Türkiye’nin Güvenlik, İdari ve Siyasi Sorunları; Zor Günler Bir Felakete Doğru mu Gidiyor ?

Türkiye bir ateş çemberinin içine alındı. Ayrılıkçı terör örgütü ve onun siyasi, sosyal uzantıları yurt içini yakarken, yalnızlaştığı Dünya’da Türkiye’nin bütün menfaat alanları tahrip edilmekte olup, vatan coğrafyası tarihte hiç olmadığı kadar tehdit altına alınmıştır. Kuzey’de Kırım, artık bir Rus toprağıdır. Kırımlılar yani Tatar Türkleri, Kırım’ı terk etmektedir. Kuzey Doğu’da Ermenistan -ne ilginçtir ki, hem Batı ülkeleri hem de Rusya tarafından ekonomik ve sosyal olarak korunmaya alınmış, Türkiye aleyhine olan her kişi ve kurumun da arkasına geçmiştir. Türkiye, son on yılda, Asya’daki soydaşlarıyla işbirliklerini de yavaş yavaş kaybetmektedir; Azerbaycan, Kırgızistan, Türkmenistan, Kazakistan, Özbekistan Rusya’nın ağırlığı altına girmekte, zorlanan siyasi ve iktisadi işbirliği anlaşmalarıyla Rusya’ ile eski ilişkilere dönülmektedir. Doğu Türkistan, geniş coğrafyası ve yirmi beş milyon Türk nüfusuyla Çin’in asimilasyon politikaları altında tarih sahnesinden çekilmek üzeredir. Kuzey Kıbrıs, Batı ve Yunanistan’ın alt yapı çalışmalarıyla Ada’daki Rum Devleti ile entegre olmaya başlamışken, zaten o bölge İsrail, Kıbrıs Rum Devleti, Yunanistan ve Mısır işbirliği ile oluşturulan karşı ittifakın hâkim alanı haline dönüşmüştür. İran coğrafyasında, İran nüfusunun önemli bir kısmını oluşturan Güney Azerbaycan Türkleri ile gelişen kuvvetli bağımız, son birkaç yılda neredeyse tamamen kopmuş durumdadır. Irak ve Suriye’deki durumumuz da hepimizin malumu olduğu üzere, tamamen edilgen hale gelmiştir. Şimdi Türkiye’nin güney sınırlarını boydan boya kaplayacak ve Akdeniz’e ulaşacak bir Kürt hattı oluşturulmaktadır. Görünen odur ki bu hat’ta bir süre sonra, İran ve Türkiye topraklarından koparılacak topraklar da katılarak, Orta Doğu’da güçlü, zengin, yüzü Batı’ya dönük bir Kürt devleti oluşturulacaktır. Rusya’nın eski gücüne ve etki alanına dönebilmesi, bir Batı ülkesi olarak zengin bir Ermenistan’ın ortaya çıkarılabilmesi, İran’ın bölünmesi, Türkiye’nin bölünmesi ve ortaya işbirlikçi bir devletçik çıkarılabilmesi, Türkiye’nin dışarıdan ve içerden yakılmasını gerektirmektedir. Ne ilginçtir ki bu ateşi birlikte yakanlar, aslında birbirleri ile menfaat çatışması içinde olan Ruslar ve Batılılardır; Türkiye’yi ezmek söz konusu olduğunda, düşman ülkelerin bile menfaatleri benzeşebilmektedir.

Çevremizde bütün bunlar olurken, Türkiye, olanları kontrol ederek, kendi lehine çevirmek için gerçekçi ve akılcı politikalar geliştirip, canla başla mücadele edeceği yerde, siyasi ve idari otoritenin anlayış ve tercih hataları, uygulama yanlışları nedeniyle, adeta, Türkiye’nin ateş çemberine girmesi kolaylaştırılmıştır.

