Muharrem Dayanç*
Toprağın Rengi, Kokusu, Sesi
Hayatın dört temel unsurundan biri olan toprağı, yapısı, gerekliliği, fonksiyonu, insana ve diğer varlıklara katkısı/etkisi bağlamında, canlı bir unsur olarak düşünmek/görmek mümkündür. Çünkü o da nefes alıp verir, o da sinesine düşen köke/tohuma ruh üfler, o da kendi ölçüleri/kuralları içinde yaşar ve ölür. Onun da rengi, kokusu, sesi vardır. O da diğer varlıklarla irtibata geçer ve onlarla kendi diliyle konuşur. Hepsinden mühimi, onun da ruhu vardır. (Romantiklerin kulağı çınlasın.) Dünya, onun şifalı/cömert elleriyle beslediği nebatâtla, zerzevâtla doludur. Ağaçlar, çiçekler, meyveler, sebzeler bizi doğrulamak için birbirleriyle yarışırlar.
Toprakla ilgili bugüne kadar kayıt altına alınan sözlerin belki de en veciz, sade, anlaşılır ve hikmetli olanını Yunus Emre söylemiştir. Zira Yunus Emre, toprağın çocuğu ve dilidir. Yüzyıllar sonra neslinden gelen Cengiz Aytmatov’la birlikte toprağın sesi olmuş iki zirvedirler onlar. Bir tarafta evrensel anlamda toprağın felsefesini yapan Toprak Ana varsa, öbür tarafta;
Ben “ay”ımı yerde gördüm, ne isterim gökyüzünde
Benim yüzüm yerde gerek, bana rahmet yerden yağar diyen Yunus’un dizeleri vardır.
Bu mısralar üzerine köklü bir felsefe inşa edilebilir. Toprak ortak paydasında emeği/alın terini öne çıkarır her şeyden önce bu dizeler. İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır, demektir de bu mısralar. Yüzün yere dönük olması alçak gönüllüğe göndermedir. Aslını/özünü hatırlatır insana. Bir yanının hep ölüme açıldığını fısıldar kulağına. Bütün bunlarla birlikte ve bütün bunların yanı sıra, edebiyat araştırmacılarının modern şiir bağlamında dillerine pelesenk olan “dildeki/söyleyişteki alışkanlıkları kırma” bahsinin en güzel ve çarpıcı ilk örneklerinden biridir de “rahmetin yerden yağması” imgesi. Çünkü insan muhayyilesinde yaratıcıyla ve yağmurla özdeşleşen “rahmet” gökten yağar. Viktor Şklovski bu mısraı görseydi/bilseydi bu söyleyiş inceliğine şapka çıkarır ve belki de böylesine şiire yatkın bu dili öğrenmek için yollar arardı, o kadar iddialıyım.
Yunus Emre’ye toprağın çocuğu dememiz öyle lafın gelişi değil. Toprak bahsini bütün yönleriyle/ayrıntılarıyla şiir potasında eriterek usta/hikmetli söyleyişlere ulaşmış şairlerin piridir o. Sarı çiçekle konuşması, dağlar ile taşlar ile Mevla’yı anması, sevdiğiyle arasına giren taş bağırlı dağlara sitem etmesi gibi yüzlerce örnek bulabilirsiniz onun metinlerinde. Ya himmetle buğday arasına sıkışan insanın trajedisi? Bu ve benzerleri elbette emsalsizdir ama, bizce hepsinden güzeli ve kuşatıcı olanı şu olmalı;
Toprakta biter küllîsi gülistandır toprak bana…
“Bitmek” fiilini burada ister “yetişmek, boy vermek, filizlenmek, hayat bulmak” olarak anlayın, ister “sonu gelmek, tükenmek, nihayete ermek, hayatını tamamlamak, yorulmak” olarak. Ben kâinatta her şeyin başının ve sonunun toprağa vardığını anlıyorum bu dizeden. Evvelinin ve ahirinin toprak olduğunu. Öyledir de.
