Ahlâkî Yozlaşma İle Aksiyolojik (Değersel) Verimlilik Arasındaki İlişki

Ahlâkî Yozlaşma İle Aksiyolojik (Değersel) Verimlilik Arasındaki İlişki[i]

Prof.Dr. İbrahim ÇETINTAŞ[ii]

ÖZ

Bu çalışmamızda ahlâkî alanda görülen yozlaşmanın, insanın ürettiği diğer değersel alanlar üzerindeki etkisini araştırdık. Bu anlamda ahlâkî algı ile genel aksiyolojik gelişim süreci arasında direkt bir ilişki olduğu görülmektedir. Akıl, irade veya vicdan gibi özsel insanî niteliklerle inşa edilmiş ahlâkî yapıların etkin ve güçlü karakterler, bunların da aynı nitel keyfiyete sahip değerler ürettiği söylenebilir. Bu bağlamda Müslümanların, tarihin belli dönemlerinde güçlü ahlák yapılarıyla verimli, zengin ve belirleyici değerler üretmelerine karşın, zamanla bu alanda görülen yozlaşmaya paralel olarak değer üretme kapasitelerinin de zayıfladığı müşahede edilmektedir.

Anahtar Kelimeler: Değer Bilimi, Ahlák, Ahlâkî Yozlaşma, Verimlilik, Değer

 

THE RELATIONSHIP BETWEEN ETHICAL DEGENERATION AND AXIOLOGICAL PRODUCTIVITY

ABSTRACT

We researched into the effect of degeneration observed in the ethical field over other axiological ones produced by human. In this sense, It’s seen a direct correlation between ethical perception and the general development process of axilology. It’s said that the ethical structures constructed with the essential human qualities like mind, will or conscience produce effective and strong characters, and also those characters do values having the same qualitative natures. In this context, it can be said that although Muslims, with their strong ethical structures, produced efficient, rich and determinative values, in course of time, in parallel with the degeneration observed in ethical field, their capacity of producing values got weak, as well.

Keywords: Axiology, Ethics, Ethical Degeneration, Productivity, Value

 

Değer teorisi (value theory) ya da değer bilimi olarak da isimlendirilen “aksiyoloji”; etik, estetik ve epistemoloji gibi değersel alanların ne olduğu, oluşum süreçleri, sınırları ve bunların birbirleriyle olan ilişkileri üzerinde durmaktadır. Buna göre örneğin etik iyi/kötü, estetik güzel/çirkin ya da epis­temoloji doğru/yanlış gibi değersel niteliklerin konusu olmaktadır. Değer biliminin konusu olan genel değersellik olgusu gerek Doğu, gerekse Batı’da yüzyıllar boyu insanların zihinleri ve pratik yaşamlarında önemli bir yere sa­hipken bu ilmi ilk olarak Kant, özellikle etik ve estetik nitelikler bağlamında analitik bir değerlendirmeye tabi tutar ve bunların birbirlerine karşı sınır­larını çizer. Ancak müstakil ilmî bir disiplin olarak aksiyoloji, ilk defa XX. yüzyılın başlarında Paul Lapie ve E. von Hartmann tarafından ele alınır. (Hart 1971: 29-30; Audi (edit.) 1999: 949; Arat 1996: 12-13).

Fark edilebileceği gibi burada ahlák ilmi, aksiyolojinin içerisinde, onun bir bölümü olarak değerlendirilmektedir. Ancak bu iki alanı, bilhassa konu­muzun tabiatı gereği ayrıştırarak ele almanın daha isabetli olacağını düşün­mekteyiz. Zira taşıdığı özel karakteristik itibariyle ahlák ilmi, diğer değersel niteliklerden ayrı bir yere sahiptir. Çünkü

“Bütün fiillerin doğup büyüdüğü insan ruhuna, kendine özgü nitel karakter­istiğini kazandıran temel faktör onun ahlâkî algı veya anlayışıdır. Bu anlam­da örneğin her insan tabip, mimar veya öğretmen değildir; ancak hangi işi yaparsa yapsın her insanın kendine özgü bir ahlâkî anlayışı ve bunun ortaya çıkardığı özgün bir tutumu mevcuttur. Tabiatıyla ahlák olgusu diğer bütün nitelikler için ortak bir vasıf olmaktadır.” (Çetintaş 2014b: 114-115).

