Prof.Dr. Fazlı KÖKSAL
Ben de Yazdım; Milli Mücadelenin Galip Hocası, İş Bankası’nın kurucusu ve ilk genel müdürü, Mustafa Kemal Atatürk’ün Son Başbakanı, Türkiye Cumhuriyetinin 3. Cumhurbaşkanı, Celal Bayar’ın 1910’lardan 1930’lara varan anılarını ve gözlemlerini kapsamaktadır.
1970’li yıllarda Celal Bayar’ın “Ben de Yazdım” kitabını, kitapçı vitrinlerinde görünce, belge fotoğraflarıyla dolu bir kitaptır. Sekreterlerine talimat vererek yazdırmıştır, 2000 sayfanın üzerindeki kitabı nasıl yazacak? diye düşünmüştüm. Açıkçası bir kitap olarak bile dikkate almamıştım. Çoğu zaman bir olaya, bir kişiye ön yargılı yaklaşsam sonradan yanıldığımı anlarım. 2019 yılıydı sanırım, bir sahafta yeniden karşılaştım “Ben de Yazdım” ile… Sayfalarını rastgele karıştırırken okumaya başladım;
“Refik Koraltan savcı olarak Gelibolu’da bulunuyor, ordunun geri hizmetlerine yardım ediyordu. Tümen Kumandanı Yarbay Mustafa Kemal Bey’e rastladı.
Koraltan, genç kumandanın geniş bilgisine güvenerek şu suali sordu:
– İtilaf Devletleri aleyhine niçin harbe girdik?
Genç subay karşısındakini şimşek gibi çakan parlak gözleriyle süzdükten, sual sahibinin iyi niyetini kavradıktan sonra cevap verdi:
– Bırak çocuğum. Artık vazife başlamıştır.
Evet, Türkiye için harp bir ’emrivaki’ olunca milli vazife başlamıştı.
Vatanın imdadına koşmak lazımdı. O da böyle yaptı.”
Üslup güzel, Türkçeye hakim bir anlatım. Okumaya devam ettim, ne kadar zaman geçti bilmiyorum, yüz sayfa kadar okumuşum. Sekiz cildi sahaftan alarak çıktım. Kısa bir sürede okudum.
Pandemide evde hapis olunca kitap okumaya ve kitap tanıtım yazıları yazmaya ağırlık vermeye başladım…
Kitap tanıtımı yazısı en zorlandığım yazı türüdür. Hele o kitap kısa bir dönemi kapsayan çok farklı konuları anlatan sekiz cilt ve 2024 sayfadan oluşan bir kitapsa…
En iyisi sözü yayıncıya ve yazarına bırakmak…
Kitabın “Sunuş” yazısında “Ben de Yazdım” okura şu cümlelerle takdim ediliyor;
“Ben de Yazdım, Türkiye’nin üçüncü cumhurbaşkanı M. Celal Bayar’ın (1 883-1986), bütün kurumlarıyla çökmeye yüz tutmuş bir imparatorluğun, Osmanlı İmparatorluğu’nun son günleriyle, kurulmakta olan Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk günlerini, ulusal kurtuluş savaşını, Mustafa Kemal Atatürk’ü ve devrimlerini; tarih kitaplarında pek de ele alınmayan ayrıntılarla, yaşadıklarına, belgelere ve çeşitli yazılı kaynaklardan yaptığı titiz araştırmalara dayanarak ortaya koymaktadır. Bu haliyle, Ben de Yazdım’ı, salt Celal Bayar’ın anıları olarak değil, bir anlamda ‘resmi tarihin arka planı’ olarak da ele almak mümkündür.”
Kitabın önsözünde de Celal Bayar kitabı yazma nedenini şöyle açıklıyor.
“Atatürk’ün mutad sofrasında bulunuyordum. O akşam davetlilerin sayısı azdı. Ancak beş altı arkadaştık. Büyük adam hayatından bahsediyordu. Biz de vecd içinde kendisini dinliyorduk. Birden sustu, hepimizi ayrı ayrı süzdü. “Arkadaşlar, ben ilk gördüğünüz zaman hakkımda nasıl bir fikir edindiniz, anlatır mısınız?” dedi ve bakışlarını benim üzerimde topladı…….. Ben söze başladım:
Meşrutiyet ilanının ilk anlarından beri isminizi işitmeye başlamıştım. ‘Kolağası (Onyüzbaşı) Mustafa Kemal Bey akıllı, çok dirayetli ve kendisine güvenen genç bir subaydır,’ deniliyordu. Daha sonra Çanakkale zaferiniz askeri dehanızı bütün memlekete tanıttı.