“Toprağın Zembereği”ni Ayvaya Kurmak
Cengiz Aytmatov ile Yunus Emre arasına Aşık Veysel’in şiirlerinden hareketle kelimelerden köprüler kurup bahsi bu şekilde toparladıktan sonra Anadolu insanının toprağa olan bağlılığına/muhabbetine geçebiliriz. Bakmayın siz Tanpınar’ın “Erzurumlu Tahsin” hikâyesinde cezbeye kapılmış bir derviş gibi titreyen ve insanları ürküten toprağa kuşkuyla bakmasına… Geçicidir bu ruh hali ve deprem anına mahsustur. Türk insanı toprağı kutsal bir varlık/dayanak/sığınak olarak görür ve ondan ilgisini esirgemez. Öyle ki, Ahmet Haşim’in “Müslüman Saati” algısının yanına, Anadolu irfanının mucizevî bir idrâkle geliştirdiği “toprağın zembereği”ni yani “toprak saatini” koyabiliriz. Anadolu insanı zamanı, toprağın dilinden hareketle, onun sesine kulak vererek kurar. “İncirler olduğunda” der mesela, “karlar erimeye, nehirler bulanmaya başladığında” der. “Ihlamurlar çiçek açınca”, “kırmızı kar yağınca” der sözün gelişi. “Ayva çiçek açmış yaz mı gelecek, gönül bu sevdadan vaz mı geçecek” der, sözü dallandırıp budaklandırmak istediğinde. Sözü uzatmadan, toprağın zembereğini gelin bir de türkülerden hareketle kuralım.
Elma al olanda gel
Ayva nar olanda gel
Hasta düştüm gelmedin
Bari can verende gel
“Şarkılar bizim romanlarımızdır.” der Yahya Kemal, ama ben bunu “Türküler bizim romanlarımızdır.” diye okur, anlarım. Bir Diyarbakır türküsünden alınan bu dörtlük umutsuz bir âşığın dilinden söylenmiş. “Elmalar kızarınca; ayva, nar olduğunda/olgunlaştığında gel” sözlerinden “kış olmadan gelmeni istiyorum” anlamını çıkarıyorum ben, çünkü kış hasta birisi için belki de ölüm demek. Hele hele o sene ayvalar biraz çoksa, bolsa. Âşık, “iş işten geçmeden gel” diyor kendi dilince. Daha açık ifadeyle elmadan, ayvadan, nardan yola çıkarak zamanı imliyor türkü. Bütün bu unsurlar bizi sonbahara Cahit Sıtkı’nın dizelerine götürüyor;
Ayva sarı nar kırmızı sonbahar!
Her yıl biraz daha benimsediğim.
Ne dönüp duruyor havada kuşlar?
Nerden çıktı bu cenaze? Ölen kim?
Bu kaçıncı bahçe gördüm tarumar?
“Yüzü perde perde solan” âşık, derdini ayvadan aldığı ilhamla anlatmayı deniyor. Ayva, belli ki burada sonunda ölüm olan bir hastalığı işaret ediyor. Verem geliyor insanın aklına ayvanın rengini düşündükçe. Yaşarken son bir defa görmeyi dilediği sevdiğinin, öldükten sonra bile kendisini ziyaret etmeyeceği düşüncesi, bir ateş gibi düşüveriyor türküyü söyleyenlerin de dinleyenlerin de yüreğine.
Bosna’da İçime Düşen Ateş “Sarı Ayva”
İsterim ki bir Boşnak sevdalinkası olan “Žute Dunje”yi (Sarı Ayva) birazdan yazacaklarımı okumadan önce bir kere dinleyin. Hemen hatırlatayım, Boşnak sevdalinkalarında Türkçe kelimelere ve İstanbul’a sıkça rastlanır.