Muhtemelen bunlar arasındaki en temel fark, ahlâkî fiillerin bir zorunlu­luk içermesine karşın, ahlákın dışındaki diğer aksiyolojik fiillerin ferdi terci­hlere bağlı olarak ortaya çıkıyor oluşudur.

Ancak ahlák ile diğer fiiller arasında var olan bu umum-husus ilişkisinin özellikle ikincisinin aleyhine ciddi bir risk taşıdığı da göz ardı edilmemelidir. Zira Müslüman toplumların pek çoğunda bugün, kültürel olarak değer dey­ince, salt ahlák anlaşılmakta ve insanın varlıkla ilişkisi neticesi ortaya çıkan estetik, epistemolojik, teknik, mimari veya siyaset gibi, ahlák dışındaki diğer değersel alanlar bazen tümüyle, bazen de büyük ölçüde göz ardı edilebilme­ktedir. Hâlbuki insani varlık için ahlákla bitlikte diğer alanlar da önemli birer değer veya kıymet hükmündedir. Doğal olarak, değer kavramının salt ahláka indirgenerek, orada eritilmesi, bir anlam daralmasına yol açmakta, bu da herhangi bir medeniyetin kurucu unsurları olan aksiyolojinin alanını daralt­maktadır. Bu itibarla her bir değersel niteliğin anlam, kapsam ve sınırlarının belirgin şekilde çizilmesi gerektiğini kaydedelim.

Öte yandan genel anlamda değer kavramında ortaya çıkan anlam daral­masının bir benzeri, ahlâkî alanda da görülmektedir. Buna göre, daha ziya­de sosyo-kültürel olarak ahlák kavramıyla kastedilen veya anlaşılan hususun büyük ölçüde namus kavramı olduğu müşahede edilmektedir. Yoğunluklu olarak Müslüman toplumlarda ahlák kavramı, namus olgusuna indirgenme­kte veya onunla eşitlenmektedir. Burada da mesele büyük ölçüde çarpıtılarak, erkeklerden ziyade kadınlar üzerinden bir okuma/değerlendirme yapılmak­tadır. Bu anlamda örneğin, dinen zina sayılabilecek herhangi bir husus söz konusu olduğu zaman, tabir yerindeyse bütün hesap kadına kesilebilmekte, erkek ise bazı zihinlerde tümüyle, bazı zihinlerde ise büyük ölçüde bundan muaf tutulmakta, hatta yer yer taltif edildiği manzaralar ortaya çıkabilmek­tedir. İslâm’da bu kabil suçlara karşı uygulanacak müeyyidelerin cinsiyetlere göre farklılaştığını gösteren herhangi bir beyan olmamasına rağmen, pratikte böyle bir tablo ile karşı karşıya gelmemiz, din olgusunun kültür karşısında gerilediğini gösteren bir yozlaşma hali olarak değerlendirilebilir. Bu da ahlák olgusunun, dinî ahlák zemininden koparak, kültürel ahlák anlayışına kayması­na neden olmaktadır. Oysa ne ahlâkî alanın mahiyeti namus kavramına in­dirgenecek kadar dar, ne de namus kavramı yalnızca kadınlara mahsus dinî bir yükümlülüktür.

Bir yandan, tümüyle insanın ruhsal karakteristiği veya zatını ihtiva eden ahlák anlayışı, namus kavramı yanında, güvenilirlik, çalışkanlık, sözünde durmak, adaletli olmak, emaneti ehline vermek, doğruyu temsil etmek gibi daha geniş ve çeşitli sahaları da ihtiva etmektedir. Dolayısıyla ahlâkî alan, bütün bu kavramlarla tekemmül etmekte, ahlâkî bir şahsiyet de bu kavram­ların işaret ettiği fiilleşme ile somutlaşmaktadır. Diğer yandan da İslam dini, insanı önce, herhangi bir cinsiyet ayrımına tabi tutmaksızın insan olarak görmekte ve herhangi bir cürüm karşısında da her iki tarafa sorumluluk yüklerken adalet ilkesini esas almaktadır.