Türkiye siyasi ve idari otoritesi, soydaşları olan, aynı milletten gelen Türk Dünyası’na, tam da onların birliğe çok ihtiyacı olduğu yıllarda, sadece ekonomik menfaat ilişkileri itibariyle ilgi göstermiş, bir soydaş ortaklığı anlayışından titizlikle uzak kalmaya gayret etmiştir. Ancak Türkiye, üstelik onlar da hiç istemezken, Arap dünyasına, Filistin’e, Kuzay Irak Kürtlerine özel ilgi göstermiş, ülkesinin esas menfaatlerini riske eder şekilde, o bölgelerdeki bazı gruplarla inanılması zor ilişkiler geliştirmeye çalışmış, hatta bir süre sonra, işi, kendisini o bölgenin lideri pozisyonunda kabul edecek kadar ileri götürmüştür. Bu uğurda, bugünkü dünyanın etkin ülkeleri, ABD, İngiltere, Almanya, Fransa ve isteseniz de istemeseniz de İsrail ile çatışır hale gelmiş, bu ülke liderleri, Türkiye’nin siyasi ve idari otoritesinin tepe noktasının rahatça azarlayabileceği kişiler olarak farz edilmiştir.

Arap-Filistin-Kürt Dünyası’na bu dinamik ilgi sürerken, Kırım’ın ilhakı Türkiye’de yaşayan 1-2 milyon Tatar Türkü’ne rağmen inanılmaz bir rahatlıkta kabul edilmiştir. Halbuki Türkiye’deki Tatar Türklerinin mobilizasyonu, yine Türkiye’de milyonlarca soydaşları yaşayan Kafkas halklarının da bu mobilizasyona desteği ile Kırım, Rusya’ya zehir edilebilirdi. Benzer şekilde, Suriyeli göçmenlerin maliyetine göre maliyeti çok yüksek olmayacak ekonomik, kültürel, siyasi ve askeri desteklerle, o ülkelerin de çok istekli olmaları sayesinde, Orta Asya Türk Cumhuriyetleri, Rusya’nın hedefinden çıkarılabilirdi. Kazakistan Cumhurbaşkanı’nın bu uğurdaki çabaları, Türk tarihin altın sayfalarına geçecektir.

Türkiye, bugün, siyasi otoritesinin tercih yanlışlarının ağır bedeliyle karşı karşıyadır. Peki, bu yanlışların arkasındaki nedenler nelerdir ? Niçin otorite, bu kadar da bariz hataları, üstelik peş peşe işleyebilmiş ve hatta işlemeye de devam etmektedir.

Öte yandan, kuru söz bir yana –konuşmak kolaydır, neden Türkiye, çok ta gerekli olduğu zamanlarda bile, sahip olduğu askeri ve siyasi gücünü, en azından caydırıcılık için kullanamamaktadır. Kırım, Karabağ, Kerkük, Musul, Suriye Türkmen bölgeleri, Kıbrıs deniz sahanlığı, şimdilerde fütursuzca Kobani denilen ama esas ismi Türkmen Pınarı (Arapça ismi Ayn-el Arab) olan bölgede, Suriye Bayır-Bucak bölgesinde bu güç kullanılmamıştır? Suriye kuzeyine IŞID terör örgütü gelirken, hem bu örgüt, hem de onu bahane ederek kantonlar kuran ayrılıkçı Kürtler rahat bırakılmış, bölgenin otoritesi şartsız biçimde devir alınmamıştır? Oralara, tam da bu zamanlarda bölgede yaşayan Türkmenlerin desteği ile Türkiye otoritesi rahatça girebilirdi. Böylece hem güney bölgemiz güvenli hale gelir, hem Kürt kantonları oluşmaz, hem de şimdi IŞID bahanesi ile Batılılar ve Rusya Suriye’de cirit atamazdı.

Soruyu tekrar soralım: Türkiye’nin siyasi ve idari otoritesi bu hataları nasıl ve neden yapmıştır ve yapmaya da devam etmektedir? Bu hatalara neden olan zihniyetin arka planında ne vardır?                  

Türkiye’yi bir felakete doğru sürükleyen nedenler, siyasi otoritenin zihniyetini şekillendiren ve birbirini doğuran üç ana kabulden kaynaklanmaktadır. Sırasıyla bunları açıklayalım.