Bosna’nın, Boşnak nüfusunun ağırlıkta olduğu Zenica adlı şehrinde öğretmen olarak görev yaparken birçok Boşnak sevdalinkası gibi hayatıma girdi bu ezgi (Tam tarihi, 11 Mart 2014). Üşenmemişim, şarkının hikâyesini olayı yaşadığım gün şöyle kaleme almışım;
“Bir ‘sevdalinka’ veya şarkı daha keşfettin bugün: ‘Žute Dunje’ (Sarı Ayva)
Ders için bir üst kata çıkıyorum. Merdivenleri adımladıkça ve sınıfa yaklaştıkça yanık bir ses çalınıyor kulağıma. Anlıyorum ki bir öğrencim şarkı söylüyor. Sık sık olur böyle güzel sürprizler burada. Daha önce dinlediklerime benzemiyor bu ezgi. Olduğum gibi kalıveriyorum kapıda, bitmesini bekliyorum şarkının. Eşikte görününce, “Kimden geldi o yanık ses?” diye soruyorum. “Bendim” diyor Munevera. “İçim yandı, nedir bu şarkının hikâyesi?” diyorum. Anlatıyor çocuklar; İstanbul’a gidip üç yıl dönmeyen bir sevgilinin ardından yakılmış bu türkü. Hasta Fatma, sevgilisinden kendisine sarı ayvalar getirmesini istiyor İstanbul’dan. Bir değil, iki değil, üç yıl geçiyor, dönmüyor sevgili. Talihsizliğe bakın ki, gencin İstanbul’dan döndüğü güne denk geliyor Fatma’nın cenazesi.
Anlatılanlardan etkilenince “İsterseniz bir kere daha okuyabilirim hocam.” diyor Munevera sevdalinkayı. “Olur” diyorum. Munevera bir kere daha tutuştururken acının fitilini, memleketim Geyve’nin meşhur sarı ayvaları canlanıyor gözümün önünde, hasta Fatma’nın sararmış yüzü eşliğinde.
Müziğin ortak ve evrensel diliyle anlaştık Boşnak öğrencilerimle. Hasret ve aşkın, insanın içini yakan ortak duygu dünyası bir kere daha çaldı kapımızı.
‘Sevdalar olmasa insan da olmazdı’ diyesi geliyor insanın.”
Altı yıldan fazla bir zaman geçmiş, hâlâ zihnimin bir tarafında bir Kayseri türküsünün;
Ağam İstanbul’u mesken mi tuttun
Gördün güzelleri beni unuttun
Sılaya dönmeye yemin mi ettin
Gayri dayanacak özüm kalmadı
Mektuba yazacak sözüm kalmadı şeklindeki sözleri, diğer tarafında Munevera’nın yanık ezgisi/sesi çınlar durur.
“Sarı Elmas” veya “Geyve Ayvası”
Can Yücel’e gönderme yaparak söylemek gerekirse, atlasa bakarak Geyve’nin nerede olduğunu bulmak bu kadim kasabayı tanımaya ve bilmeye yetmez. Sakarya Nehri’nin geçtiği/beslediği, aynı zamanda “Sakarya Vadisi” olarak isimlendirilebilecek ve en az dört vilayeti içine alan bu güzergâhı veya bu su ve medeniyet yolunu/havzasını, entelektüel merak ve sivriltilmiş bir dikkatle masaya yatırmadan tanımak/bilmek çok da kolay değildir. Bunun için, nehrin denize ulaştığı Karasu’dan, suyun akışına ters bir yolculuğa çıkmak, doğduğu topraklara kadar gitmek gerekir. Yolculuğun özellikle ova kısımlarının, bir dağla/yarla nihayetlendiği yere kadarki kısmını, ki bazen böyle bir sınırı da aşar, “Sakarya Vadisi” içinde değerlendirebiliriz. Alifuatpaşa ve Geyve’den tutun Bilecik, Eskişehir ve Kütahya’ya kadar uzanır bu güzergâh. Geyve ile birlikte bu vadide yer alan tarım arazilerinin hemen hepsi birbirine benzer. Sadece toprağıyla mı, elbette hayır, insanıyla, hayat tarzıyla, dünyaya bakış açısıyla birbirinin devamıdır bu coğrafya. Ama bahis ayva olunca Geyve sanki bir adım öne çıkar ve akla hemen Geyve/Pamukova rekabeti gelir. İki kasaba da bu meyveyi sahiplenir, ama ayva nehrin öbür yakasına, yani Geyve’ye, biraz daha yakışır.
Bilecik’ten Denizli’ye, Manisa/Gördes’ten Malatya/Arapgir’e, Kocaeli/Eşme’den Antalya/Elmalı’ya, Kütahya/Hisarcık’tan Afyon/Emirdağ’a kadar ayvayı sahiplenen çoktur ama bir başkadır Geyve ayvası. (Bir de “Ayvalık” var, niçin “Ayvalık”, bilemiyorum.) Geyve toprağının “sarı elmas”ıdır o. Daha suludur, daha serttir. Aromasıyla, tadındaki şekerle, içinde barındırdığı asit oranıyla hemcinslerinden ayrıdır.
Geyve’ye sığmıyor artık ayva, dünyanın birçok ülkesi tarafından adeta kapışılıyor. Kendisi de ticaretin içinden gelen Geyve Belediye Başkanı Murat Kaya, kayıtlara geçirdiği “Geyva” (Geyve ile ayvanın ilk hecelerinden oluşur) markasıyla ayvayı ve bu kasabanın yöresel ürünlerini, yine bu yörenin kadınlarını istihdam ederek hem Türkiye’ye hem dünyaya tanıtmaya/pazarlamaya devam ediyor. Bu teşebbüsü bölge ve yöre insanı için önemsediğimi, değerli bulduğumu burada bir kere daha yinelemek isterim. Bu teşebbüsün Geyve gibi ekmeğini topraktan çıkaran diğer Anadolu kasabalarına örneklik teşkil etmesi gerektiğini, belki de ediyordur, burada bir kere daha hatırlatırım.
“Sakarya Vadisi” içinde bulunan yerler, başta Geyve ve Pamukova olmak üzere, Kaynarca, Ferizli, Osmaneli, İznik, Gölpazarı, Bozüyük, Söğüt, Pazaryeri, Gemlik, Sarıcakaya, Sivrihisar, Gediz, Tavşanlı, Simav, Şuhut… şeklinde sıralanabilir.
Başka rivayetler de olmakla birlikte “ayva” kelimesinin Türkçe olduğu, “avya” sözcüğünün zamanla “ayva” şeklini almasıyla ortaya çıktığı söylenebilir. (Kelime Azerbaycan Türkçesinde önses türemesiyle “heyva” şeklindedir.) Bu meyvenin anavatanlarından biri Anadolu toprağıdır. Bu coğrafya ayvayı öyle sevmiş/benimsemiş ki renginden kokusuna, kabuğundan/yaprağından çekirdeğine kadar her parçasına ayrı ayrı değer vermiş, sadece kırk çeşit yiyeceğini/içeceğini yapmamış, türkülerine, şarkılarına, manilerine, ninnilerine, bilmecelerine, şiirlerine, resimlerine, gravürlerine, rüyalarına misafir etmiştir. Bilgi almak için, otuz yıldır Geyve’de yaşayan, ömrü meyve sebze bahçelerinde geçen biricik ablamı aradığımda, ayva der demez üç yiyeceği/içeceği hiç düşünmeden sıraladı; komposto, reçel, tatlı… Demek ilk akla gelenler bunlar, ama ayva denince marmelat, ayvalı pilav, ayvalı et sote, ayva dolması, ayva kalyesi (ayva yahnisi), seferceliye (ayva et yemeği), ayvalı kereviz salatası, ayvalı kek, ayvalı muhallebi, ayvalı dondurma, ayvalı lokum gibi daha birçok yiyeceğin/içeceğin de akla geldiğini unutmamak lâzım.
Küçük bir parantez açarak ilk defa Geyve’de üretilen ayva kolonyasından da biraz bahsetmek isterim. Bu kolonyayı mutlaka görün derim. Hafif, rahatlatıcı ve huzur verici bu kokuyu çok seveceksiniz. Deneyince, kreme benzer yumuşatıcı ve besleyici bir etkisinin olduğunu göreceksiniz. Yeter ki bir kere kullanın evinizin en güzel köşesinde hak ettiği yeri alacaktır.
Ayvanın bağbozumu veya başka bir ifadeyle hasadı sonbaharda yapılır. Özellikle ekim ve kasım ayları ayvanın tam olarak sarardığı, olgunlaştığı zamanlardır. Ablama, “Nasıl anlarız ayvanın olgunlaştığını?” diye de sorduğumda “Tüyünü döktüğü ve sarardığı zaman.” dedi. Aklıma divan edebiyatı şairlerinin bin bir incelikle anlattıkları sevgilinin ayva tüyleri geldi.
Geyve’de adına festivaller düzenlenen ayvanın yanı başında, yine bu verimli ve cömert toprakların yöre halkına hediyesi olan üzümden, elmadan, armuttan, kirazdan, erikten, incirden, domatesten, biberden, soğandan, patatesten, kavundan, karpuzdan, şeftaliden, mısırdan, buğdaydan ve özellikle zeytinden bahsetmeden olmaz. Akdeniz bölgesinin tipik birkaç sebze ve meyvesi dışında bu topraklarda hemen her şey yetişir. İnanın abartmıyorum. Kırk yıllık hayalim Geyve ile Pamukova arasına Sakarya Nehri’nin hemen kenarına Türkiye’nin, hatta dünyanın en işlevsel ziraat fakültesinin kurulmasıydı, olmadı. Bu fakülte şimdilik şehrin merkezine, fabrikaların ortasına, Arifiye’ye kuruldu. Keşke “Sakarya Vadisi”nde yer alan şehirlerden biri buraya veya bu bölgeye yakın bir yere bir ziraat fakültesi kursa…
Toprak önemli, toprağın sesi, rengi, kokusu, masalı önemli. Şairin de dediği gibi insan yaşadığı yerin toprağına benzer nihayetinde veya kendine benzetir toprağı. Tevazuuyla, bereketiyle, cömertliğiyle.
İnsan yaşadığı yere benzer
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
Suyunda yüzen balığa
Toprağını iten çiçeğe
Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine
Konyanın beyaz
Antebin kırmızı düzlüğüne benzer
Göğüne benzer ki gözyaşları mavidir
Denize benzer ki dalgalıdır bakışları
Elbette öyledir.
Halk arasında ayvayla ilgili söylencelerden/inançlardan bir seçki yaparak yazıyı toparlamaya çalışalım. Eskiden sandığa naftalin yerine ayva konulurmuş. Çocukları güzel ve gamzeli olsun diye hamile kadınlar bol bol ayva yerlermiş. Öksürüğe karşı ayvayla karıştırılmış süt içilirmiş. Çekirdeğiyle güzellik maskesi yapılırmış. Kars’ta şeker gibi çaya katılır, Van’da ayva dilimi bardağa konulur çay bittikten sonra afiyetle yenirmiş. Malatya/Arapgir’de içine karabiber, karanfil konulan ayva külde pişirilir ve yenilirse şifa bulacağına inanırmış insanlar. Sirkesi de yapılırmış ayvanın.
Ayrıca mitolojide doğurganlık simgesi olan ayvanın, insanın cennetten çıkarılışına neden olan meyve olduğu yönünde görüşlerin bulunduğunu buraya ekleyelim. “Ayvayı yemek” ayvanın zor yenen, çiğnenen, yutulan bir meyve olduğunu akla getirse de bu deyimin mitolojiye kadar uzanan bir geçmişinin olduğunu hatırlatalım.
Yazı isterseniz bir Bayburt türküsüyle bitsin;
Meyvelerden üç meyve var yiyilir,
Birin elma birin ayva nar da var!
Not: Bu yazı, Kütahya Dumlupınar Üniversitesi, Lisansüstü Eğitim Enstitüsü’nün çıkardığı (Seyir Defteri, Eylül-Ekim-Kasım-Aralık (Sonbahar) 2020, s. 26-31.) künyeli dergide yayımlanmıştır.