Giriş veya tekinsiz bir şehrin hikâyesi
“… İstanbul esirdi ve hepimizi taşıyan içtimaî gemi alevler içindeydi.
Şehrin manzarası çok değişmişti. Dünyanın her milletinden işgal askerleri, Karadeniz’den gelen vapurların şehre her gün döktüğü Beyaz Ruslar, her cinsten kavim kıyafeti, eski payitahtı bir nevi kadîm İskenderiye’ye, ırkların ve medeniyetlerin birbirine karıştığı ve kaynaştığı devirlerin o büyük yol uğrağı şehirlerine benzetmişti.
İstanbul, Kırım Muharebesi’nden beri bu kadar çeşitli ve karışık bir manzara almamıştı. Fakat doğrusu istenirse Kırım Muharebesi’nin şehre getirdiği değişiklik de bunun yanında ehemmiyetsiz kalırdı. Örfü ve âdeti için çok kıskanç, muayyen hadleri geçişte hemen infilâka hazır, imparatorluğun hiyerarşisine ve haysiyetine hattâ ihtişamına sahip Abdülmecit devri İstanbul’u ile çözülüş devrinin bu müdafaasız, kolları bağlı İstanbul’u arasında münasebet bile yoktu. Burada hayat bir bakıma göre ancak müsaade edildiği nispette bizimdi. Bu değişiklik para işlerinde de görünüyordu”[1]
Bir denemenin uzun sayılabilecek iki iktibasla başlaması çok da sevimli ve alışılmış bir usul olmasa gerek. Yazar Tanpınar, üzerinde durulacak bahis İstanbul ve Geyve gibi yerler olunca yazıya alıntıyla başlamak bir yere kadar hoş görülür diye umut ediyorum.
Bilindiği üzere Tanpınar’ın nehir romanlarının sonuncusu olan, Mahur Beste ve Huzur’un peşinden 1950 yılında (9 Mart-26 Mayıs tarihleri arasında) Yeni İstanbul’da tefrika edilen Sahnenin Dışındakiler[2] bundan ancak yirmi üç sene sonra kitap olarak yayımlanabilir.[3] İki sene sonra (1952) eserle tematik bağlamda benzerlik gösteren Esir Şehrin İnsanları’nın aynı gazetede (Nurettin Demir takma adıyla) tefrika edilmesi ayrıca dikkati çeker. 1920’li yılların işgal altındaki İstanbul’unu, milletçe varoluş mücadelesinin daha çok Anadolu’da verildiği bu süreçte sahnenin dışında yaşayanları/yaşananları anlatan, öne çıkarılan bu yanıyla birlikte Sabiha’yı takıntılı bir şekilde seven/arayan Cemal’in bireysel arayışlarına odaklanan, bu romanla ilgili iddialı olmayan bir çözümleme yapmak için bile payitahtın o günlerdeki havasını koklamak ve okura yansıtmak gerekir. Alıntı ve devamında Tanpınar, adeta kurgunun dışına çıkar, üniversite yıllarının geçtiği bu şehirde tanık olduğu birçok gözlem ve yaşanmışlığı bize aktarır. Bunu yaparken tercih ettiği anlatım tarzı, yazarın atmosfer oluşturmadaki başarılı örneklerinden biri olarak görülebilir.
Tanpınar, şehrin içinde bulunduğu durumu “alevler içindeki gemi” metaforuyla daha ilk dokunuşta çarpıcı bir şekilde özetler. Gerçek ve mecazî anlamda birçok yangın yaşamış olan bu şehir, varlığını kökünden sarsan böyle büyük bir çalkantıyı/karmaşıklığı binlerce yıllık tarihinde belki de ilk defa yaşamaktadır. Bireysel savruluşlarla birlikte bu toplumsal yangını besleyen iki ana unsur, dünyanın her milletinden işgal askerleri ile hemen her gün Karadeniz’den gelen gemilerin İstanbul’a “döktüğü” insan kalabalığıdır. Eski İskenderiye’yi akla getiren bu karmaşa ortamı, Kırım Savaşı’ndan beri benzeri görülmeyen bir başıbozukluğun ortaya çıkmasına zemin hazırlar. Değerler manzumesinin henüz tam olarak yerinden oynamadığı Abdülmecit devriyle karşılaştırıldığında hâlihazırda ortaya çıkan bu manzara müdafaasız ve kolları bağlı İstanbul’un hem bireysel hem toplumsal “çözülüş”ü olarak görülebilir.