Siyasi otoritenin söz sahibi mensupları, bir dönemlerde, 1950 ve 60’lı yıllarda Türkiye’ye giren ve ilk ışıklarını Seyyid Kutub’un “Yoldaki İşaretler” kitabından alan İhvanü’l Müslimin, Türkçe adıyla Müslüman Kardeşler hareketinin, o örgütlenmenin içine girmeden, ama heyecanını yaşayarak ve onun geliştirilmeye çalışılan ideolojisinden fikri örnekler alınarak yetiştirilmişlerdir.

Müslüman Kardeşler, saf bir şekilde, Kur’an ve Sünnet­te olduğu şekliyle İslam’a dönülmesini ve pratik hayatta İslam Şeriâtı’ nın uygulanma­sını amaçlayan, bu amaca yönelik siyasi ve iktisadi açılımları, teklifleri nedeniyle, bugünlerdeki İslami hareketlerin büyük kısmına fikir ve moral kaynak oluşturan uluslararası bir teşkilattır.

Nitekim dönüp bakın, Türkiye’deki İhvanü’l Müslimin sevenler, bugünlerde tesirli olduğu sosyal ve resmi ödülleri, işte o kendilerini yetiştiren Türkiyeli gönül dostlarına vermektedirler. İhvanü’l Müslimin’in fikir açılımları zamanla Türkiye’deki İslamcı sosyal gençlik hareketlerine tesir etmeye başlamıştır; 1970’li yıllardan itibaren Milli Türk Talebe Birliği ve sonrası Türk Milli Gençlik Teşikilatı bu zeminlerden en önemli olanlarıdır. Ardından siyasi yapılanmalar da söz konusu bu yeni fikri gelişmelerden etkilenmeye başlamıştır. Milli Selamet Partisi, Milli Nizam Partisi’nin gençlik kolları, nihayet Milli Görüş olarak adlandırılan siyasi-ideolojik yapılanmanın gençlik örgütü olan “Akıncılar” , fikir yapı ve örgüsünü İhvanü’l Müslimin’in bir takım kaynaklarından ve heyecanından almıştı. Fizilâl-il Kur’an (Kur’an’ın Gölgesinde), İslâm’ın Sosyal Adaleti… Bu gençlerin ellerinden düşürmedikleri kitaplardı.

Şu anda mevcut siyasi otoritenin sözü geçen kadrosu, ezilenlerin, sömürülenlerin, zulmedilen müslümanların yanında söylem geliştiren Müslüman Kardeşler hareketinin heyecanını ve sevgisini hep hissetmiş ve yürüdükleri yollarda, oradan aldıkları ama pratik değeri olup olmadığının farkında olmadıkları fikirleri hayata geçirmeye çalışmışlardır.

Ancak, bu yolların isimleri önünde ne kadar “milli” sıfatı yer alsa da, söz konusu gurupların temel hareket eksenleri “ümmet” dir. İslamcı grupların tamamı, “millet” kategorisini reddederler, onu bölücülük sayarlar; onlar için esas olan dinde birlik, yani ümmetdir; “İslam Ümmeti”. Soy bağına önem vermek, millet’e kültürel ve ahlaki değerler olarak atıf yapmak, onlara göre ümmet fikrine zarar verir. Tabii zihni yapıları “ümmet ekseni”nde oluşanların, siyasi, idari, iktisadi ve kültürel alanlarda ümmetçi bir tavır takınmaları ve ellerindeki iradeyi o yönde kullanmaları doğal olandır. Öyle de yapmışlardır ve yapmaya devam etmektedirler.

Aslında siyasi ve idari otoritenin memleket, vatan, devlet, müslüman  sevgi ve saygısından, millet için iyi düşüncesinden, Allah’a olan inancından ve tam bağlılığından en küçük kuşku duymak mümkün değildir. Ama, işte, algı yanlış olunca zihniyet de yanlış oluşuyor, zihniyet yanlış olunca pratik de yanlış oluyor, pratik üst makamlardan işletiliyorsa bazen, yeri geliyor memleket de yanıyor.  

Bugün, Türkiye’nin savrulduğu felaketin ardında, dış politikadaki temel stratejik ve taktik hatalar vardır. Bu hataların kaynağı, yanlış bir kategori yorumu olan ve maalesef İslam Ümmeti’ne de zarar veren “ümmetçi politik” anlayıştır. Eğer dış politikamız, yaşanan hayata, yaşanan gerçeğe dayandırılsa idi “Milli Politikalar” güdülürdü ve Türkiye, menfaat alanlarını genişleterek büyür, güçlenir ve gerçekten “bölgesel güç” olurdu. Aslında “ümmetçi” tavrı suçlamıyorum, sadece bir tespit yapıyorum. Ümmet, millet tanımlamalarının sosyolojik değerlendirmesini bir başka yazıya bırakalım. Ümmet bir sosyolojik kategori olmadığından, siyaseten ve dünya görüşü olarak ümmetçilik yanlış bir anlayıştır. Ancak kültürel ve ekonomik olarak ümmetçi işler yapılabilir. Örneğin “İslâm Sanatları Müzesi”, “İslâm Ekonomik Teşkilatı” kurulabilir. Ama Ümmet’e dayanan İslâm Devleti tarih boyunca olmamıştır ve olmayacaktır. Devlet adamları, İslâm Ümmeti siyaseti ile uğraşacağına, Müslüman ülkeler hep birlikte yoksul müslüman halklara yardım edecek bir “İslam Ümmeti Yoksulluğu Önleme Fonu” kursalardı, yeryüzünde bırakın aç Müslümanı, aç insan kalmazdı.

Ümmetçi siyasi politikalar, ideolojik bir açılım olduğu için, idari; bürokratik ve teknokratik yapılanmada da “liyâkatı” değil, “fikre/bize sadakati” esas alır. Böylece tüm idari ve teknik kadrolar, mesleki yeterliliklerinden çok, bizden olana sadakat ya da sadakat içinde görünme yetenekleri ile yükseltilirler. Tabi bu mekanizma aşağı doğru uzanır, gider. Çevrenizdeki tüm atamalara bir bakın; yazdıklarıma hak vermemeniz mümkün değildir. Sonunda, çoğu uzmanlık alanında yeterince yetişmemiş, kendi işlerinde, kendi mesleklerinde yeterince başarılı olamamış, hatta belki de bu yüzden partiye kapaklanmış insanlarla dolar idari ve teknik kadro… Tabii olayların sonucu artık başarısızlıklarla karşılanır. Tıpkı 10 Ekim 2015, Ankara katliamındaki güvenlik ve istihbarat zaâfiyeti gibi…

Sadece kendi inandığı fikri esas alma, benden olanla çalışmayı, benden olanla çalışma da bir süre sonra en baştakilerin kendilerinde, farklı oldukları; farklı yeteneklere sahip oldukları, seçilmiş oldukları; öyleyse en doğrusunun kendilerinin düşünce ve kararları olduğu kanaatini doğurur. İşte şimdi büyük sıkıntı başlamıştır. Kendine inanç, danışmanlarını da kendisi gibi yapar; “O” nun ya da onların başkasının fikirlerine ihtiyaçları yoktur; çünkü doğru olan onlardır. Onların sözü aslında Allah’ın da istediğidir; öyleyse kesin doğrudur. Danışmanlar, onların fikirlerini anlamaları ve uygulamaları gereken kişilerdir, yoksa bilgi ve tecrübeleri ile fikir verecek kişiler değil. Böylece danışmanlar kuru bir pratisyene dönerler. Zaten dış eleştiriler de kasıtlı, düşmanlık için yapılmakta değil midirler; öyleyse kendinden başka her şeye kulağına tıka; senin bildiğin ve düşündüğün zaten “Tanrı Buyruğu” dur.

İşte yukarıda kısaca açıklanmaya çalışılan üç anlayış; “ümmetçi politika ve uygulamalar”, “bizden/fikirden olanlarla çalışma titizliği”, “farklı ve mutlak doğru olduğuna inanç” bugünkü sorunlarımızın ve sorun nedenlerimizin arkasındaki temel zihniyettir.

Evet, Batıcı yarı sömürge aydının zihniyeti ne denli bu millete zarar veriyor ve değişmesi gerekiyorsa, Ümmetçi yarı sömürge aydın zihniyeti de o denli hatalı ve milletimize zarar verir haldedir.

Zihniyet değişimi temel meselemiz olsa gerektir !
Ne dersiniz ?

 

Muzaffer METİNTAŞ

11 Ekim 2015 

 

 

 

 

 

Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen