“Babalar ve Oğullar” başlığı, Dünyâ yaratılalı beri, kim bilir kaç def’a atılmış, bu husûsda kim bilir kaç cild hacminde fikir serdedilmiştir? Öyle babalar vardır ki, oğulları sâyesinde bilinmişler, anılmışlardır. Öyle oğullar da vardır ki, babaları yüzünden târîhe ancak dipnot olabilmişlerdir. Yâni, baba ve oğul mukâyesesi iki taraflıdır. Bir de, hem babanın, hem de oğulun aynı irtifâda selâm verdiği nâdir durumlar vardır. Bu nedret baba-oğul fotoğrafının en ziyâde çekilip albüme veyâ galeriye konulduğu yer Türk târihidir. Bilinen ilk Türk siyâsî teşkilâtı olan Hunlardan başlayarak târîhe adını kaydettirmiş o kadar çok baba ve oğul var ki, saymaya kişi kudreti kâfî gelmez.
Teoman Yabgu ve oğlu Mete Hân, bize hâlâ şân ve şevket ilhâm eden siyâset ve fetihleri ile gönlümüzün baş köşesinde durmuyorlar mı? O genişin genişi, uzunun uzunu, yükseğin yükseği Çin Seddi’ni, Çinliye baba- oğul Teoman ve Mete Hânların korkusu yaptırmadı mı?
Adı gibi barbar olan medeniyet fukarâsı kavimleri önlerine katarak Karadeniz’in kuzeyinden Avrupa içlerine süren Balamır ve ahfâdı, Ötüken’in Tuna’ya vurmuş aksi Budin’e gelip yerleşmedi mi? Orada, Muncuk ile oğlu Attilâ, Roma’nın hem doğusuna, hem de batısına diz çöktürmedi mi? Şimdiki Budapeşte’ye, Osmanlı akıncılarının demesiyle Nazlı Budin’e, Attilâ’nın adı verilerek Etzelburg, yâni Attilâ şehri denmedi mi? Tuna’nın köpüklü sularına karışan Muncuk ve oğlu Attilâ’nın nârâları, bin yılı aşkın bir zamân sonra Kaanûnî Sultan Süleymân Hân’ın kalkanında çınlamadı mı?
Kök Türk fetretine son verip devleti yeniden dirilten İlteriş Kutluk Kağan ile oğulları Bilge Kağan ve Kültigin, ilimizi dermede, sözümüzü sermede, taşa hükmedip çağlar ötesinden bize ermedi mi? Onların yanı başında, omuz hizâsında duran Bilge Tonyukuk, devletle milletin şiirini yazıp elimize vermedi mi?
Türk’ün semâsını çakır gözlerine yerleştiren Çağrı Beğ, Anadolu adlı Cennet diyârını keşfedip fethini oğlu Alp Arslan’a komadı mı? Baba-oğul Çağrı Beğ ve Sultan Alp Arslan, Türk’ü Seyhun ve Ceyhun arasından alıp Fırat ve Dicle mecrâsına taşımadı mı? Malazgird Destânı’nı, Çağrı Beğ yazıp oğlu Alp Arslan okumadı mı? Sultan Alp Arslan’ın okuduğu bu destânı, oğlu Melikşâh cümle Âlem’e okutmadı mı? Baba Çağrı, oğul Alp Arslan ve torun Melikşâh, Marmara yalılarına erişen kılıç gölgelerinde buluşup İstanbul’a selâm yollamadı mı?
İznik çinilerinin fırında pişmiş mâvisini, iki başlı kartalı yaşıyan bayrağına zemîn yapan Kutalmışoğlu Süleymanşâh ve oğlu Kılıç Arslan, erkenin erkeni bir vakitte Bizans’ın nabız atışını saymadı mı? Haçlı seline bend oluşun insan kudretini aşan misâlini Kılıç Arslanlar ile oğulları ve torunları vermedi mi? Bugün keyfimizce oturup salındığımız ve göğsümüzü gere gere vatan dediğimiz Anadolu’nun her karış toprağında Kutalmışoğlu Süleymanşâh ile ahfâdının nefesi yok mu?
Söğüt Kışlağı ile Domaniç Yaylağı’na konan Kayı bayrağında, iki ok arasında duran yay, gerile gerile Hazar’dan Viyana’ya erişmedi mi? Cömert Nil’in bereket taşıyan sularına Tuna’nın fetih kokulu akıncı soluğu boşalmadı mı? Moskova varoşlarında gürleyen yiğit sesleri Hatt-ı İstivâ’nın, yâni Ekvator’un iyice altına inip Kenya içlerinde Mombaza’da Bahr-i Muhît-i Kebîr’e, yâni ki, Büyük Okyanus’a ulaşmadı mı?
Bunca akla sığmaz mesâfeyi, o kutlu Kayı Boyu yayının kabzası ile kirişi arasına sığdıranlar, Ertuğrul Gâzî ile oğlu Osman Gâzî’nin nesli değil miydi? Hepsi de bir öncekinin oğlu ve bir sonrakinin babası olan o hürmetli Türkler, Ertuğrul Gâzî’nin soyundan ve Şeyh Edebâlî’nin niyâzından devşirilmedi mi? Osman oğlu Orhan, Orhan oğlu Murâd-ı Hudâvendigâr, Murâd oğlu Yıldırım Bâyezîd, Bâyezîd oğlu Çelebî Mehmed, Mehmed oğlu Murâd-ı Sânî, Murâd oğlu Fâtih Sultan Mehmed, Mehmed oğlu Bâyezîd-i Velî, Bâyezîd oğlu Yavuz Sultan Selîm, Selîm oğlu Kaanûnî Sultan Süleyman, arka arkaya ve yaşanan Timur Zelzelesi’na rağmen bunca şân ve zaferi nasıl yaşamış ve yaşatmışlardır? Bu suâlin cevâbı, babalar ve oğullar başlığının tahlîlinde saklıdır. Nasıl bir babanın oğlanı[1] olduğumuzu bilmedikçe, bu suâle cevap verme imkânımız görünmüyor.
[1] Burada kullandığımız “oğlan” sözü, cinsiyet farkı gözetmeden, hem kızlarımızı, hem de oğullarımızı içine almaktadır. Türkçenin en eski yazılı metinlerinde, evlâd ve çocuk yerine sık sık bu “oğlan” tâbiri geçer. Halk lisânında hâlâ kullanılan ve bâkire kızlar için sarf edilen “kız oğlan kız”sözü de, bu husûsu işâret eder.