Hayatın ve toplumun her alanını kuşatan siyasî, sosyal, kültürel, ekonomik yangınların tasviriyle devam eden alıntının; “Burada hayat bir bakıma göre ancak müsaade edildiği nispette bizimdi. Bu değişiklik para işlerinde de görünüyordu.” şeklindeki son iki cümlesi anahtar vazifesi görür ve metnin nasıl devam edeceğini okuyucuya hissettirir. “İşgal ordularının şehre döktüğü para, kazanç şekillerini alt üst etmiş, refah seviyesi tasavvur edilmeyecek derecede el değiştirmişti. Yabancı kuvvetlerin etrafında, onların gündelik ihtiyaçları için hemen bir yığın yeni iş çıkmıştı. Biraz atılgan, cerbezeli yahut değerlere karşı az çok kayıtsız insanlar bu işlere sarılmışlar, kaybedilmesi, kazanılması kadar kolay servetler elde etmişlerdi.”[4] Toplumun değerlerine kayıtsız bu insanlar parayı nasıl kazanırlarsa öyle de harcarlar. Kolay kazanılan bu servetlerin yine aynı şekilde kaybedilmesinin arkasında “Beyaz Rus akımının çok başka mecralar ve şekiller verdiği büyük bir eğlence hayatı” vardır. İstanbul efendilerinin bir zamanlar gazetelerini okudukları, alçak sesle dünyanın gidişi hakkında karamsar konuşmalar yaptıkları, sabah kahvesi/akşam çayı içtikleri İstanbul kahveleri, “beyaz Kafkas ceketli, ayağı siyah çizmeli, bol pudra içindeki kumral ve beyaz yüzleri düz çizgili, ince, eski hanımlarımızın kullandığı yemenileri andıran eşarplara sarılmış narin Rus kadınları ve kızları, çoğu prenses, kontes, yahut, yüksek burjuva ailesine mensup olduğunu iddia eden” gerçekte ne oldukları belli olmayan insanlarla dolmuştur. İstanbul’un bu tekinsiz ortamının kadınlı/erkekli misafirleri o güne kadar benzeri görülmemiş bir çöküşün hatta “çözülüş”ün pimini çekmiş, özellikle Tepebaşı ile Taksim arası “yetmiş çeşit milletten insanın eğlendiği” karnaval alanına dönüşmüştür. Üsküdar’ın, Kadıköy’ün, Moda’nın müşteri çekmede buradan farkı yoktur.
Fakat İstanbul, sadece gününü gün eden bu insanlardan ibaret değildir. Yolunu kaybetmiş İstanbul’un yanı başında bahtsız ve mustarip bir İstanbul daha vardır. Harp içinde el değiştirmeye başlayan servet sosyal hayatın düzenini bozmuş, beş altı senelik bir zaman diliminde daha önce rahat bir ömür süren orta sınıf tamamen tahrip edilmiştir. Bu karmaşada evleri yananlar oraya buraya sığınmış, ekonomik durumları orta sınıfa göre alt seviyede olanlar ise daha zor bir hayatı sineye çekmek zorunda kalmışlardır. Sözün kısası İstanbul kötü durumdadır ve her şey daha da kötüye gitmektedir.
İstanbul’un özellikle sahil şeridinde bulunan semtleri, bu semtlerdeki yalı ve benzeri yerler, işgal kuvvetleri için gözde mekânlardı. Göz koydukları yalı ve benzeri yerlere gerekirse güç kullanarak el koyuyor, buraları boşaltıp kendileri yerleşiyorlardı. Bu zoraki el değiştirme, başta ticarî işletmeler olmak üzere açık/kapalı her mekân için geçerliydi. Bütün bunlar alenen yapılırken garip şeyler de olmaya devam ediyordu İstanbul’da, Sarıyer’de İngilizlerin oturduğu küçük bir yalı yanıyordu mesela, Ortaköy’de kimliği bilinmeyen birkaç kişi bir millîciyi öldürüyordu, yine Ortaköy ve Arnavutköyü’nde İngilizler bütün meyhaneleri/kahveleri basıyor, silah kontrolü yapıyor, bu arada yedi sekiz kişiyi de tutukluyorlardı… Bu ve buna benzer hadiseler artık normal karşılanmaya başlanmıştı.
İstanbul’un çivisi çıkmıştı.
