Prof.Dr. Feyzullah EROĞLU
Bir ülkenin yönetim sistemi, büyük ölçüde her düzeyde ve türdeki yönetim ilişkilerinin tutarlı ve dengeli bir bütünüdür. Yönetim kültürünü belirleyen insan ilişkilerine dair egemen zihni süreçler, toplumsal yapının mikro ya da makro ölçekteki, resmi ya da gayri resmi bütün yönetim faaliyetlerinin yönünü ve ayarını tayin etmektedir. Buna göre, aile içi ve akrabalar arası ilişkilerin, komşulukların, arkadaşlık ve dostlukların, işletme ve benzer örgütlerin, siyasi parti ve derneklerin, yerel yönetim ve merkezi yönetim birimlerinin yönetilmesi, o toplumun sahip olduğu yönetim kültürünün etkisi altında gerçekleşmektedir. Bir toplumun yönetim kültürünü şekillendiren temel süreç ise ülkedeki bütün bireylerin, grupların ve toplumun genelinin zihniyet dünyasındaki ortak algı ve değerlerdir. Zihniyet dünyası, insanların içinde yaşadıkları coğrafyadan, tarihi ve geleneksel tecrübelerden, inanç ve ahlak yapısından, üretim ve tüketim ilişkileri ile paylaşım düzeninden, insanların başına gelen bireysel ve toplumsal sorunlardan, eğitim ve öğrenim süreçlerinden ve benzer çok sayıda etken grup tarafından yaratılan davranış çerçevesidir.
Bütün yönetim süreçleri ve mekanizmalarının, ortak bir yönetim zihniyet ve kültüründen beslenmiş olması nedeniyle her birinin yönetim tarzı da, büyük ölçüde aynı istikamette olmak üzere, ya âdemimerkeziyetçi (yani yerinden yönetimci ve özerklik) eğilimli, ya da merkeziyetçi ve otoriter eğilimli olma tutarlılığına sahip olacaktır. Yönetim faaliyetlerini belirleyen genel zihniyetin, her bir insanın diğer insanlarla olan alt-üst ilişkileri bakımından öncelikle “birey merkezli” olması, bütün yönetim sistemini en özelinden en geneline kadar, nispeten “demokratik” ve hatta “özerk” yönetim tarzında şekillenmesine katkıda bulunacaktır. Bu bağlamda, aile kurumunun ve her türlü grubun ve örgütün yönetiminde nispeten “demokratiklik” ilkesi esas olurken, aynı istikamette olmak üzere özerkliğe yaklaşan bir yerel yönetim ve daha katılımcı bir yönetim sistemi ortaya çıkacaktır. Böylece, mikro ölçekte aile ve örgütlerin yönetimindeki nispî demokratiklik ile makro ölçekte merkezi otoritenin daha az yer aldığı ancak yerel yönetimlerin ağırlıkta olduğu tutarlı ve dengeli bir yönetim sistemi pratiği belirecektir. Buna karşılık, yönetim faaliyetlerini belirleyen genel zihniyetin, öncelikle “grup”, “cemaat”, “aşiret” veya başka bir sosyal “topluluk merkezli” olması, en özelinden en kamusuna kadar bütün yönetim sisteminin, nispeten “otoriter” ve “merkeziyetçi” bir yönetim anlayışı çerçevesinde şekillenmesine yol açacaktır. Her iki yönetim zihniyetinin varlığı ve oluşumu, önceden kurgulanmış ve tasarlanmış bir tarz olmaktan ziyade, insan ve yönetim ilişkilerine ve geçmişe dair çok sayıda etkenin sonucudur.