O halde değer kavramının salt ahláka, ahlák kavramının ise yalnızca namu­sa münhasır kılındığı indirgemeci yaklaşım biçimlerinde, ne bu kavramlar ne de bunların işaret ettiği varlıksal alanlar bütüncül olarak anlaşılabilir. Tabi­atıyla doğru olarak anlaşılmayan ya da problem haline gelmeyen bir alan üze­rinde çalışma yapmak veya buraya yönelik çözümler üretmek de mümkün olmayacaktır. Bu nedenle, genel varlık düzeyinde yaşadığımız gibi, değersel/ ahlâkî ontik alanı anlama veya kavrama çabamız da yüzeysel, dar ve daha da önemlisi çarpık olduğu için verimsizlikle sonuçlanacaktır. Esasen hangi konuda olursa olsun, işin özünden sapmak, onu çarpıtmak, içini boşaltmak veya sınırlarım daraltmak, şimdi ele alacağımız yozlaşma kavramına denk düşmektedir.

Buna göre yozlaşma fiilinin kökü durumundaki yoz sözcüğü; “yoz to­prak”, “yoz bitki” veya “yoz hayvan” örneklerinde olduğu gibi, doğada değişmeden kalarak işlenmemiş olan, kaba, adi, bayağı veya kısır anlamları­na gelmektedir ki bu da, varlığın teleolojik (amaçsal) hüviyetini kazanama­mış veya ona ulaşamamış doğal hali olarak görülebilir. Aynı kökten gelen yozlaşma kavramı ise; soysuzlaşma, dejenere olma veya yabancılaşma gibi, insanın doğasındaki iyi/güzel niteliklerini sonradan yitirmesi veya mane­vi özelliklerinden uzaklaşması (Türkçe Sözlük 1998: II/1642; Poyraz 2015: 7-8) ya da ahlâkî veya zihinsel olarak gerileme, bozulma ve kokuşma eğilimi (Baldwin (edit.) 1901: I/260) olarak nitelenmektedir. Yozlaşma kavramına hayli yakın, onun bir alt versiyonu mahiyetindeki yabancılaşma ise sosyo-psi- kolojik anlamda, kişinin kendisi, içinde yaşadığı toplum, doğa veya daha baş­ka şeylere karşı hissettiği yabancılık duygusu olarak nitelenip, felsefî olarak ise şöyle tanımlanmaktadır:

“Şeylerin, nesnelerin bilinç için yabancı, uzak ve ilgisiz görünmesi, daha önceleri ilgi duyulan şeylere, dostluk ilişkisi içinde bulunulan insanlara karşı kayıtsız kalma, ilgi duymama, hatta bıkkınlık ya da tiksinti hissetme….Kişi- nin kendi benliğiyle ya da zihin halleriyle, kendisi arasına duygusal bakım­dan mesafe bırakması durumu, kişinin gerçek beniyle olan içsel temasını yitirdiğini anlamasının sonucu olan kendinden kopma hali” (Cev’zci 2000: 359).

Burada ortaya konulan tanımlarda yoz, yozluk, yozlaşma veya yabancılaş­ma kelimelerinin üç temel perspektifi vurguladığı görülmektedir. Bunlardan ilki; üzerinde herhangi bir çalışma yapılmamış veya fiilleşmeye uğramamış, varlığın kuvve halindeki kaba gerçekliğidir. İkincisi, belirli bir ahlâkî şekil almış ya da form kazanmış insanın bu hüviyetini kaybedip, ondan uzak­laşması veya bozulmaya uğramasıdır. Sonuncu perspektif ise, kişinin kendi özü veya benliğine olan yabancılaşmasıdır. Yani birinci halde; varlığın, ol­ması gereken veya murat edilen ereksel (amaçsal) ideal aksiyolojik hüviyetini/ karakterini kazanamaması, ikinci halde, insanın kazanmış olduğu ahlâkî ide­alden uzaklaşması, üçüncüde ise, elde edilmiş olan özgün benliği kaybetme veya ona yabancılaşma durumu kastedilmektedir. Öyleyse her üç durumda da ideal olan veya en azından olması gereken durum veya şey(ler)den uzak­laşma, bir yozlaşma biçimi olarak değerlendirilmektedir. Tabiatıyla, insanın; yaratılmış olduğu teleolojik karakterine uygunluk içerisinde fiilleşememiş olması, kazanmış olduğu iyi/güzel huyları yitirmesi ve ontolojik öz veya ben­liğine yabancılaşması, yozlaşma veya yozluk halinin muhtelif görünümleri olarak karşımıza çıkmaktadır.

