Nazım Hikmet gibi memleketten kaçmak isteyen Sabahattin Ali’nin kaçış planı rivayete göre 1948’in Şubat’ında Adalet Cimcoz’un evinde yapılmış. Plan gereği Sabahattin Ali nakliyecilik yapıyor görüntüsü altında Bulgaristan’a iltica edecekti. Bu durumda bir kamyona ihtiyaç vardı. Kamyonu Adalet Cimcoz mu ayarlayacaktı yoksa kamyon için gerekli olan parayı mı temin edecekti; orası biraz karanlık olsa da nihayetinde Sabahattin Ali’ye bir kamyon temin edilmiş, işler yoluna girmiş, hikâyeci olarak bilinen Sabahattin Ali birdenbire nakliyeci oluvermişti. Sonra… Sonrası hepimizin malumu. 2 Nisan 1948’de Bulgaristan sınırına yakın bir yerde, Sabahattin Ali kendisine kılavuzluk yapan adam tarafından öldürülmüştü.
Tabii bu haber aylar sonra duyulunca ortalık toz duman olmuş. Sanatçı dostlarının sorgu sual dolu bakışları arasında karı koca Cimcozlar, acaba MİT’ten miydi denilerek kara listeye alınmışlar. Çünkü yine rivayete göre bu kaçış planını sadece Cimcozlar biliyormuş. Öyle ya da böyle, bu sonu felaketle biten olayın ardından Adalet Cimcoz, o çok sevdiği sanat âleminden hem elini eteğini çekmiş hem de onlara evinin kapısını kilitleyivermiş.
Peki, kimdi Adalet Cimcoz?
Azra Erhat’ın “Ada” diye seslendiği Adalet Cimcoz, tiyatrocu Ferdi Tayfur’un kız kardeşidir. Maya sanat galerisinin sahibi. Sevimli köpek Zibidi’nin her şeyi, Fitne Fücur köşesinin dedikodu yazarı, Türkiye’nin dublaj kraliçesi ve Fatma Girik’in, Türkan Şoray’ın, Belgin Doruk’un, Filiz Akın’ın beyaz perdedeki bazen şen şakrak, bazen hüzünlü sesidir…
Babası topçu subayı bir Türk, annesi Alman. 1910’da Çanakkale’de doğar. 1912’de Balkan Savaşı patlayınca Albay, güvenlik için eşini ve çocuklarını Berlin’e yollar.12 yıl orada kalırlar. Çocuklar ilk ve orta öğrenimlerini Almanya’da yaparlar. Türkiye’ye dönüşleri Cumhuriyet ilan edildikten sonra olur.
Adalet’in ağabeyi Ferdi Tayfur, Beyoğlu’nda kendine kafa dengi bir muhit ayarlamış, tiyatro, operet, sinema sanatçılarıyla düşüp kalkarken Adalet, “ana dili” Almanca sayesinde Toprak Mahsulleri Ofisi’nde tercüman olarak çalışır. Bu arada iş yerinde tanıştığı avukat Mehmet Ali Cimcoz ile 1939’da evlenir.
Avukat Bey, bir paşazadeydi ve sanatla dostluğu oldukça iyiydi. Onun bu ilgisi Adalet için yeni ufuklar açmıştı. Bilhassa resimle ve edebiyatla yakından ilgilenen Mehmet Ali Cimcoz, evine sık sık sanatçı arkadaşlarını davet ediyordu. Bazen sabaha kadar süren buluşmalarda hem yenilip içiliyor hem de sanat âleminin dedikodularına varıncaya kadar her şey konuşuluyordu. Sabahattin Ali, Azra Erhat, Sabahattin Eyüboğlu, Ahmet Hamdi Tanpınar, Şevket Rado, Semih Balcıoğlu, Ara Güler, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Yaşar Nabi Nayır, Altan Erbulak gibi isimler Cimcoz ailesinin en yakın dostlarının arasındaydı.
Bu arada abisi Ferdi Tayfur ise Beyoğlu’nda kısa zamanda şöhret olmuştu. Sinemada, tiyatroda oynuyor, yönetmenlik yapıyordu. Gerçi oyuncu ve yönetmen olarak adını pek duyuramamıştı ama dublaj sanatçısı olarak şöhreti büyüktü. Fakat bir gün gelecek, bu şöhretli adamın sayesinde dublajda yeni bir ses ortaya çıkacak ve kısa zamanda Ferdi Tayfur’u geride bırakacaktı: İşte o ses Adalet Cimcoz’du.
Azra Erhat, bir yazısında onun için şunu söylüyordu: “Onun kadar güzel Türkçe kullanan başka bir sanatçı tanımadım doğrusu. Sesi bir yandan zevkinizi okşarken, öte yandan da sözü söz ve öz olarak çın çın dolaşırdı beyninizin kıvrımlarında.”
Adalet, artık devlet memuru değildi. Memur mütercimlikten vazgeçmiş, kendini tamamen sanat çalışmalarına adamıştı. Eşi de onu bu yönde destekliyordu. Sabahattin Eyüboğlu ve Azra Erhat’ın teşvikiyle dergilere eleştiriler yazmaya ve çeviriler yapmaya başlamıştı. Bertolt Brecht, Knut Hamsun, Franz Kafka, gibi yazarların kitaplarını Türkçeye kazandırırken 1962’de Kafka’dan çevirdiği ‘Milena’ya Mektuplar’ kitabıyla Türk Dil Kurumu Çeviri Ödülü’nü kazanmıştı.
Bu kitabın vitrinlerde görünmesinde kuşkusuz Ahmet Hamdi Tanpınar’ın da az da olsa bir katkısı vardır. O zamanlar Tercüme bürosunda görevli olan Bedrettin Tuncel’e yazdığı bir mektupta bakın ne diyor:
Kardeşim Bedri, İstanbul, 5 Ocak 1961
Bu akşam Adalet ve Mehmet Ali Cimcoz’da idim. Adalet, bildiğin gibi. Şöyle bir sekiz senedir Kafka’ nın sevgilisi Milena’ ya mektuplarını tercüme ediyordu. Nihayet tercüme bitmiş. Bittabi en müsait neşir imkânı olarak hatta en sade, en müsait değil, en ciddi tercüme bürosunu düşündük; bir istida ile müracaat da etti. Tercümeyi ben çok beğendim. Adalet Almancayı ana dili olarak bilir. Atlaması imkânı yoktur. Bu işi senin behemehâl destekleyeceğini kendisine vaat ettim. Biliyorsun ki bu mektuplar sade Kafka’nın eserinin anahtarı değildir, modern hâletiruhiyenin yahut psikolojinin, bir çeşit atmosferin de -Valery’nin dediği gibi “Birçok kelime ile izahı kabil bir meseledir bu.” – en iyi izahını verir. Bu itibarla Türkçede neşri bence çok faydalıdır. Lütfet, beni yalancı çıkarma…[1]
Tanpınar’ın “neşri faydalıdır” dediği kitap piyasaya çıkar. Adalet Cimcoz, kitabın dibacesinde mektuplarla başlayan bir “sevgi”nin – sevda mı desek acaba?- yine mektuplarda kalan bir “sevgi”yle nasıl büyüdüğünü ve bugünlere bir aşk romanı gibi nasıl ulaştığını açıklar.
Kafka’nın yazdıklarını, Almancadan Çekçeye gazeteci Milena Jesenska çeviriyordu; böyle tanışmalardı. Üç yıl süren mektuplaşmalar, üç kez buluşmalarına vesile olmuştu. Her buluşmadan sonra Kafka kendini büyük bir günah işlemiş gibi suçlu görür, tiksinir, üzülür fakat yine özlermiş Milena’yı. Çünkü o sıralar Milena evli, Kafka da nişanlıymış. (Kafka bir kızla iki kez olmak üzere üç kez nişanlanmış.) Ama çok sonraları bambaşka bir kızla, 40 yıllık ömrünün son günlerine kadar (3 Haziran 1924) evli kalacağı Dora Dymant adında, kendisi gibi Yahudi olan bir kızla evlenmiş. Milena ise bir zaman sonra kocasında ayrılmış. Sıkıntılı günler geçirmiş. Hitlerin meşhur toplama kamplarından birinde 17 Mayıs 1944’te hürriyetine kavuşamadan ölmüş.
Milena bu mektupları 1939 yılında yakın arkadaşı olan Willy Hass’a vermiş. Hass, tarihsiz mektupları sıraya koymakta epeyce zorlansa da yayımlamayı başarmış. Fakat ne yazık ki Milena’nın Kafka’ya yazdığı mektuplar bulunamamış.
İşte böyle evli-nişanlı insanların yaktıkları sevda ateşi, bu “yalancı dünyada” bir karşılık bulmasa da yeni yeni sevdalara kanat açanlara ya da açacak olanlara farklı bir tecrübe kazandırmaktadır. Şimdi gelin mektuplar arasında küçük bir gezinti yapalım:
İlk mektup “Sevgili Bayan Milena” diye başlar, sonrakilerin bazılarında hitapsız bir giriş karşımıza çıkar, bazıları ise haftanın günlerinden biriyle başlar… Son mektup artık Sevgili Milena’dır.
Sevgili Bayan Milena[2]
Size Prag’dan, sonra da Meran’dan yazmıştım. Karşılık vermediniz. Gönderdiğim o pusulaçıklara karşılık beklemem yersiz, biliyorum. Yazmadığınıza bakılırsa iyi olmalısınız; bizler çoğunlukla iyi olduğumuz zaman susarız, böyle ise sevinmem gerekir.
İki şey bekliyorum sizden: Ya sürecek sessizliğiniz, bu demektir ki: “Üzülme, iyiyim”, ya da yazacaksınız bana.
Ne tuhaf… yüzünüzü bütün ayrıntılarıyla getiremiyorum da gözümün önüne, pastanede, masaların arasından geçip gidişinizi çok iyi hatırlıyorum. Biçiminizi, giysinizi görür gibiyim.
Candan Kafka
“Ne anlaşılmaz bir insansınız Milena! Viyana’da yaşıyorsunuz, derdiniz başınızdan aşmış, gene de şaşmaya, üzülmeye vakit bulabiliyorsunuz… Başkalarını, örneğin beni düşünüyor, uyuyamadığım için üzülüyorsunuz!
Neden korktunuz son mektubumdaki “bağışlayın” sözünden? Çok kötü, uykusuz geçen günlerimdeydi, tuttum o öyküyü yazdım size, bana hep sizinle çağrışım yaptıran o öyküyü… Bitirdiğim vakit şakaklarım öylesine zonkluyordu ki, niçin yazdım diye düşündüm. Burada olsaydınız, burada balkonda…
Sizin Franz K
Salı
Seni gördüm düşümde bu sabah gene. Yan yana oturuyoruz… Sen itiyorsun beni, ama kızmadan; gülerek. Üzülüyorum, ittiğin için değil, seni itmeye zorlayan davranışıma üzülüyorum. Sızlanmayan, yakınmayan herhangi bir kadına davranır gibi davranıyorum sana; sessizliğinin ardındaki sesi -hem de bana seslenen sesi- duymadığıma üzülüyorum. Duyamadım mı dersin? Duymuş da olsam, karşılık veremedim ya!
Senin
(Adımı da yitirdim! Küçüle küçüle “Senin” kaldı yalnız.)
Perşembe
Yalnız şundan söz etmek istiyorum bugün: Mektuplarınızı iyice okumadım daha, çevresinde dolandım, ışığın çevresinde dolanan pervane gibi… Ben de birkaç kez yandım. Hemen şunu anladım ama: İki apayrı mektup bunlar, biri kana kana içilsin diye yazılmış, ötekisi ise korkunç…
Cuma akşamı
Alıkça yazdım bu sabah sana gene; şimdi sevgi taşan iki mektubun geldi. Bunların karşılığını salı günü karşılaştığımızda vereceğim. İçimde, ya da dışımda beklenmedik bir şey olmazsa, salıya Viyana’da olacağım. Yanılmıyorsam salı günü bayram, mektup ya da telgraf eline geçmeyebilir. Seninle buluşacağımız yeri şimdiden yazabilsem ne iyi olurdu, değil mi? Ama olmaz, buluşacağımız yeri şimdiden bildirirsem, boğulurum o zamana kadar. Üç gün üç gece o yerin bomboş kalacağını ve ancak salı günü belli bir saatte orada olabileceğimizi düşünmek, çıldırtabilir beni. Şu yeryüzünde bana yetecek kadar sabır var mı dersin, Milena? Bunun karşılığını, salı günü verirsin.
Cumartesi
“İyi ve sabırlıyım, öyle mi? Bilmiyorum, ama şunu biliyorum: İyi geliyor böyle demen, bedenime bile iyi geliyor, önünde sonunda bir telgraf, bir kâğıt parçası, ne yazık ki, uzatılmış bir el değil. Gene de yorgun, üzgün bir havası var, yataktasın, belli. Ben de üzgünüm, bugün de mektup gelmedi senden, gene mektupsuz geçti bu günüm de; iyi değilsin anlaşılan. Telgrafı çekmek için postaya gidebildin mi? Belki de hiç çıkmıyorsun yataktan? Odandasın hep? Ben de buradan çok senin o odanda yaşıyorum.
Sevgili Milena,
Size başlanmış bir mektup hanidir duruyor önümde, bitiremedim bir türlü; başladı gene eski dertlerim, burada da buldu beni, yere serdi biraz; her şeyden yoruluyorum, bir sözcük bile yoruyor beni, yazdığım her şey çok büyük görünüyor gözüme, gücümle bağdaştıramıyorum, “selamlar” sözcüğünü yazsam yalnız, gene kuşkulanıyorum; bu selamlar, ben soluk alamazken, o gürültülü, azgın, karanlık L. Sokağını geçme gücünü bulabilir mi kendinde, diyorum. İşte onun için yazmaktan vazgeçiyorum.
Evet, bu “selamlar” Milena’nın Prag’da oturduğu o gürültülü, azgın, karanlık L. Sokağını belki geçmiş, belki geçememiştir. Ancak zamanın “unutulmazlar bulvarından” bazen neşeli-kederli bazen kırık dökük geçerek günümüze kadar ulaştığı kesindir.
İşte 5 Mart 1967 tarihli bir başka aşk mektubundan:
“Kafka’dan Milena’ya mektuplar… Sanki bir bakıma kendimi buldum bu mektuplarda… Tek rakibiniz Kafka. Ama Milena sizin mektupları okusa, beni ortadan kaldırıp tahtıma oturmak isterdi.” [3]
İmza Lamia Çataloğlu. Cemil Meriç’in sevgilisi, aşkı, mesai arkadaşı. Dokuz ay sürmüş mektuplaşmaları. Lamia Hanım 193, Meriç 56 mektup yazmış.
İkisi de evli. İkisi de birbirlerinin eşlerinden haberdarlar. 38 yaşından sonra iki gözünü de aydınlığa kapatan Cemil Meriç‘in karanlık dünyasına avuç avuç ışık, renk renk yaşama sevinci taşıyan Lamia Hanım, İngilizce öğretmenidir. Birlikte “Köprüden Düşenler”i Türkçeye çevirmişler.
1983’te eşi Fevziye Hanım’ı kaybeden Cemil Meriç’i hiç yalnız bırakmaz Lamia Hanım… 1985’te üstat felç olduğunda, yanı başında yine o vardır. Meriç, son nefesini verinceye kadar vefakâr bir sevgili örneğidir Lamia Hanım. Milena’yı kıskandıracak derecede yüce bir aşkın masal kahramanı gibi…
İşte dublaj kraliçesi Adalet Cimcoz’a ödül kazandıran “Kafka’dan Milena’ya Mektuplar”ın yansıması.
Bir başka yazımızda belki de üstadın, Lamia Hanım’a yazdığı mektupları okuruz kim bilir?
Hoşça kalın… Selamlar…
[1] Mektup Özel Sayısı, TDK Yay. Ank. 2017, s. 304
[2] KAFKA, Milena’ya Mektuplar, Çev. Adalet CİMCOZ Say Yay. İst.
[3] Haz. Mahmut Ali MERİÇ, Jurnal-2 Cemil MERİÇ, İletişim Yay. İst.1993