Aynı toplumsal yapı ve kültür içinde benzer bir yönetim zihniyet ve kültüründen beslenmiş olan çeşitli yönetim birim ve kurumlarının, birbirine zıt ve çelişkili yönetim tarzları ortaya koymaları, son derece aykırı ve tutarsız bir yönetim uygulaması yapılmaya çalışıldığı anlamına gelir. Aynı toplumsal yapı ve kültür içinde, çeşitli müdahalelere bağlı olarak birbirine tamamen zıt istikamette yönetim faaliyetlerinin yürütülmeye çalışılması, yönetim pratiği bakımından çok ciddi kargaşa ve travmatik durumların ortaya çıkmasına neden olur. Herhangi bir toplumun veya alt düzeydeki herhangi bir yönetim biriminin fiili yönetim tarzı, dâhili ve harici zorlamalar sonucunda, o toplumun veya alt grubun mevcut yönetim zihniyet ve kültüründen kopuk olarak gerçekleştirilmeye çalışılır ise, o toplumun veya grubun etkili ve başarılı bir şekilde yönetilmesi adeta imkânsızlaşır. Kaldı ki, her düzeydeki insan ve yönetim ilişkisinden aşırı bir şekilde farklılaştırılmış ve dayatılmış bir yönetim, bir taraftan yöneticilerin yönetim şekillerinde, öte taraftan da yönetilenlerin davranış psikolojilerinde çok belirgin parçalanmalara ve ikiyüzlülüklere yol açar.
Küresel zenginliği ve egemenliği elde etmiş olan Batı’lı toplumların, bu zenginliğin ve egemenliğin kazanılmasında, birçok etken yanında, son derece etkili ve başarılı yönetim mekanizmaları kurmuş olmalarının ayrı bir önemi ve katkısı vardır. Bu toplumlardaki (belki aile yönetimi hariç olmak üzere) hemen hemen her düzeydeki grubun ve topluluğun yönetimi, büyük ölçüde kendi yönetim zihniyet ve kültürlerine uygun ve bunlarla örtüşen yönetim etkinlikleriyle gerçekleştirilmektedir. Bu bağlamda, yaşadıkları tarihi ve geleneksel tecrübeler, sahip oldukları “bireyin çıkarlarını” önceleyen bir toplumsal doku, manevi ve metafizik süreçlerden koparılmış bir evren tasavvuru, yer yer rasyonel düşünceye dayalı birlikte hareket etme bilinci, gerçek hayatla bağları olan etkili ve üretken bir eğitim ve öğrenim sürecinden geçmiş olmaları gibi nitelikler, bu toplumların nispeten daha katılımcı ve yerel özelliklere dayalı yönetim tarzı geliştirmelerine ve bu konudaki uygulamaların da son derece başarılı olmasına imkân vermiştir. Böyle bir yönetim zihniyet ve kültür bağlamı, bütün yönetim uygulamalarında da, büyük ölçüde aynı eğilimlere sahip yönetim tarzları oluşturmuştur. En azından, çeşitli toplumsal süreçlere dair yönetim uygulamaları arasında çok ciddi bir farklılık ve çelişki meydana gelmemektedir. Mesela, Batı’lı toplumların merkezi yönetimi, büyük ölçüde tepe yönetiminin yetkileri (Başkanlık sistemi de dâhil), işleyen bir hukuk sistemi ve kurumsallaşan bir yönetim geleneği çerçevesinde, çeşitli organ ve kurullarla paylaşılmış ve kesinlikle “tek adam” sultasına imkân ve fırsat verilmeyen bir yönetim yapısı tesis edilmiştir. Bu bağlamda, yerel yönetimlerin güçlü olması ve yer yer yarı özerk bir takım kurum ve yerel yönetimler oluşturulması, sahip olunan genel yönetim ilişkilerine dair kendi zihniyet dünyalarına uygun ve tutarlı bir yaklaşımdır.