İslam kültür tarihinde tecrübe edilen genel olarak ahlák, aksiyoloji ilişkisi veya birinci alandaki yozlaşmanın ikincisi üzerindeki verimliliği nasıl etkile­diği gibi hususları bu perspektif üzerinden okuyacak olursak Müslümanların, Kur’an ve Hadislerle temellendirilmiş güzel bir ahlák sistemlerinin olduğu, bunun üzerinde estetikten mimariye, epistemolojiden tekniğe kadar oldukça geniş bir alanda güçlü bir medeniyet kurmuş oldukları ve hatta bununla in­sanlığa büyük katkılar sağladıkları tarihi olarak sabittir. Ancak ne oldu da bu verimli, etkin ve güçlü yapı tarihsel süreç içerisinde peyderpey tebarüz eden ve giderek daha görünür halde insanî fiillerin bütün renklerine yansıyan genel bir aksiyolojik (değersel) gerilemeye dönüştü? Veya Müslümanlar tarihin belli dönemlerinde yüksek değerler üretmelerine karşın, geri kalan dönemlerde bunu niçin sürdüremediler?

İşte burada temel problem, zamanla ortaya çıkan bu gerileme, bozulma ve kopuşun neden veya nedenleridir. Bunun temelini kültür, siyaset, mezhep­sel kaygılar veya dinin anlaşılma biçimi gibi pek çok etkene dayandırabiliriz ki, bunlardan her birinin bu gerilemede kendine göre oransal bir payından söz edilebilir. Ancak kanaatimiz odur ki, bu bozulmanın asıl nedeni, say­dığımız bu faktörlerin de büyük rol oynadığı, Müslüman’ın ruhsal bünye­sinde zamanla ortaya çıkan ahlâkî değişim olgusu ve bunun, insanın genel aksiyolojik niteliği üzerindeki yansımalarıdır. Zira, “Her medeniyet, ahlák an­layışına” (Poyraz 2015: 197-198). dayanır ve İslam medeniyetindeki zayıfla­mayı da, ahlâkî alanda görülen yozlaşma olgusuna atfetmek yanlış bir değer­lendirme olmayacaktır.

İnsanın ruhsal formasyonu olarak değerlendirebileceğimiz ahlák olgusu böyle bir işlev ve güce sahiptir. Zira bütün işlevselliğiyle birlikte düşünüldüğü zaman ruhu inşa eden ahlák, H. Bayram Veli’nin, “İnsan, zatını fiillerinde seyreder.” (Macit 2011: 482) dediği gibi, onun tabiatı, karakteri, yaratılışı veya seciyesidir (Akseki trz: 28). Bu nedenle ahlâkî alanda görülecek muhte­mel bir değişim olgusu, olumlu veya olumsuz anlamda olmak üzere insanın her türlü edimselliğini etkileyecektir. Doğal olarak insan, ahlákın dışında ortaya koyduğu ilmî, sanatsal, sosyolojik veya kültürel alanlara ait diğer aksiyolojik fiillerini sahip olduğu ahlâkî yapıya bağlı olarak ifa edecektir. Bu nedenle, ahlákın kendine özgü karakteriyle bu yapı üzerinde tezahür eden fiillerin niteliği arasında direkt bir ilişkiden söz edilebilir. O halde, insan tabiatıyla uyum içinde olan güçlü ve işlevsel ahlák sistemleri, teorik ve pratik alanlarda etkin ve verimli fiillerin ortaya çıkmasını mümkün kılarken, insani varlığın zayıflatıldığı ahlâkî yapılar üzerinden belirleyici, özgün fiillerin or­taya çıkması güçleşecektir. Tabiatıyla, bir anlamda ahlâkî yozlaşma demek, sanat, teknik, siyaset veya kültürel tüm değersel alanlarda bir yabancılaşma veya zayıflama anlamına gelecektir.

