Yıllar geçiyor ve yaşlandıkça geleceğe daha meraksız, geçmişe daha özlemli oluyor insan.
Kahraman TAZEOĞLU
Pek güzel zamana denk geldi bizim çocukluğumuz. Evimizin bahçeli olmasının verdiği rahatlık ile yaz kış bahçemizde oynamanın hazzını, yazın güneşin şifasını, kışın ayazın ürpertisini tüm hücrelerimize kadar hissederdik. İp atlamanın, top oynamanın, saklambaç oynamanın, kışın kartopu oynayıp kardan adam yapmanın, kızak kayıp, kenara yığdığımız karlardan mağara yapmanın ne demek olduğunu, oyunun asıl bu olduğunu bilirdik. Hayat güzeldi, Murathan Mungan’ ın da dediği gibi “Biz büyüdük ve kirlendi dünya…”
Mahalleden seçilmiş bir kaç arkadaş ile ya bizim ya da onların bahçede oynamamıza müsaade edilirdi, çadırlar kurar piknik yapardık, ağzı bozuk, ahlaksız bir çocuk ise sakın onunla arkadaş olma diye tembihlenirdik. Yaşça emsalimiz olan kuzenlerimiz de çoktu, bilhassa yaz gelince seyreyle cümbüşü. Şehir dışından, yurt dışından gelen kuzenlere bir de memleketteki kuzenler eklenince değmeyin keyfimize. Öyle kuzenlerimiz geldi diye seçilmiş mahalle arkadaşlarımız paspas altına atılmazdı haa, toplaşıp hep beraber güler eğlenirdik. Analarımızı toplayıp müsamere yapmışlığımız bile vardır hani.
Yorulup acıkınca, hepimiz anlaşarak evden aynı şeyleri getirir pay edip, bölüşerek ne de güzel iştahla yerdik nimeti. Tadı vardı sanki o vakitler domatesin, salatalığın ya da ne bileyim büsbütün ağzımızın. Her şey gibi ne çocuklukta bir neşe ne ağızda bir tat kaldı. Yazın yaz meyvesi sebzesi, kışın kış meyvesi sebzesi yenirdi. Öyle üç beş çeşit yemek yapalım şundan da bundan da yensin gibi bir hengâme olmazdı evlerde. Mütevazı sofralarda yemek yer gıda alırdık, midelerimizin kimyasal çöplük olmadığı, gıdanın gıda olduğu vakitlerdi vesselam. Galiba “eskisi gibi mi ya hu, şimdi yaz-kış her meyve sebze bulunuyor” demeyi nimet saymaya başlayınca yanıldık. Kışın yediğimiz domatesin, patlıcanın ömrümüzü zehirlediğini, kâsede, janjanlı ambalajlarla sunulan paketli yağların bir gelişmişlik düzeyi olmadığını, has tereyağının, zeytinyağının muazzam bir gıda olduğunu hayli zaman zehirlendikten sonra anladık.
Tavuk eti yiyoruz diye yakın geçmişten bu yana neler yedik ve yemeye devam ediyoruz anlamak namümkün. Rahmetli dedemin bahçede beslediği tavukları olurdu yumurtasını yerdik mis gibi, bir de vakti geleni dedem keser, annemler bir gün sabahtan akşama kadar maltız (mantiz) de pişirirdi de kok kömüründe bana mısın, demezdi, zalim tavuklar. Ama tavukta, tavuktu haa. Muazzam bir tadı, lezzeti vardı. Çocukluktan kalma o tadı yazarken bile damağıma vuruyor…
Gıdada iyi kötü “organik” döneme girmek için çabalamaya başladık da, davranışta nasıl olacak bilemedim. Hayatlar, yenilen, içilenler, gezilenler, görülenler, hastane yataklarında çekilen işkenceler bile muazzam bir paylaşımcılıkla (!) ve sosyal medya mahareti ile hep umuma açık hale geldi Allah hepimizi ıslah etsin. Mahremimize bile sahip çıkmadan, dudakları uzatıp, gözleri süzerek çekilen filtreli resimleri umumun beğenisine sunar olduk, daha ne olsun? Özel hayatın gizemini, özelliğini yok ettik el birliği ile, âlemin beğenisi için, rol yaparak, kişiliğimizi yok sayarak, kendimizden ve aslımızdan uzak, bir fotoğraf karesi ya da bir videoluk kiralık hayatlar yaşar olduk, ne kadar acı ki.
Beni yakinen tanıyanlar iyi bilir facebook dışında hiç bir sosyal medya ile bağım yoktur. Ne WhatsApp, ne diğerleri… Bazı konularda cehaletin mutluluk olduğunu sonuna kadar savunup, sosyal âlemin ömrümüzden çaldığına inananlardanım. Facebook hesabımda da, özel hayatımın özel kalmasına dikkat etmişimdir her daim. Kendime koyduğum kurallarım ve yasaklarım vardır, çizdiğim bir çizgim ve kendime verdiğim ve asla çiğnemediğim, esnetmeyi bile kendime ihanet saydığım sözlerim… Hegel’in bir sözü vardır “Zekâsını beğendiğin birinin görüntüsünü merak etme. Zekâsını kullanmayan birinin ise görüntüsünden etkilenme.” diye. Muazzam bir öğreti olarak, alıp hayatımda bir yer vereli hayli zaman oldu. Demem o ki fikrini, zekâsını beğendiğim bir insanın neye benzediğini hiç merak etmedim, düşüncemi beğenenler de benim neye benzediğime takılıp kalmasın mesajı vermeye çalıştım, özelin özel kalması gerektiğinin altını çizdim, naçizane.
Başıma absürt işler gelmedi de değil bu hususta. Bahse konu olayın başkahramanı bendeniz ve yakinen tanımadığım sosyal ortamdan yani facebooktan tanıdığım, orta yaş bir ablamız ki “sağlam bir davanın neferi olarak nitelendiriyor” kendi kendilerini, zatı şahaneleri. Yine ne yazık ki pedofili vakalarının sıkça duyulduğu bir zamanda torunlarının denizde yüzerken, güneşlenirken, oynarken ki resimlerini paylaşınca tamamen anne olmanın da verdiği bir refleks ile insanlık vazifemi yaparak, yaptığının doğru olmadığını, bu ortamda her türlü kötü niyetli insanların olduğunu hatırlatma gereği duydum ama vay sen misin, bunu diyen. Kendisi ve aynı kafadan arkadaşlarının saldırısına maruz kalarak, sapık düşünceli olmakla bile suçlandım, trajıkomik bir şekilde, şimdi okur mu bilmiyorum çünkü ben onu sosyal medya hayatımdan hemen attım ve neyse işte akıllandım mı, asla… Doğru bildiğimi söylemekten vazgeçmedim ve geçmeyeceğim…
Yine düşünceler birikmiş belli ki, yazdıkça yazmışım. Daha çok yazacaklarım var da başka bir yazımızda dertleşelim artık, bu yazılık yeter, olmaz mı?
Ha bu arada, kimsenin beğenisini umursamayınca muazzam bir özgürlük düzeyine ulaşılıyor, benden söylemesi. “Hiç bir kınayanın kınamasından korkmadan” tarzı, tavrı, doğrusu ve duruşu olan insanlar olmayı ve özel hayatımızın özel kalmasını yaradan bizlere nasip etsin inşallah. Esen kalın efendim…
Tuba Yalçın ÇELİK