Türkiye’de, uzun bir süredir özellikle Batıcı yönetici sınıfın olur olmaz tepeden inmeci zorunlu kültür değişmeleri ile çarpık eğitim ve iletişim süreçlerinin şiddetli baskısı sonucunda Türk kültür sisteminde dengeler ciddi ölçüde bozulmuştur. Ayrıca, egemen ve baskın Batı kültürünün bireysel haz ve zevkler ile çeşitli alt sosyal gruplar üzerindeki ayartıcı ve kışkırtıcı etkileri sonucunda, “bireyselliği” sosyolojik olarak rasyonel ve sorumlu bir “birey” olmak şeklinde değil de, ancak başıbozuk bir disiplinsizlik şeklinde algılayan geniş bir kitlenin varlığı ortaya çıkmıştır. Bu çerçevede, Türk yönetim sisteminin tarihi ve geleneksel “iyiliksever” (hayırhah/ paternalistik ) otorite yapısı bozularak, aileden genel devlet yönetimine kadar her düzeyde belirli bir çözülme ve işlevsizlik gözlenmektedir. Bütün bu durumlar, Türk yönetim sisteminin, mevcut yönetim zihniyet ve kültürünün göz önüne alınmak kaydıyla yeniden yapılandırılmasını ve bozulan dengelerin yeniden onarılması gereğini zorunlu kılmaktadır.
Türk Milletinin kaderine musallat olmuş birtakım harici küresel güçler ile onlarla işbirliğine “soyunmuş” dâhili işbirlikçiler, uzun bir süredir alışkanlık hâline getirdikleri gibi, yine Türk Milleti’ne ve Türk Devletine, yine Batı’lıların paradigmaları (amentüleri) doğrultusunda “yeni format” atma çabası içerisinde bulunmaktadırlar. Bu bağlamda, Türk yönetim tarzına getirilmek istenen “yenilik”, aslında son derece “arabesk” bir dağınıklığı ve “şizofrenik” bir bölünmüşlüğü temsil etmektedir. Bu bağlamda, Türk yönetim kültüründe, küresel elitlerin ve etkili merkezlerin belirlediği doğrultuda, bir taraftan aşırı bir merkezi otorite tesis edilirken, diğer taraftan da bilimsel ve pratik hiçbir temeli olamayan güdümlü “özerkleştirme” çabaları sürdürülmektedir. Türk yönetim kültüründe meydana gelen sapmalar ve bozulmalar nedeniyle ortaya çıkan “yönetim krizini” aşmak ve yönetilebilir bir ülke oluşturmak amacıyla “demokratikleşme” söylemi ve görüntüsü altında, hem “merkezi yönetime”, hem de “yerel yönetim” mekanizmalarına yönelik çok çelişkili ve tutarsız yönetim yaklaşımları ortaya konmaktadır. Bu bağlamda, gerçekte “demokratikleşme” sürecinin, hem teorik ve kavramsal anlamına, hem de bu yönetim tarzını uygulamada nispeten başarılı olan toplumların pratik tecrübelerine aykırı olacak şekilde, bir taraftan merkezi yönetimin özellikle “yürütme” yani “hükûmet” boyutu çok açık bir şekilde güçlendirilirken, diğer taraftan da bölge temelli “yerel yönetimler” aşırı bir şekilde “özerkleştirilmeye” çalışılmaktadır. Demokrasi teorisinin ve pratiğinin temel alt yapısını oluşturan “kuvvetler ayrılığı” ilkesi, Türk yönetim tarzında yapılan “arabesk” düzenlemeler ve siyasi kültürün “tek adam” üzerine oturan “lider-perest” siyaset algısı yüzünden, büyük ölçüde “yürütme” organının, “yasama” ve “yargı” üzerine gölgesi düşmektedir. Aslında, yönetim ilişkilerindeki totaliterliğin ve aşırı otoriterliğin esas nedeni de, güçlü bir “karizmatik liderin” veya merkezi yürütme organının, toplumsal süreçlerin bütün boyutlarına müdahale edebilir bir hâle gelmesidir. Bu bakımdan, Türkiye’de şu sıralardaki güçlü yürütme ve merkezi yönetimdeki “tek adam” olgusu ve algısı, söylem olarak sürekli propagandası yapılan demokratikleşme süreci ile tamamen ters ve “arabesk” bir durumdur. Hatta Türkiye’deki şu andaki aşırı otoriter tutum ve merkeziyetçilik, kendi içerisinde de belirli bir tutarlılık taşımamaktadır. Mevcut anayasal düzene göre, çok önemli suç öğesi taşıyan kimi durumlar için hiçbir yasal işlem yapılmazken, bazı “yürütme organı” muhaliflerinin bir kısım demokratik hak kullanımları üzerinde, baskı ve tahakküm kurma amacına yönelik olarak sanki bunlar “suçluymuş” izlenimi doğuran polis ve yargı müdahaleleri gerçekleşebilmektedir.