“Bu anlamda eğer kişi sağlıklı bir ahlák anlayışına sahipse bu, onun genel aksiyolojik kapasitesini daha rasyonel ve verimli kullanmasına, aksi durum­da ise ilgili kişinin değersel olarak zayıflamasına veya tümüyle yok oluşu­na yol açabilecektir. Binaenaleyh ahlâkî niteliğin gücüyle, insanın değer üretme kapasitesi arasında doğru bir ilişki göze çarpmaktadır.” (Çetintaş 2014: 114-115).

Bu bağlamda Hz. Peygamberden, “Cibrîl Hadîsi” olarak nakledilen ve “itikat, ibadet ve ahlák” olarak İslam düşünce geleneğinde de önemli bir yer tutan rivayet de, aksiyolojik zayıflamanın nedeninin en azından nereye veya hangi alana dayandığını görmemiz açısından önemli bir perspektif sunmak­tadır. Bu rivayete göre; Hz. Peygamber ile Cebrâil arasında iman, İslâm ve ihsan kavramlarının ne olduğu hususunda bir muhavere yürütülür. Hadiste geçen ilk iki konu sırasıyla, rubûbiyyet ve ubûdiyyet alanıyla ilgilidir. Ancak son konu direkt olarak ahlâkî alana münhasır olup, ilgili hadîste, ahlâk an­lamına gelen “ihsan” (Koç 2009: 51-52) kavramı; “Allah’ı görüyormuş gibi kullukta bulunmandır. Sen onu görmüyorsan da, o seni görür.” (Buhari, İman, 1) şeklinde tanımlanmaktadır.

Burada ihsan kavramının ifadesi olan “Allah’ı görüyormuşçasına kullukta bulunmak” nitelemesi, fiillerin gözetim veya denetim makamının kim veya neresi olması gerektiğini vurgulamaktadır. Rengi ve şekli ne olursa olsun burada, insanın fiilleşme sürecinde uyması gereken ölçü veya kriterin ne ol­ması gerektiğine işaret edilmektedir.

Bu anlamda, İslam’ın inanç ve ibadetlerle ilgili alanlarının da, insanın ruhsal formasyonunda ve buraya bağlı ortaya çıkan fiillerinin nitel karak­terinin oluşumunda etkin rol oynadığı göz ardı edilemez. Özellikle insanın fiilleşme sürecinde iradenin oynadığı rol bağlamında itikadi kelam ekoller­inin yeri önemlidir (Saruhan 2014: 61-63). Ancak bir bütün olarak insan ruhunu oluşturan ve kendine özgü renk ve şeklini kazandıran temel alanın ahlák olduğu unutulmamalıdır (Çetintaş 2014a: 90). Bu anlamda İslâm’ın ilk zamanlarında ahlâkî fillerin inşasında temel motivasyon kaynağı, “Al­lah görüyormuşçasına…” iken, yukarıda işaret ettiğimiz kimi nedenlerle bu paradigma zamanla kırılır ve bunun yerini, “İnsanlar/toplum görüyor­muşçasına.” şeklinde nitelenebilecek bambaşka bir mantalite alır. Eskiden olduğu gibi Müslüman bireyin ahláklaşma sürecinde temel motivasyon kay­nağı artık, Allah’ın görüsü değil, insan, toplum, mezhepsel tutumlar veya çarpıtılmış dinî/ahlâkî algıların iradesi olacaktır. İçeriden dışarıya doğru gerçekleşen ahlâkî inşa süreci, yeni dönemlerde tersine dönerek, dışarıdan içeriye doğru, kişiye rağmen kişiyi oluşturan/kuran bir anlayışa evrilecektir. Belirli dönemlerden sonra insan, kendi fiilinin faili olma yerine, “taşıyıcı annelik” gibi başka faktörlerin iradî tasallutu altına girerek, zayıflayacaktır. Hiç kuşku yok ki, ahlâkî alanda başlayıp oradan, genel aksiyolojik sürecin gidişatına sirayet eden bu köklü değişiklik tam bir yozlaşma haline işaret et­mektedir. Bu tablo bize, İslam dünyasında aksiyolojik yozluğa yol açan en önemli nedenin ahlâkî alanda ortaya çıkan yozlaşma olgusu olduğunu gös­termektedir. Başka bir ifadeyle ahlâkî öz veya idealden uzaklaşmayla kendini dışa vuran yozlaşma halinin, ancak varlıksal öze ulaşmakla mümkün hale gelebilecek aksiyolojik verimliliği zayıflattığı söylenebilir.

