Köy fırınında yapılan ekmeğin tadı da kokusu da bir başkadır. Çıtır çıtır yanan meşelerin kızdırdığı fırından sıcacık çıkar ekmek. Mis gibi buram buram kokar. Hiçbir fırının ekmeği, köyde annelerimizin, ninelerimizin yaptığı ekmeğin yerini tutamaz. Ekmeğe değen anne eli, her şeye değer katıp güzelleştirdiği gibi ekmeği de güzelleştirir. Değme aşçılar ellerine su dökemez.
Rahmetlik anneannem de çok güzel ekmek yapardı. Biz de merakla yanına oturup, onun hamuru iki eliyle gayretli gayretli yumruklayışını seyrederdik. “Her şeyin bir edebi, âdâbı, usûlü vardır” derdi. Ekmeğe lezzet katan işte bu yol, yordam, usûl ve erkandı belki…
Şimdi ekmek kokusu sardı her tarafı. Hamur yapacak anneannem tıpkı eski günlerdeki gibi. Köy fırınında ekmek sırası bize gelmiş. Anneannem önce evi temizlemiş, elbiselerinin temizini giymiş. Zannedersiniz ki ibâdete niyetlenmiş. Abdestini alıyor, saçını bembeyaz tülbentle güzelce bağlıyor. Kocaman ahşap ekmek teknesini besmeleyle birlikte önüne çekiyor. Fısıldayarak sihirli cümleyi söylüyor, “benim elim değil Fadime Anamızın eli.” İnanarak, bütün samimiyetiyle söylediği cümlenin nûru gözünde ışıyor, pembe yanaklarında güller açıyor. İşte bu söz ekmeğe bereket katıyor, yiyenlere şifa oluyor…
Tekneye koyduğu unun ortasını kınalı elleriyle açıyor ve belki de tâ annesinden kalmış mayasını bu undan havuzun içine koyuyor. Yavaş yavaş suyunu verip bir yandan okşar gibi elleriyle hamuru karıştırırken, bir yandan da bize nasihatler veriyor: “Hamurun suyunu çok koyarsan cıvık olur, şekle girmez. Eğer unu çok gelirse katı olur, bir araya toplanmaz, yoğuramazsın. Bozuk maya koyarsan hamurun mayalanmaz. Maya tutmayan hamurdan da ekmek olmaz!” Büyük bir ciddiyetle hamuru yoğurmaya devam ederken, unun hamur olma aşamalarını açıklıyor: “Hamuru sabırla, bıkmadan kıvamını buluncaya kadar yoğurmalısın. Una su koyup karıştırmaya başladığın zaman hamur, eline de etrâfına da sarar[1], aldığı kadar un ilâve ede ede hamur tekneye yapışmayı bırakıp eline sarar[2]. Yoğurmaya devam ettikçe eline yapışmayı da bıraktımıydı o vakit şekle girmiş, güzel bir kıvama gelmiştir gayri[3]. Ateşi görüp çevrile çevrile pişince, eyi bir ekmek oldu demektir[4].” Anneannem sözleriyle birlikte hamurunu da toparlayarak, iyice özleşen hamuru, temiz örtüler altında dinlenmeye bırakıyor. Ekmekler, sıcaktan kızıla dönen fırın taşının üstünde içini çeke çeke pişerken, mis gibi sıcak ekmek kokusu bütün sokağı sarıyor. Gelene-geçene, kurda-kuşa, uçana-kaçana büyük bir ziyâfet oluyor…
Ekmek bizim hikâyemizdir, inancımızdır, değerlerimizdir, örfümüz irfânımızdır. “Fadime Anamızın elidir”. Helâl lokmanın lezzeti, alın terinin izzetidir…
İnsanın hikâyesi, ekmeğin hikâyesidir. Tekne insanın bedenidir. İçine koyulan un, zorluklarla elde edilen ilimdir. Samimiyet suyuyla yumuşatılmamış ilim, sahibini kaskatı yapar, kibri yüzünden insanlardan uzak durur. Samimiyeti fazla olana da ilim ununu vermelisin ki ilmin vakarıyla kendini toplasın. İmân mayasıyla mayalanmalı ki ekmek olabilsin. İrfan sahibi ellerde himmetle yoğrulup, tevekkül durağında dinlensin. Aşkın ateşiyle kızmış fırında, hikmet közünde ağır ağır pişsin. Pişsin de nihâyet kâmil insan olabilsin…
Dipnotlar
[1] Tasavvuftaki kemâl mertebelerinden, fena fi’l-ihvan mertebesine karşılık gelir.
[2] Tasavvuftaki kemâl mertebelerinden, fenâ fi’ş-şeyh mertebesine karşılık gelir.
[3] Tasavvuftaki kemâl mertebelerinden fenâ fi’r-resûl mertebesine karşılık gelir.
[4] Tasavvuftaki kemâl mertebelerinden fenâ fillâh mertebesine karşılık gelir.