Mütareke ile beraber faal siyasete atıldınız. Zaman zaman söylediğiniz gibi en büyük eseriniz Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir. Burada millet adına konuşulur, kayıtsız şartsız hakimiyet milletindir, düsturu hâkim olurdu. Bu temel üzerine, saltanat idaresinin rağmına hükümeti kurdunuz. Milli iradeye dayanarak maddi ve manevi şekliyle anarşiyi, ihaneti önlemeye çalıştınız.
Tarihin ender kaydettiği böyle bir rejim ve çalışma sistemi ile muvaffak oldunuz, memleketi kurtardınız. Bütün bunlar asırlar boyunca pek az bahtiyar kimseye nasip olmuş başarılardır. Fakat ben şu anda bunları bir yana bırakıyorum. Arzunuza uyarak şahsınızın üzerimde bıraktığı ilk tesiri anlatmak istiyorum.
Açılacağını ilan ettiğiniz birinci Büyük Millet Meclisi’ne katılmak üzere İstanbul Osmanlı Mebusan Meclisi’nden Ankara’ya gelirken ailemi görmek için Bursa’ya deniz yolu ile geçmek benim için tehlikeli idi, çünkü bütün vasıtalar İtilaf Devletleri’nin kontrolü altında bulunuyordu. İzmit’i de İstanbul gibi işgal etmişlerdi. Bu sebeple, Adapazarı, Bilecik üzerinden uzun bir kara yolculuğuna katlanarak Bursa’ya geldiğim zaman o günün İstanbul gazeteleri halkın elinde okunuyordu. Gazeteler, İtilaf Devletleri’nin ve İstanbul Hükümeti’nin zoru ile olacak, padişahın fermanını, meşihatın fetvasını büyük harflerle ilan ediyorlardı. Ferman ve fetvada ‘Kuva-yı Milliyecileri öldürmek vaciptir’ denilerek güya şeriat namına vatandaşlar kırıma, birbirini öldürmeye sürükleniyordu.
İşte bu hava içinde Çekirge semtinde oturan ailemin yanına gelmiştim. Beş on dakika geçer geçmez kapı çalındı. Yüzünü göremediğim birisi bir kağıt uzattı ve savuştu. Bu, telgrafhaneden gönderilmiş, servis adı verilen Ankara mahreçli telgraftı. ‘Heyet-i Temsiliye namına Mustafa Kemal’ imzasını taşıyordu. Bana doğrudan doğruya ‘Karacabey, Kirmastı (Kemal Paşa) istikametinden Bursa üzerine yürümekte olan Anzavur’un, mahalli Müdafa-yı Hukuk Cemiyeti ile işbirliği yaparak savletini defediniz’ emrini veriyordunuz. Sizinle muhaberemiz bu telgrafla başlar. Ben ve ailem bu dikkate, aynı zamanda sürate hayran olmuştuk.
İlk karşılaşmamız Ankara’da birinci Büyük Millet Meclisi’nin riyaset odasında olmuştu. Kapıdan girince sizi büyük yazı masasının başında gördüm. Çok sakin ve vakur idiniz. Geniş odanın iki tarafına sıralanmış sandalyelerde milletvekilleri oturuyorlar, görüşülen meseleyi ilgi ile dinliyorlardı. Ortada ve ayakta sivil kıyafetli bir genç, kumanda ettiği bir müfrezenin macerasını anlatıyor, size şifahi rapor veriyordu. Ben bu konuşmanın sonuna rastladığımı anlamıştım. Yanınıza yaklaştım, kendimi takdim ettim. Nezaketle bana yer açtınız ve oturmamı söylediniz; gençle meşgul olmaya devam ettiniz. Bir iki sualden sonra müfreze kumandanına ‘Kafi, buyurunuz’ dediniz, bir daha yüzünü görmediğim bu adamı savdınız.
O çıkar çıkmaz meselenin açık tahlilini yaptınız: ‘Bu gördüğünüz efendi’ dediniz, ‘seksen-yüz kişilik bir gönüllü müfrezesinin kumandanıdır. İddiasına göre bir tepeyi tutan İrtica kuvvetleri ile karşılaşmış, kuvvetini sağ ve sol cenaha ayırmış, bir kısmı ile kendisi merkezde bulunmuş ve hücuma kalkmış… Ordu muharebesini andıran bir taktik… Hücumun neticesi ne olmuş? Bunu söyleyemiyor. Ben öyle zannediyorum ki, bu genç adam hasımla karşı karşıya gelmemiştir.
Yüzbinlere emretmiş büyük bir kumandanın seksen-yüz kişilik bir müfreze ile meşgul olduğunu yadırgamamıştım; o zaman için bu kadarcık bir kuvvetin ne kadar önemli olduğunu biliyordum. Ben şahidi olduğum bu vak’anın yorumu karşısında, meseleler büyük olsun küçük olsun günün şartlarına göre ele alınmakta ve değerlendirilmekte olduğunu görmüş; realist, açık konuşan bir reisin huzurunda olduğumu anlamıştım.
Zaman geçtikçe sizi daha iyi anlıyordum. Şimdiye kadar söylediklerim açık ve maddi şeylerdir. Şüphesiz değerleri büyüktür. Fakat asıl söylemek istediğim daha başka bir şeydir. Buna, manevi tarafınızdır da diyebilirim. “Gündüzleri sabahın dokuzundan akşamın on sekiz, yirmisine kadar vekalette, Büyük Millet Meclisi’nde, geceleri de başkanlığınız altındaki Vekiller Heyeti toplantısında çalışıyor, her meseleyi bütün çıplaklığıyla müzakere ediyor, bir sonuca bağlamak istiyorduk. O kadar meşgul idik ki, toplantıdan saat iki veya üçte ayrıldığımız zaman, bu gece erken çıktık diyorduk. Çünkü sabahı bulmak mutad halini almıştı. Bu kesif iş arasında bunaldığımız, endişeye kapıldığımız zamanlar da olurdu. Birkaç misal vereyim: Mesela, İtilaf Devletleri’nin inatları kırılmamıştı. Memleketimizi parçalamak için planlarını azimle yürütüyorlardı. Padişahın ‘inzibat’ kuvvetleri aleyhimizde faaliyete geçmişlerdi. Asiler, yer yer isyan çıkarmışlar, Ankara çevresine kadar sokulmuşlar, merkezi tehdit ediyorlardı. Yunanlılar harekete geçmişler, istila sahasını kendi hesaplarına genişleterek ilerliyorlardı. Elimizde yeter derecede kuvvet yoktu. Şunu da söylemeliyim ki: Çok zaman boş olan maliye hazinesinin en varlıklı zamanımızda mevcudu iki yüz bin lirayı geçmiyordu.
“Bu kötü durum karşısında selamet yolunu bulmamız, emin olmamız lazımdı. O halde ne yapmalıydık? İşte bu düşünce ile Çankaya’ya gelir, sizi bulur, sabaha kadar konuşurduk.
Yeni beliren gün ışığı altında Çankaya yokuşundan şehre doğru inerken her endişeden sıyrılmış bir halde kendi kendimize, ‘Adam sen de, bunlar da mesele mi? Yalnız başımıza hepsini hallederiz,’ derdik. Bu inanç sizden aldığımız manevi kuvvetti. Hadiseleri tahlil, kuvvetinizin bize ilhamı idi. üstün görüşlü lider olmanızın neticesi idi. Bence sizin bu vasfınız, diğer meziyetlerinizin başından gelir,” dedim ve sustum. İçimden gelen bu samimi ve gerçek sözlerim, çelik gibi sağlam bir iradeye sahip olan büyük adamın tevazu duygusuna dokunmuş olmalı ki hafif bir sesle ve çekingen bir eda ile sordu:
– Bunları yazdınız mı?
-Hayır.
– Rica ederim, yazınız.
O zaman bu, benim için bir emirdi. Nur içinde yatsın, irtihalinden sonra bir vasiyet olmuştu. Bunun içindir ki bu kitabı yazmaya başladım ve “Ben de Yazdım” adını verdim.”
Yakın tarih meraklılarına tavsiye ederim… Sakın kalınlığına bakmayın, kolay okunan bir kitap, bir roman akıcılığında…
Fazlı KÖKSAL