Türk yönetim tarzına, Batı destekli yoğun bölücü terör faaliyetlerinden hemen sonra, bir tür “şantaj silahı” olarak “federasyon”, “demokratik özerklik” ve “yerel yönetimlerin özerkliği” gibi yeni yönetim yaklaşımları dayatılmaktadır. Bu konularda, bir taraftan Avrupa Birliği uyum yasaları adı altında dayatmalar sürmekte, üniversitelerde “bilimsel teoriler” ezberletilmekte, Batıcı ve küreselci siyasi partilerce popülist propagandalar yapılmakta, kitle iletişim araçlarında işbirlikçi aydın ve medya mensupları tarafından etkili iletişim teknikleri ile toplumsal şartlandırmalar bütün hızıyla devam etmektedir. Bir defa, “demokratikleşme” adı altında yapılan bu “özerkleştirme” taleplerinin esas tarafı olan sosyal kesimlerin bu konuda açık ve belirgin bir talebi yok. Çünkü, böyle bir talebin doğması için sosyolojik olarak, kendi başına karar alabilen, rasyonel düşünceye göre hareket etme yönünde “bireyselliği” gelişmiş özgün ve özgür birey olma katına çıkmış insanlardan meydana gelen bir sosyal küme olma zorunluluğu vardır. Oysa, Türkiye’de kendileri için “özerklik” talepleri dillendirilen sosyal kesimlere bakılacak olursa, bunların çok büyük bir kısmı, “Milli Devlet” yapısındaki aşınmalardan dolayı devlet otoritesinde doğan yönetim boşluğu nedeniyle küresel terör örgütünün adeta rehin aldığı insanlardan meydana gelmektedir. Diğer kısmı ise “aşiret” ve “cemaat” oluşumları kapsamında, kendi özgür iradeleri ile hareket etme eğilimi ve imkanı olmayan ve bu yüzden de yeterince “birey” olamamış kitle insanlarından oluşmaktadır. Bu insanlar için “özerklik” isteyenler, aslında “Milli Devlet’in” hâkimiyetini kırmak ve zayıflatmak suretiyle doğrudan doğruya bu bölge ve insanlar üzerinde, daha çok Batılıların işine yaracak bir güdümlü egemenlik tesis etme amacını gütmektedirler. Sonuçta, bu bölge ve insanlar, Türk devletinin hâkimiyet kapsamından çıkarıldıktan sonra, bu bölgedeki insanlar üzerinde tarihin kaydettiği en totaliter bir düzen tesis edilecektir. Çünkü, Türk yönetim yapısında yenilik ve terörün önlenmesi adına “özerklik” taleplerini tepeden inme ve halka rağmen dile getiren küresel elitlerin ve işbirlikçilerinin ortak paydası, bireysel ve kolektif bilinç altlarında Batılı değerlerin egemenliğini kurmaya yönelik olan korkunç bir totaliterlik ve diktatörlük özlemlerinin varlığıdır.