Geyve taraflarından gelen muhacirler
Tam da bu günlerde Sahnenin Dışındakiler’in, Fethi Naci’nin Camus’nün Yabancı’sına, Gonçarov’un Oblomov’una benzettiği kahramanı Cemal’i[5], Anadolu’daki mücadeleye destek veren İhsan Boğaz’a/Tevfik Bey’e, Tevfik Bey de bir gün sonra Anadoluhisarı’na, yola göre çukurda kaldığı için üst katından girilen Sami Bey’in yalısına gönderir. Cemal’in, alt katlara indikçe daha iyi keşfettiği bu mekâna Fransızlar el koymuş fakat bu millete mensup işgal güçleriyle iyi ilişkiler içinde olan yalı sakinleri burayı geri almayı başarmışlar, ancak bu sefer de İngilizler yalıya göz koymuştur. İstanbul’un içinde bulunduğu durumu özetleyen bu sahne değişik entrikalarla sürer gider. Yalıyı İngilizlerden korumak isteyen evin hanımı, yeni doğan çocuğunu da işin içine katarak kendince savunma planları kurgular, bunlar da şimdilik kaydıyla başarılı olur.
Fransızlar burada kalırken yalının bazı bölümlerini kırıp dökerler. Cemal, özellikle alt katlardaki bu kırık-dökük manzara ile evin ilişilmemiş yerlerindeki süslü/bakımlı halini gördükçe yalıda olanları daha iyi anlar ve yorumlar. Bu iç ses, eski ile yeni İstanbul’u okura sezdirmesi, farkındalık oluşturması bağlamında ufuk açıcıdır.
Sofaya baktıkça yalının geçirdiği değişimi somut olarak gören Cemal okuyucunun dikkatini bu sefer henüz tamir edilmemiş perdesiz pencerelere, boyanmamış alelâde tahtadan pervazlarla eski ve çok daha iyi tahtadan itina ile yapılmış kasalara, doldurulmuş alçı tavanın tirşe rengine, dışarıdan geldiği belli olan parke döşemenin çıkarılan bazı yerlerine oraya uymayan tahtaların konulmasına, döşeme üzerinde biri yerde serili, öbürleri katlanıp duvar dibine yığılmış bir yığın ince şilte ve yorganımsı eşyalara, merdivenin sağ tarafındaki duvara yaslanmış içinde fasulye, nohut gibi şeylerin bulunduğu çuvallara çeker. Bu tasvirler, tamirattan sonra eskiyle yeni arasında görünür hâle gelen tezatlar, küçük/ince ayrıntılardan hareketle yapılan karşılaştırmalar, yaşanan ve yaşanmaya devam eden gerçekliği bütün çıplaklığıyla ortaya dökmeye matuf açıklamalar, romanın hâkim bakış açısıyla örtüşmese de, Anadolu’dan İstanbul’a tersine bir göçün olduğuna okuyucuyu alıştırmak, ısındırmak içindir biraz da. Çünkü, nitelikli/bilinçli göçün İstanbul’dan Anadolu’ya olduğu bu kritik günlerde yalının Geyve taraflarından gelen misafirleri vardır:
“-Geyve taraflarından gelen muhacirler. Otuz kadarını eve aldık. Ne yaparsın! Bir kısmı evin içinde, bir kısmı da bahçedeki çadırda yatıyor. Bir kısmı da çiftlikte. Fakat erkekleri çok işe yaradı.
İçini çekti; ihtiyar bir kadının getirdiği koruk şerbetini bana ikram etti.
-Ne kadar iyi insanlar, sonra ne kadar biçareler… Topraktan ayrılır ayrılmaz iki elleri böğürlerinde kalıyor. Halbuki Ruslar üç ayda İstanbul’u değiştirdiler.
Etrafına baktı
-Evde tamirat yapıyorduk. Parasızlıktan kesmeye mecbur kaldık.”[6]
Tersine göçü anlama ve anlamlandırmada oldukça zorlandığımı hemen belirteyim. Bu hengâmelerin yaşandığı zamanda, Millî Mücadele’nin stratejik yerlerinden/boğazlarından biri olan Geyve’den otuzun üzerinde insan bu tekinsiz şehre niçin gelir? Romanda, Geyve taraflarından gelen göçmenlerin İstanbul’a geliş nedenleriyle ilgili okuyucuyu aydınlatacak herhangi bir bilgiye/imaya rastlanmaz. Bunlar yalı sahibinin tanıdıkları veya tanıdıklarının tanıdıkları mıdır? Veya o dönemde, imparatorluğun hemen her yerinden Anadolu’ya yapılan göçlerden biri ile mi karşı karşıyayız, bunlar göç ede ede Geyve taraflarına kadar gelmiş, burada da aradıklarını bulamadıkları için şanslarını İstanbul’da denemek isteyen insanlar mıdır?
