Bâkî’nin:
“Kadrini seng-i musallâda bilüb ey Bâkî,
Durub el bağlayalar karşına yârân sâf sâf…”
derken kastettiği “yârân”, hakîkaten “yârân” mıydı?
Öyle olsaydı, hayatta iken Şâir’in kadrini bilirlerdi. Cenâze başında gösterilen yapmacık teessür tavrı, aslında pek çok işimizde var. Nefsâniyet veyâ egoizm, habîs kanser hücreleri gibi hayâtımızı kuşatmış. Önce “ben”, sonra “ben”, sonra yine “ben”. Peki, bu “benlik “ yarışının sonu var mı? Sonu, işte musallâ taşında, farkına varılamayan kıymetleri keşfetme şeklinde tezâhür ediyor.
Kur’ân’da, “nefislerinizi öldürün.” buyruğu çıkarılmış. Yâni, “heves ve arzûlarınızın peşinden gitmeyin, Dünyâ malına ve zevkine fazla îtibâr etmeyin.” emri verilmiş. Tasavvuf dünyâmızda hikâye edilen nice menkıbede, hep bu “nefsiöldürme” mücâdelesi anlatılıyor. Yûnus Emre’den Akşemseddin’e, ondan Azîz Mahmûd Hüdâyî’ye kadar, hemen her adımda bir çilehâne kapısı görüyoruz.. “Çilehâne”, “nefsin ölüme yatırıldığı haddehâne” demek.
Dünyâ hayâtında koyacak yer bulamadığın, atlas minderlere, sırmalı sedirlere, pufla döşeklere konduramadığın et ve kemik halîtası vücûdunu, küreklerle atılan toprak yığını altında, hangi “enâniyet” yatağına yatıracaksın?
Derler ki, Akşemseddin, Hacı Bayrâm-ı Velî’nin dergâhına vardığında, mükellef bir sofra kurulmuş. Bütün dergâh halkı, iştah tâzeleyerek karın doyurmakta. Hacı Bayrâm, Akşemseddin’in varlığını fark etmemiş görünür. Sofradan kalkılır ve artan yemekler, dergâh bahçesindeki kedi ve köpeklere verilir. Onların yiyemedikleri de, günlerdir aç-bî-ilâç olan Akşemseddin’in önüne konur. Bu, kedi-köpek artığı kırıntıları, en küçük bir tiksinme emâresi göstermeden ve de iştâhla yiyen Akşemseddin’e, Hacı Bayrâm-ı Velî, pes perdeden seslenir:
“-Hoş geldin, oğlum Şemseddin! Safâ geldin, geç içeriye, buyur.”
Bu safâlama cümlesi, aynı zamânda “nefsi öldürme” imtihânından başarıyla çıktığını, Akşemseddin’e bildiren bir “icâzetnâme”dir.
Şeyh Üftâde’ye intisâb etmek isteyen Azîz Mahmûd’un, Bursa Kadılığı’ndan ciğer satıcılığına terfî’ edişi ve kadîm Osmanlı Pâyitahtı’nın sokaklarında bağıra bağıra ciğer satışı, bir başka “kıtâl-i nefs” sahnesidir.
Sakın o insandan ki, nefsine yârândır….Nefsine yârân olanın yârânı olmaz; servetinden “hasenât”, ilminden “mârifet” çıkmaz. İlmiyle mûteber olmuş tevâzû ehline ne çok ihtiyâcımız var…
Yavuz Sultan Selîm’e Şeyhü’l-İslâm’lık yapabilmiş büyük âlimlerden Ali Cemâlî Efendi, “Zenbîlli” sıfatıyla meşhûr olmuştur. XVI. asrın ilk çeyreğine sığan Sultan Selîm-i Evvel’in saltanat yılları, hep “az zamâna çok iş sığdırmak” düstûru içinde geçmiştir. Bu “aceleci” tavrın, Sultân’ın karakterinden mülhem “şedîd” icrâatla birleşmesi, folklor unsurlarımıza “Selîmî” ilâveler yapmıştır. Meselâ, Osmanlı coğrafyasında yaşayanların bedduâ repertuarına:
“Allâh, seni Sultan Selîm’e vezîr etsin!”
cümlesi girmiştir.
Zîrâ Türk Hükümdârı’na vezîr dayanmamaktadır. Vezâretin sona eriş şekli de, çoğunlukla:
“Çadırı başına yıkıla!…”
fermânı îcâbınca olmaktadır.
Bu “îcâb”ın mânâsı, “îdâm” denilen “adem” yolculuğu…
İşte, böyle bir “Yavuz fıtrat”a Şeyhü’l-İslâmlık yapabilmek ve onu fetvâ hattına çekebilmek, fevkalâde büyük bir muvaffakiyetdir. Ali Cemâlî Efendi, bendini yırtıp aşmaya azimli Pâdişâh mizâcını, sükûna taşıyabilmiş bir yüce ceddimizdir.
Kendisine “Zenbîlli” denmesinin sebebine gelince, bugünkü Unkapanı civârında Zeyrek semtindeki konağının penceresinden aşağıya, ipe bağlanmış bir “zenbîl” sarkıtırmış. Dinî, Dünyevî, Uhrevî hemen her konuda, tereddüde düşülen mes’elelere dâir vatandaş pusulaları, gündüz boyunca bu sepete, yâni zenbîle bırakılır; Ali Cemâlî Efendi’nin, gece geç saatlere kadar çalışarak verdiği cevapları taşıyan kâğıtlar, ertesi sabah yine zenbîl içinde soru sâhiplerine ulaştırılırmış. Zenbîl kullanılarak verilen bu “alo-fetvâ” hizmeti yüzünden, Ali Cemâlî Efendi’nin adı “Zenbîlli Hoca”ya çıkmıştır.