Öte yandan İslam düşünce geleneğinde zaman içerisinde felsefe veya akla verilen önemin azalması da, yine ahlâkî yozlaşma yoluyla aksiyolojik verim­liliği olumsuz yönde etkileyen bir başka faktör olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu bağlamda örneğin Fârâbî’ye göre teorik akıl; epistemik olarak doğru ile yanlışı, pratik akıl ise etik olarak, iyi ile kötüyü ayırt eden bir melekedir. Filozof, akıl kavramını muhtelif açılardan değerlendirirken halk için “akıllı” kimsenin; iyiyi tercih etme ya da kötülüklerden sakınma hususunda, iyi düşünen kimsenin kastedildiğini ileri sürerek şunları söyler:

“Gerçekte iyi olanı yapmak ve kötü olandan sakınılması gerektiğini ortaya koymak üzere iyi düşünmek, akletmek demektir. “Akıllı” derken bütünüyle halkın kanaati “düşünen ve akleden” anlamında toplanmıştır. Aristo’ya göre de “düşünen ve akleden”in anlamı yaratılıştan faziletli olup, başka bir sebe­ple değil, fazilet olduğu için faziletli işleri ortaya çıkarmada parlak zekaya sahip olan demektir.” (Fârâbı 2003: 127-128; Tusî 2007: 17)

Tabiatıyla, pratik yönüyle de olsa, aklın güç ve işlevinde ortaya çıkan herhangi bir zafiyet halinin, akıllı fiil anlamına gelebilecek faziletli/iyi iş ve davranışları da menfi yönde etkilemesi kaçınılmaz olacaktır.

Ayrıca aklın işlevinin; doğru/yanlış, iyi/kötü ve hatta güzel/çirkin gibi aksi­yolojik niteliklerin tespiti olduğu düşünülürse, felsefe veya aklın zayıflaması yönünde ortaya çıkan menfi bir durum, bu tespit edilen şeyi gerçekleştirmek üzere fiilleşerek, hamle yapması gereken iradeyi de etkileyecektir. Zira is­tenilen doğruları bulmaya yönelik olarak ortaya çıkan aklın işlevindeki bir zayıflık hali, bunun fiilen gerçekleştirilmesini ifade eden irade gücünü de zayıflatacaktır. Aklın işlevsellikten uzak olması, iradenin de fiiliyattan uzak­laşması anlamına gelecektir. Dolayısıyla akıl ile ahlák arasında yakın bir ilişki göze çapmaktadır. Tabiatıyla aklın zayıflaması, iradeyi, iradenin zayıflaması, ahlákın niteliğini, o da aksiyolojik verimliliği etkileyecektir.

Bu anlamda özellikle Gazâlî’den sonra peyderpey felsefî ilimlerdeki ger­ilemenin, akıl ve iradeye bağlı ortaya çıkan olguların nitel karakterini de zayıflattığını söylemek yanlış olmayacaktır. Buna göre belirli dönemlerden itibaren İslam kültüründe ortaya konulan eserlerin özgünlük veya orijinallik vasfının zayıflayarak, daha önce üretilenleri yeniden ele alma veya var olanı tekrar etme gibi geçmişe dönük aşırı bir bağımlılık havasına büründüğü görülür. Bunun karşılığı aklın işlevselliğindeki daralma veya zayıflama hali epistemik alanda bir şerh veya haşiye geleneğinin oluşmasına yol açtığı gibi, iradî alandaki yozlaşma hali ise, benzer şekilde geçmişi tekrar eden tekdüze, muti ve aşırı bağımlı fiiller olarak kendini dışa vuracaktır. Binaenaleyh, akli alandaki daralma veya zayıflamanın epistemolojik alanı, iradi alanda orta­ya çıkan olumsuzlukların ise ahlâkî alanı vurduğu görülecektir. (Çetintaş 2014a: 107-108).

