Kâhire, Dünyâ’nın en kıdemli ve en kalabalık şehirlerinden biridir. Mısır Diyârı’nın kalbi demek olan Nil, Kâhire’nin içinden geçer. Yeryüzü’nde, içinden nehir geçen belki binlerce belde vardır. Lâkin bunlardan ikisi, diğerlerinden çok faklıdır. İstanbul’un içinden nehir değil, deniz geçer. Bu, İstanbul’un yektâ duruşuna, deryâ ilâveleri yapan bir ilâhî lütûfdur. Kâhire’yi su ile haşır neşir eden Nil, bu şehirde nehir olmanın bütün vasıflarını terk ederek deniz kıvâmına ulaşır. Bu yüzden Kâhire, İstanbul’a nazîre yapabilecek bir su şenliği sürer.
Kur’ân-ı Kerîm’de, adı en çok geçen coğrâfî tâbirlerden biri “Mısır”dır. Hem Hazret-i Yûsuf’un kıssasında, hem de müteaddid kereler Hazret-i Mûsâ’nın hayât safhalarından bahseden âyetlerde, sık sık “Mısır”dan söz açılır. Hazret-i Mûsâ’nın annesi, Firavun’un şerrinden korumak için kundakdaki oğlunu, Allâh’ın emri ile bir sepet veyâ sele içinde Nil sularına bırakır. Bu, Kur’ân ifâdesiyle ve Hazret-i Mûsâ’ya hitâben şöyle anlatılır:
“Bir zamân, vahyedilecek şeyi, annene şöyle vahyetmiştik:
Mûsâ’yı sandığa koy, sonra onu denize bırak. Deniz onu kıyıya atsın da, benim düşmanım ve onun düşmanı olan biri onu alsın. Ey Mûsâ! Sevilmen ve benim nezâretimde yetiştirilmen için, sana kendimden sevgi verdim.”[1]
Bu âyetlerde geçen ve deniz demek olan “yemm” kelimesi, Nil Nehri için kullanılmıştır. Nil’in, denizi andıran bir heybete büründüğü pek çok yer vardır. İskenderiye yakınlarında, Akdeniz’e yaklaşırken etrâfa yayılan Nil, tam mânâsıyla deniz hüviyetindedir. Başta Mîmâr Sinan olmak üzere, nice Türk, sözlü ve yazılı olarak Van Gölü’ne “Tatvan Denizi”demişlerdir. Buradan hareketle, Nil için de “Nil Denizi” denmesi, aslâ yanlış olmaz.
Bugünkü Kâhire’nin kurucusu, meşhûr sahâbe Amr bin Âs’dır. Hazret-i Ali ile Muâviye arasında cereyân eden Sıffîn Muhârebesi sonunda kurulan hakem hey’etinde Muâviye’yi temsîl eden Amr bin Âs, Hazret-i Ömer’in halîfeliği zamânında Mısır’ı fethetmiş ve şimdiki Kâhire’nin olduğu yerde “Fustat” adıyla bir şehir kurmuştu. Giderek genişleyen ve büyüyen Fustat, Fâtîmî saltanaında “Kâhire” adını almıştır. Kâhire’yi kucaklayan Nil’in içinde adalar bile vardır.
Sırasıyla Eyyûbî ve Memlûk safhalarını yaşayan Mısır ve dolayısıyla Kâhire, Yavuz Sultan Selîm Hân’ın kutlu çağında Osmanlı Türk Cihân Devleti’nin mülküne dâhil olmuştur. Bilhassa Memlûk devresinde, kendilerine Kölemen Beğleri diyen bir mütegallibe gürûhu ortaya çıkmış ve Mısır’ın kaderine mühür basmıştır. Devlet otoritesini tanımayan ve hep kendi menfaatleri uğruna zulüm ve yağma sıfatlı işlere girişen bu sergerde topluluğu, maalesef, Osmanlı hâkimiyetinde de zabt u rabt altına alınamamışlardır. Birinci Mahmûd Hân’ın saltanatında, Mısır Vâliliği’ne getirilen Koca Râgıp Paşa, elinden geldiği kadar Mısır’ın bozuk taraflarını düzeltmeye, mâlî ve zirâî bir sürü ıslâhât yapmaya çalışmış, bunların çoğunda da muvaffak olmuş, fakat Kölemen Beğlerine bir türlü söz geçirememiştir. Edebiyâtımızın hikemî şiir vâdîsinde çok güçlü ve san’at yüklü bir kalem sâhibi olan Koca Râgıb Paşa, sonunda:
“Yeter şu Kâhire’nin kahrı azm-i Rûm idelim..”[2]
diyerek, Anadolu’da bir beldeye gitmek istemiştir..
[1] “İz evhaynâ ilâ ümmike yâ Musâ! / Enikzi fîhî fi’t-tâbûti fekzi fîhî fi’l-yemmi fe’l-yulkıhi’l-yemmü b’is-sâhili ye’huzhü ‘adüvvüllî ve ‘adüvvülleh. Ve elkaytü ‘aleyke mehabbeten minnî. Ve’l-tusnaa ‘alâ ‘aynî.”-Tâ Hâ Sûresi, 38., 39. âyetler.
[2] “Şu Kâhire’nin çekilmez hâle gelen kahrından bıktım. Biz, en iyisi Anadolu’ya gidelim.”