Dünyâ mîmârlık târîhinin ilk yapı numûneleri arasında yer alan köprü, insan ile su arasında vâr olmuştur. Köprüye ihtiyâç duyulan arâziler, hep mühim sayılmış, hep geniş söz sermâyesine sâhip olmuşlardır. Nerede bir köprü varsa, orada o köprüden geçenler vardır. Bâzı köprüler, farkında olmadan bizzat târîhin kendisi sayılmışlardır. Bu yüzden köprü deyip geçmeyin. Köprülerden öğrenecek çok şeyimiz olduğunu unutmayın.
Kayı Boyu’nun Anadolu’ya gelişi ve bu Cennet bahçesini vatan tutması, bir köprüsüzlük kıssası ile başlar. Fırat Nehri yalısında yürümekte olan Kayı göç kervânı, sarp bir mevkide boy beyi Gündüz Alp’ın yardan ırmağa düşmesi ile mâteme boğulur. Atının ayağı sürçen Gündüz Alp, uçuruma ve nehir sularına vardığında, ardında hâlâ dilimizden düşmeyen Câber Kalesi ve Türk Mezârı söz dağarcıklarını bırakır. Bu elîm hâdisenin altında, o civârda Fırat üstünde bir köprünün olmayışı yatar.
Câber bahtsızlığından yeterli dersi ve ibreti çıkaran Kayı Boyu, daha sonra uğradığı yelerde, hemen her dere, çay ve ırmağın üstüne köprü kurmuştur. Bugün, Bursa’mızın yeşiline marka olan Nîlüfer Çayı ile onun üstündeki Nîlüfer Köprüsü; Osman Gâzî Hân’ın gelini, Orhan Gâzî Hân’ın hanımı, Rûmeli Fâtihi Gâzî Süleyman Paşa ile Şâh-ı Şehîd Sultan Murâd Hân-ı Hudâvendigâr’ın muhterem anneleri Nîlüfer Hâtûn tarafından yaptırılmıştı. Adı gibi, ömrü de suda açan çiçek olan Nîlüfer Hâtûn, Osmanlı Türk Cihân Devleti’nin bundan sonra inşâ edilecek cümle köprülerine ilhâm veren bir makâmda durmaktadır.
Sultan Murâd-ı Hudâvendigâr’ın ve dolayısıyla Nîlüfer Hâtûn’un torunlarından “Ebû’l-Hayrât”, yâni “Hayırların Babası” sıfatı ile anılan Sultan İkinci Murâd Hân, Ergene Suyu üstüne uzun mu uzun, yüz yetmiş dört gözlü bir köprü yaptırdı. O sırada, köprünün her iki ayağının da etrâfı ıssız, boş idi. Sultan Murâd Hân, bu köprüyü bekleyip koruyacak bir muhâfız bölüğünü oraya koyduğunda, kısa vakit içinde bir şehir doğacağını biliyordu. Nitekim öyle oldu ve çok geçmeden tapu kayıtlarına Ergene kasabası girdi. Akıp giden zamân içinde, bu uzun köprüye bakanlar, o köprü sâyesinde vâr olan kasabaya da “Uzunköprü” demeye başladılar. Bugün hâlâ ayakta olan o köprü ve etrâfında gelişip büyüyen şehir “Uzunköprü” adıyla bize tebessüm ediyor. Köprü olarak da, kasaba olarak da Uzunköprü’nün bânîsi Sultan İkinci Murâd Hân’dır.
1453 yılı Nîsân ayı içinde İstanbul’u kuşatan Fâtih Sultan Mehmed Hân, bizzat kendi îcâdı olan ve aşırtma gülle atabilen toplarla, şehrin o dillere destân sağlam surlarını dövmeye başladığında, gözünü Haliç’den ayırmıyordu. Zîrâ, surların en zayıf olduğu yer Haliç tarafıydı. Ne yapıp edip, Haliç’e donanma indirmeli ve o zayıf surları donanma mârifetiyle delmeli idi. İşte, Cihân târîhine karadan gemi yürütme ameliyesi diye geçen o dehâ üstü hâdise, bu fikirden çıkmış idi. Tophâne ile Kasımpaşa arasına döşenen ve üstleri yağlanan kızaklarda kaydırılarak Haliç’e indirilen Türk donanması, Bizans’ın ömür defterinin kapanmakta olduğunu îlân ediyordu. Haliç sularındaki o donanmaya, mühimmât ve erzâk taşıyacak bir köprüye ihtiyâç vardı. Galata sırtlarındaki Türk askerlerinin başında bulunan Zağanos Paşa, bu köprü sipârişini de üstüne aldı. Bir gecede, Kasımpaşa ile Eminönü arasına fıçı ve eski kadırgalar dizildi. Daha sonra, bunların üstüne ahşap bir satıh kondu. Mîmârîde tombaz denilen usûlle, yâni dubalarla bir köprü kuruldu. Bu köprü üstünde yan yana beş kişi yürüyebiliyor, sıradan bir yük arabası yol alabiliyordu. Asırlar sonra Haliç üstünde inşâ edilecek köprülerin atası mevkiindeki bu ilk köprü, fetihden sonra kaldırıldı.
Üç tarafı denizle çevrili İstanbul’da, bugün sayması zor bir köprü yekûnu vardır. Türk’ün suya bakışındaki görklü nazarını aksettiren o köprülerde, Gündüz Alp’dan Nîlüfer Hâtûn’a, Sultan İkinci Murâd Hân’dan Fâtih Sultan Mehmed Hân’a uzanan mürüvvet niyâzları saklıdır. Görebilene, okuyabilene..