olur mu, becerebilir miyiz, derken… Bi cesaret çok arzu edip de fırsatı hiç önüme gelmeyen bu işi de başarıyla gerçekleştirmiş olduk. E tabi görmemiş misali onlarca fotoğrafla… Sözü bir yana, duygumuz müthişti dün. Çocukluğumuzdan, hayallerimizden, heveslerimizden bir tutam ektik düne.
Öyle keyifle ki, anlatmak yazmak mümkün değil…
Çocuk olmak… Çocuk olamayınca zor işte. Bi de ben çocukluğunu en özgür yaşayanlardanım. Güven, sevgi ve samimiyetin hoşca, huzurla yaşanabildiği yıllar da mahallenin Canan’ı. Herkes tanır. Anneciğimi kimse bilmez o evde işinde gücünde hep. Onu görürlerse Canan’ın annesi diye tanıtırlardı. Afacanlık, sosyallik belki pervasızlık… İşte yedi de neyse elli de hâlâ o.
Sonraları…
Sonraları bizim çocuklarımız. Onların çocukluğu… Biz büyük şehirlerin küçük memur çocuklarıydık. Onlar da küçük şehirlerin büyük memur çocukları. 5. , 4. , 3. , 2. , 1. bölge ilçeler iller… İlk üç bölge köyden şehirlere tatlı geçişler… Bin beş yüz nüfuslu ilçelerden başlayıp kaderinize göre metropollere uzanan büyüme yolculukları. O büyük şehirlere gelene kadar bölgesine, kültürüne, coğrafi özelliklerine göre yaşadığınız onca yıl. Bir yıl, iki yıl, üç yıl… Bölük pörçük. Onca çocukluk. İmkâna, imkân vermeyen. Hiçbir kursa, hobiye, ek eğitime imkân vermeyen verse de tamamlanması da mümkün olmayan yerler, zaman dilimleri. Pasta dilimleri gibi. Bazısı çok gelir fazlası mide bulandırır, bazısı az gelir tadı damağınızda kalır zaman dilimleri…
Sığdırılmış, sıkıştırılmış hayatlar. Hayallerinizin hep bir yerlerde yarım kaldığı diyarlar. Her taşınma bir parçalanış. Geride bıraktıklarınızla… Çocukluğun taşınabileceklere sığdırılıp, tıkıştırıldığı göçler. Vatana millete hizmet çocukluğu… Bir şeffaf çanta ya da bir karton koliye sığmış oyuncaklar, bırakmaya kıyılamamışsa eşyalarla birlikte, kamyonun en arkasına, en sona iliştirilmiş bir bisiklet… Ve yanı başında aynı kaderi taşıyan bir türlü yer edinip büyüyüp serpilememiş evin saksı çiçekleri… Hepsi mahzun. Hepsi yarım. Hepsi veda ehli…
Çocuklarım da öyle hep taşıdılar hayallerini, arzularını şehirden şehire. Bir yerde başladıklarını öbür yere taşıyamayarak. Ama ben dün hepimizin yetine Oruç Reis’le tanıştım. Sevdim sımsıkı. Sarılamasam da dokundum. İzin istedim. Küçük bir tur, bir saat kadar belki.
Zaman…
Ne garip bir kavram. Ölçülür zamanların içine her yüreğin kendi ölçüsüzlüğünce kim bilir neler sığdırabildiği anlar toplamı.
Dünün birazı, ölçülü zamanlardan, biraz ölçüsüz zaman çaldığımız bir gündü. İçine hem benim, hem çocuklarımın çocukluğunu sıkıştırdığım bir zaman.
Yinesi ve hep birliktesi için hâlce duada olduğum bir zaman…
‘Bir yaşa bin düşün’ zamanlardan bir zaman.
Çokça sevgi ve saygıyla…
Belki de, yine yarım kalmış bir yazıyla,
Canan’ca,
Canan Aslan