Türkiye’deki “milli” ve “üniter” yönetim yapısının yeniden şekillendirilmesi bağlamında, merkezi yönetim ve yerel yönetim birimlerinin, üniversitelerin, medyanın, birçok siyasi parti ve sözde sivil toplum örgütlerinin, küresel elit sisteminin beklentileri doğrultusunda ortaya koymaya çalıştığı bu tutarsız ve çelişkili yönetim tarzının, hem teorik ve kavramsal olarak hem de pratik olarak, dengeli ve etkili bir yönetim sistemi oluşturma imkânı yoktur. Çünkü, bir toplumun ve ülkenin yönetim sisteminin, arkasında bulunan ortak bir yönetim zihniyet ve kültürü bakımından tutarlı bir bütünlük arz etmesi gerekmektedir. Türkiye’de, şu anda merkezi yönetimde dayatılan aşırı otoriter tutum ve yönetme anlayışı ile ileride bölge ve iller düzleminde getirilmek istenen yönetim birimlerinin “özerkleştirilmesi” uygulamaları, yönetim bilimleri ve süreçleri bakımından tam bir “Bu ne perhiz! Bu ne lahana turşusu” ya da “çatal kazık yere batmaz ”deyimlerinin kastettiği çelişki ve tutarsızlığın tam göstergesidir. Böyle bir çarpık ve çelişkili yönetim uygulaması ve ülkenin bu doğrultuda yönetilmeye zorlanması, çok ciddi yeni yönetim krizlerine yol açmanın dışında, ülke ve millet bütünlüğünün parçalanmasına zemin hazırlar. Yerel yönetimlerin özerkliği, sadece bölge temelli değil, aynı zamanda iller arasındaki dayanışma ve bütünlüğü dahi zedeler. Tıpkı Kur’anı Kerim’de ifade edildiği gibi: “Onların yurdu ile içlerini bereketlendirdiğimiz memleketler arasında, kolayca görünen nice beldeler var ettik ve bunlar arasında ulaşımı konaklara ayırdık. Oralarda geceleri, gündüzleri korkusuzca gezin dolaşın dedik (Sebe’ Suresi, 18). Bunun üzerine: “Rabbimiz! Aralarında yolculuk yaptığımız şehirlerin arasını uzaklaştır”, dediler ve kendilerine yazık ettiler. Biz de onları, ibret kıssaları hâline getirdik ve onları büsbütün parçaladık. Şüphesiz bunda, çok sabreden ve çok şükreden herkes için ibretler vardır” (Sebe’ Suresi, 19). Hiç şüphesiz, Allah, inananların birliğini ve bütünlüğünü murat eder, bu konuda sınar, emrettiği gibi birlik içerisinde olma iradesini ve sabrını göstermeyenlere ise ayrılığın ve dağılmanın acısını tattırır. Tıpkı, Türk hâkimiyetine karşı Batı’lı sömürgecilerle işbirliği yaparak dağılmanın acısını hâlâ yaşayan Filistin v.b, ülkeler gibi.
Sonuç olarak, Türkiye’nin yönetim sistemi oldukça arızalı, çarpık ve aşırı tutarsızlıklar ile malûldür, Türkiye’deki yönetici sınıfın, Türk Milletinin temel sorunlarına karşı son derece duyarsız ve çözüm konusunda yetersiz oldukları çok açık bir şekilde görülmektedir. Bu bağlamda, şimdiye kadar Türkiye’nin yönetim krizleri ve çıkmazları konusunda, sürekli yanlış reçeteler kullanılarak toplumun kaynak ve enerjisinin boşa harcanması yanında, devlet yönetiminde ve millet bütünlüğünde çok ciddi çatlaklar meydana getirilmiştir. Hiç şüphesiz, bu sorunların çözümü hususunda düşünmesi ve çalışması gereken esas kesim, Türk Milliyetçileri olmalıdır. Merkezi yönetim otoritesinin, aşırı bir “otoriterlik” saplantısına sapılmadan, olması gerektiği dozda yeniden tesis edilmesi; ayrıca, başıbozuk bir disiplinsizliğe ve dışarının müdahalelerine maruz kalmayacak tarzda, yerel yönetimlerin sadece hizmet yapma kapasitelerinin geliştirilmesi anlamında bir yerinden yönetim ilkesinin uygulanabilirliği dengelenmeye çalışılmalıdır. Hiçbir yönetim pratiğinin başarısı ve etkinliği, yönetim ilişkilerine sahne olan insanların ve toplulukların yönetim zihniyet ve kültüründen bağımsız değildir. Artık, Türk Milleti, kendi değerler sisteminin mayasında yoğrulmuş ve kendi gerçeklerini kavramak suretiyle sorun çözme kapasitesi geliştirilmiş yöneticiler ve yönetim tarzıyla yönetilmelidir.
———————————————-
Kaynak:
http://turkocaklari.org.tr/sayfa/756/turkiye-ye-bati-dan-dayatilan-yeni-yonetim-sizofrenisi-merkezde-.html