Bu sorulara, bir süreliğine ara vermemize neden olan, Tanpınar’ın bu paragrafa yerleştirdiği küçük ve ince detaylardır. Her şeyden önce bunlar iyi insanlardırlar ve çaresizdirler. Asıl mühimi, “erkeklerin çok işe yaraması” ve “topraktan ayrılır ayrılmaz iki ellerinin böğürlerinde kalması”dır. Bu fotoğrafta Geyve’yi ve Geyve insanını görürüz. Bu bölge insanlarının emekleriyle yaşayan, toprakla aralarında sıkı bir münasebet bulunan, iyi, mütevazı, kendi hâlinde, çalışkan kimseler oldukları bilinir. Bunun doğal bir sonucu olarak bu insanların hemen hepsi meyvecilik, sebzecilik, hububat yetiştiriciliği ve hayvancılıkla geçimlerini sağlarlar. Boş oturmayı sevmezler, yılın her mevsiminde kendilerini meşgul edecek bir ürüne bahçelerinde/tarlalarında yer verirler, yer açarlar. Tütününden üzümüne, domatesinden soğanına, zeytininden tabii ki ayvasına, elmasından armuduna, buğdayından fasulyesine kadar hemen her ürünün hasat edildiği bu toprakları sadece Geyve olarak değil “Geyve tarafları” olarak düşündüğümüzde işin içine Pamukova, Taraklı, Göynük, Osmaneli, Gölpazarı, Orhangazi, Pazaryeri, İznik gibi birçok kasaba girer.
Tanpınar Geyve’yi nereden biliyordu? Burası haritada bir nokta mıydı, yoksa yazar Geyve’ye gidip bu kasabayı ve çevresini gördü mü? Acaba Geyveli komşusu veya komşuları, dostları, arkadaşları, öğrencileri mi vardı? Soruları burada kesip konuyu Tanpınar uzmanlarına havale edelim. Geyve taraflarına gidip buraları gezip gördü mü bilemiyoruz, fakat bildiğimiz bir şey var ki o da Tanpınar’ın bu yörenin insanını tanıyor olması. Aşırı yorum olacak ama şunu da sormalıyız. Acaba Tanpınar, küçük bir paragrafta yer verdiği bu tersine göçle okuyucuya örtük bir mesaj mı vermeye çalışıyor? Karadeniz’den vapurlarla, dünyanın her yerinden silahlarla, değişik bölgelerden farklı amaçlarla gelenler İstanbul’a bir şey veremezler, burayı “Geyve taraflarından gelenler” gibi iyi, çalışkan, toprakla barışık ve bağını koparmamış, gerektiğinde işgal güçleriyle çarpışmaktan kaçınmayan insanlar imar edebilir, hayata döndürebilir mi demek istiyor? Ben böyle anlıyorum. Unutmamak gerekir ki Tanpınar da bir göçmendir. Taşralı babasının memur olarak geldiği İstanbul’da doğar, 1920’li yıllarda yine bu şehirdedir.
Geyve taraflarından gelen göçmenler sadece yalıda, yalının bahçesinde kalanlardan oluşmaz, bunların bir kısmı çiftlikte misafir edilir. İstanbul’un hemen her semti/yeri gibi çiftliğe giden yol da çiftlik de tehlikelerle doludur. Romanın Geyve’yle ilgili ana alıntısına direkt gönderme yapan tek cümle, misafirlerin yanlarında kaldıkları insanlara her anlamda katkı sağladıklarını, yardımcı olduklarını, destek verdiklerini göstermesi bakımından değerlidir:
“Hemen her gece yakınlarda birkaç çarpışma oluyor. Bazen de çiftliği basıyorlar. Şimdi bu muhacirlerle kuvvetliyiz. Birkaç gece çiftlikte kalırsanız görürsünüz.”[7]
Geyve taraflarından gelenlerin sadece yalıda, bahçede, çiftlikte iş görmedikleri, bu mekânların güvenliğini sağlamada da etkin rol aldıkları görülür. Dolayısıyla bunlar, Geyve’den İstanbul’a göçenler arasından seçilmiş de olabilirler, bu bölgeden bilinçli bir şekilde getirilmiş de.
Sonuç veya Geyve’ye yol düşürmek
Tanpınar’ın, bir yönüyle Türk tarihinin önemli kırılmalarından birinin yaşandığı dönemi anlattığı romanında Geyve gibi bir kasabaya yer vermesi anlamlı ve değerlidir. Bunu belirttikten sonra bahsi toparlayalım. Romanın ilk sayfalarında; “İstanbul mahalleleri yirmi, otuz senede bir çehre değiştire değiştire yaşarlar ve günün birinde park, bulvar, yol, sadece yangın yeri, ‘hâlî arsa’ geleceğe ait çok zengin ve iç açıcı bir proje olmak üzere birdenbire kaybolurlar.”[8] tespitini yapan yazar, İstanbul’un maruz kaldığı vandallığın süreklilik arz ettiğini söylemeye çalışır.
Biraz zorlanırsa Geyve’yle veya herhangi bir taşra kasabasıyla arasında irtibat kurulabilecek birkaç vurguyla devam edelim. Yıllar sonra Cemal, daha önce ailece oturdukları Rasim Bey’in köşküne gider. Bahçe kapısını açtığında, çocukluğunun bir kısmını geçirdiği bahçedeki ağaçları yerinde görür ve çok sevinir. Bunların içinde “ayva”nın bulunması, ailenin bu meyveyi bahçeye dikecek kadar önemsemesi, bugünden baktığımızda akla hemen Geyve’yi getirir, çünkü Geyve Tanpınar’ın “eski dost” olarak nitelediği meyveleriyle, meyve bahçeleriyle bilinir. İnciriyle, elmasıyla, kirazıyla, dutuyla, özellikle de ayvasıyla:
“Sağ tarafta, duvarın dibindeki ayvayı bu köşkte oturduğumuz sene babam, bahçe meraklısı olan Rasim Beyi memnun etmek için dikmişti. Onun yanındaki dut da bizim Sinop’tan saksı içinde getirdiğimiz ve Şehzadebaşı’ndaki bahçeyi iki senede kapladığını hayretle gördüğümüz dut ağacının akrabasıydı. Fakat bu eski dostlara uzun zaman bakamadım.”[9]
Yine Cemal’in bir süre ailece kaldıkları Ege kasabasından bahsederken “taşra sıkıntısı” kavramını akla getiren, “Evcek bulunduğumuz ‘M…’nin yalnızlığına ve sessizliğine yavaş yavaş gömüldüğümü, neredeyse bu yalnızlık içinde kaybolacağımı sanıyordum. Küçük şehir hastalığı dedikleri şey, beni ağır ağır sarıyor ve mumyalıyor gibiydi. Küçük şehir, küçük ev, rahat ve sakin hayat… Her gün görülen dostlar, dönüp dolaşıp üstüne gelinen mevzular, neredeyse bana, ötesini, daha genişini unutturacaktı.”[10] ifadelerini kullanması, Geyve gibi birçok Anadolu kasabasına gönderme olarak okunabilir.
Tanpınar’dan iki sene sonra (1952) “Geyve” ve “muhacir” ifadeleri Sezai Karakoç’un “Mona Rosa”sıyla bir kere daha edebiyatın gündemine gelir. “Geyve’nin gülleri ve beyaz yatak”, “Artık inan bana muhacir kızı” dizeleri bunun şahididir.[11]
Tanpınar’ın meyveli bir dörtlüğüyle yazıyı bitirelim:
Ömrün gecesinde sükûn, aydınlık
Boşanan bir seldi avuçlarından
Bir masal meyvesi gibi paylaştık
Mehtabı kırılmış dal uçlarından.[12]
Not: Bu yazı, Bursa Osmangazi Belediyesi tarafından [Tanpınar Zamanı (Yıllık Edebiyat ve Fikir Dergisi), Sayı: 5, 2021 / Roman] künyesiyle yayımlanmıştır.
Prof.Dr. Muharrem DAYANÇ
* İstanbul Medeniyet Üniversitesi
DİPNOTLAR
[1] Ahmet Hamdi Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler, Dergâh Yayınları, İstanbul 2005, s. 230-231.
[2] Ahmet Hamdi Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler, 352 s.
[3] Mehmet Törenek, “III. Sahnenin Dışındakiler”, Başka Hayatlar Peşinde -Tanpınar’ın Romanları Üzerine Bir İnceleme-, Kitabevi Yayınları, İstanbul 2012, s. 113-150.
[4] Ahmet Hamdi Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler, s. 231.
[5] Fethi Naci, “Sahnenin Dışındakiler”, Yeni Dergi, Sayı: 110, Kasım 1973, s. 24-34.
[6] Ahmet Hamdi Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler, s. 171.
[7] Ahmet Hamdi Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler, s. 172.
[8] Ahmet Hamdi Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler, s. 14.
[9] Ahmet Hamdi Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler, s. 147.
[10] Ahmet Hamdi Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler, s. 10.
[11] Mülkiye, Yıl: 1, Sayı: 10, 4 Aralık 1952.
[12] Ahmet Hamdi Tanpınar, “Hatırlama”, Şiirler, YKY, İstanbul 2000, s. 47.