İster kültür, siyaset veya mezhepsel kaygılarla doğrudan, ister akıl ve iradenin zayıflaması yoluyla ya da isterse bunların dışında başka bir ned­enle gerçekleşmiş olsun, ahlâkî yozlaşmanın insani varlığın ürettiği bütün fiillerin nitel karakterini olumsuz yönde etkilediği yadsınamaz. Tarihi süreç içerisinde Müslümanların tesis ettikleri güçlü ahlák sistemleriyle, zengin, verimli ve belirleyici değerler üretmelerine karşın zamanla, İslam’ın orta­ya koyduğu özgün ahlák anlayışı üzerinde meydana gelen yozlaşma veya sapmaların Müslüman bireyin aksiyolojik karakterini de zayıflattığı söylen­ebilir. Dolayısıyla ahlâkî yozlaşma ile aksiyolojik yozluk ya da verimsizlik arasındaki bu varoluşsal ilişkiden Müslümanların da kendi paylarına düşeni fazlasıyla aldıklarını söylemek mümkün görünmektedir.

Kaynaklar

Akseki, Ahmet Hamdi (trz.), Ahlák İlmi ve İslam Ahlákı, Sad., Ali Arslan Aydın, Nur Yayınları, Ankara.

Arat, Necla (1996), Etik ve Estetik Değerler, Telos Yayınları, Ankara.

Cevizci, Ahmet (2000), Felsefe Terimleri Sözlüğü, Paradigma Yayınları, İstanbul. the Cambridge Dictionary of Philosophy (1999), Edit.: Robert Audi, Cambridge Universitity Press, 1999.

Çetintaş, İbrahim (2014b), İslam Düşüncesinde Değerler Metafiziği, Elis Yayınları, Ankara.

(2014a) “İslam Medeniyetinin Kırılan Dinamiği: Ahlák”, KSÜİlahiyat Fak. Dergisi, sayı: 23.

Dictionary of Philosophy and Psychology (1901), I-III, Edit.: James Mark Baldwin, The Macmillan Campany, New York.

Fârâbi (2003), Aklın Anlamları (Risale fimeâni’l-akl), çev.: Mahmut Kaya, İslam Filozoflarından Felsefe Metinleri, Klasik Yayınları, İstanbul.

Hart, Samuel L. (1971), “Axiology–Theory of Values”, Philosophy and Phenomenological Research, International Phenomenological Society 1971, cilt: XXXII (29-41).

Koç, Turan (2009), İslâm Estetiği, İSAM Yayınları, İstanbul.

Macit, Nadim (2011), Türk Milliyetçiliği Kültürel Akıl İçtihat ve Siyaset, Berikan Yayınları, Ankara.

Poyraz, Hakan (20015), Ahlák Felsefesi Yazıları, Dergâh Yayınları, İstanbul.

Saruhan, Müfit Selim (2014), “İslam Düşüncesinde Ahlâk İlmi”, Eski Yeni: Anadolu İlahiyat Akademisi Araştırma Dergisi, sayı: 28, (53-66).

Tusi, Nasiruddin (2007), Ahlâk-ı Nâsırî, çev.: Anar Gafarov, Zaur Şükürov, Litera Yayınları, İstanbul.

Türkçe Sözlük (1988), TDK, Türk Tarih Kurumu Basımevi, I-II, Ankara.

————————-

[i] Adam Akademi, Cilt 5/2 2015:5-13

[ii] Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü Öğretim Üyesi

Yazar
İbrahim ÇETİNTAŞ

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen