Tedbir mi tevekkül mü?

Tedbir, bir şeyin sonucunu düşünerek önceden gerekli olan önlemleri almak anlamına gelir. İslamiyette, kişinin elinde olmayan şeyler için üzülmesi doğru kabul edilmemiştir. Örneğin; ölüyü diriltemez, geçip giden zamanı geri döndüremeyiz. Tabiî veya insan eliyle meydana gelen kazalarda kaybettiklerimiz için üzülmek, ah vah etmek onları geri getirmeyecektir. İşte burada sabır; kaybettiklerimiz karşında her şeye ve herkese küsüp, yaşadıklarımıza kahredip isyan etmemiz için önemli bir sığınaktır. Sabır; pasif olmak ve gereken önlemleri almadan her işi Allah’a havale etmek değildir. Aksine yeniden her şeye başlayabilmek için sığındığımız bir tedavi ve yenilenme durağıdır. Bu bağlamda İmam Matüridi hazretleri “Sahip oldukları, insanoğluna verilmiş emanetlerdir, bunların gerçek sahibi Allah’tır ve bu emanetlerin geçip gitmesine sızlanmamak sabrın gereğidir” der.

*****

Prof.Dr. Hilmi DEMİR

İslam inancında kader, sabır ve tevekkül anlayışları bugün karikatürize edildiği gibi asla tedbiri ihmal etmek anlamına gelmemektedir. Hazreti Gazâlî, “Eğer tevekkül, elini-kolunu bağlayıp hâdiselere karşı âtıl bir tavır takınmak demek olsaydı, bir taraftan çalışmamayı haram kılan şeriat diğer taraftan tevekkülü emreder, onu över ve iyi bir haslet olarak gösterir miydi?” der.

Tüm dünyada yaşandığı gibi ülkemiz de koronavirüs salgınıyla mücadele ediyor. Bu mücadele de toplu mekânların kapandığı gibi camilerimizde de cemaatle namaz kılmak kısa süreliğine askıya alındı. Buna karşılık bazen ya cahilliklerinden ya da meseleye hatalı bilgilerle yaklaştıklarından bazı kesimlerden “Müslümana bir şey olmaz”, “Allah bizi korur”, “Allah ne takdir etmişse o olur”, “Allah’a tevekkül edersek sorun olmaz” gibi takdirin arkasına sığınarak tedbiri inkâr eden sözler duyuyoruz. Hatta bu cahil ve bilgisiz kesimlerin sarf ettikleri sözleri fırsat bilen bazı çevreler, Ehl-i sünnete ve geleneğe saldırmayı ihmal etmiyorlar.

Ehl-i sünnetin kader anlayışı gerçekten tedbiri ihmal mi ediyor? Yoksa Ehl-i sünnet âlimleri, takdire sığınarak insanı cebrî bir tavra alışmayı mecbur mu bırakıyor? İsterseniz hem bu soruların cevabını arayalım hem de tedbirin tevekkül ile neden çelişmediğini anlatmaya çalışalım…

Ehl-i sünnete göre, kadere imanın temel inanç meselelerinden biri olması Müslümanların eylemlerinden sorumlu olmadığı anlamına asla gelmez. Kadere iman etmek; kâinattaki tüm olayları kontrol etmemizin imkânsız olduğunu, insanoğlunun iradesinin sınırsız olmadığını, her istediğimizin olması konusunda irademizin bazen aciz kaldığını itiraf etmek ve Yüce Yaratıcının iradesine boyun eğmek anlamlarına gelmektedir.

Ama bu anlamlar asla Allah’ın takdirine sığınarak sorumluklarımızdan kaçmak manasına gelmez. 10. yüzyılda Sünniliğin amentüsü olarak kabul edilen ve daha sonra Hanefi-Matüridi çevrelerde çokça okunan Sevâdu’l-A’zam adlı eserin yazarı el-Hakîm es-Semerkandî (ö. 342/953) adı geçen eserde şöyle der: “Kadere güvenerek (ittikalü ale’l kader) kulun sorumluluğunu ihmali küfürdür.” Dolayısıyla kadere iman, Müslümanın üzerine düşeni yapmasına ve gereken tedbirleri almasına asla engel değildir. Hatta el-Hakim es-Semerkandi’ye göre  “ne yapalım başımıza gelene razı olmak lazım, kaderimiz böyleymiş” diyerek tedbirden kaçmak insanı küfre götürür.

Elbette ki buradaki küfür, dinden çıkmak anlamına gelmez. Allah’ın bahşettiği akıl nimetini, kâinatta yarattığı vesile ile hikmetleri inkâr ve kadir bilmezliktir. Tedbirsiz tevekkül, biz ‘Müslümanız bize bir şey olmaz’ demek bir teslimiyet göstergesi olmamakla birlikte cahilce Allah’a karşı bir başkaldırıdır. Bu başkaldırının diğer anlamı; ben senin bana verdiğin akıl ve hikmet nimetlerini reddediyorum, sen beni korumaya mecbursun anlamına gelen Allah’ı icbar tutma ve kibirlenmedir.

Tedbir, bir şeyin sonucunu düşünerek önceden gerekli olan önlemleri almak anlamına gelir. İslamiyette, kişinin elinde olmayan şeyler için üzülmesi doğru kabul edilmemiştir. Örneğin; ölüyü diriltemez, geçip giden zamanı geri döndüremeyiz. Tabiî veya insan eliyle meydana gelen kazalarda kaybettiklerimiz için üzülmek, ah vah etmek onları geri getirmeyecektir. İşte burada sabır; kaybettiklerimiz karşında her şeye ve herkese küsüp, yaşadıklarımıza kahredip isyan etmemiz için önemli bir sığınaktır. Sabır; pasif olmak ve gereken önlemleri almadan her işi Allah’a havale etmek değildir. Aksine yeniden her şeye başlayabilmek için sığındığımız bir tedavi ve yenilenme durağıdır. Bu bağlamda İmam Matüridi hazretleri “Sahip oldukları, insanoğluna verilmiş emanetlerdir, bunların gerçek sahibi Allah’tır ve bu emanetlerin geçip gitmesine sızlanmamak sabrın gereğidir” der.

Sünni dünyanın taşıyıcı metinlerinin yazarı olan ve maalesef anlaşılmamakla birlikte haksız yere de sık sık eleştirilen İmam Gazâlî hazretleri de, şu ifadelerle sabrın pasif bir içe kapanma olmadığını ifade eder: “İnsan, sabırla yok etmeye muktedir olmadığı belaya sabırla memur değildir. Susamış olan insan, su varken susuzluğa sabretmesi ile emrolunmaz. Sabır, kişinin izalesine muktedir olmadığı durumlarda aranır.” İmam Gazâlî hazretleri bu ifadesiyle hasta olanın şifa aramakla sorumlu olduğunu belirtmektedir.

Bu nedenle İslam inancında kader, sabır ve tevekkül anlayışları bugün karikatürize edildiği gibi asla tedbiri ihmal etmek, alınan önlemleri dikkate almamak anlamına gelmemektedir. Özellikle dini yaşama konusunda aşırı davrananların, tevekkülü “sınırsız teslimiyet” olarak algılaması yanlış bir tevekkül uygulamasıdır ve geleneği temsil etmemektedir. Sabır; bizi hayata yeniden bağlayarak, her şeye yeniden başlamak için bir kalkış noktası verir. ‘’Madem Allah var gam yok’’ diyen Müslüman kaybettiklerine üzülüp geçmişe takılıp kalmadan önüne yeniden bakar ve hayata yeniden bağlanır. İmam Matüridi onun için hazırlık yapmaksızın, Allah’a tevekkül etmenin dinde yasaklandığını söyler.

 Maalesef insanların bir kısmı gerçek tevekkülün; her işi oluruna bırakıp ihtiyarı ile bir şey yapmamak, para kazanmak için uğraşmamak, tasarruf yapmamak, yırtıcı hayvanlardan sakınmamak, hasta olunca ilaç kullanmamak, yaşadığımız sefaleti iyileştirmek için çalışmamak ve üretmemek olduğunu zannetmişlerdir.

Eş’ari olan Gazali hazretleri açıkça “Tevekkülü böyle düşünmek yanlıştır. Şeriate uygun değildir” der. Çünkü Gazâlî’ye göre, “Allah’ın âdet-i ilâhiyesi olan sebepler tecrübeyle bilinir” der. Örneğin; acıkınca yememek, hasta olunca ilaç kullanmamak, evlenmeden çocuk sahibi olmayı istemek ne kadar yanlışsa sebeplere yapışmamak tevekkül değil, deliliktir. Oysa Müslümandan istenen tevekkül; Müslümanın karşılaştığı zorluklara karşı mücadele etmesi, başına gelecek her türlü belaya karşı yılmadan, usanmadan elinden geleni yapması, üzerine düşeni yaptıktan sonra da kâinatın mutlak sahibi olan Allah’a güvenmesidir.

Çalınmamayı, sebeplere sarılmamayı, hastalıktan tedavi olmamayı, felaketlere karşı hazırlıksız beklemeyi tevekkül sananları eleştiren Hazreti Gazâlî, bu insanların hata yaptığını belirterek bunların durumu ile alakalı şu çarpıcı tespitte bulunur: “Çalışmamak, hastalanınca hastalığın tedavisine bakmamak ve felâketlere karşı elini kolunu bağlayıp durmak şeriatta haramdır. Eğer tevekkül, elini-kolunu bağlayıp hâdiselere karşı âtıl bir tavır takınmak demek olsaydı, bir taraftan çalışmamayı haram kılan şeriat diğer taraftan tevekkülü emreder, onu över ve iyi bir haslet olarak gösterir miydi?”

Evet, işte modernistlerce çokça eleştirilen Ehl-i sünnetin büyük âlimi Gazzâlî hazretleri böyle der… Büyük müfessir Fahreddin er-Râzî (v.606) de bu hususta şunları ifade etmektedir: “Tevekkül, bazılarının zannettiği gibi bir kimsenin kendi yapması gerekenleri ihmal etmesi, demek değildir. Gerçek tevekkül; bir kimsenin kâinattaki zahiri sebeplere tutunması fakat kalbini onlara bağlamayıp yüce Allah’ın korumasına da güvenmesi demektir.”

Cumhuriyet döneminin ilk tefsirinin yazarı Hanefi-Mattüridi geleneğinin temsilcisi sayılan Elmalılı M. Hamdi Yazır (v.1942) da tevekkülü, kulun yapması gerekenleri Allah’a havale etmek şeklinde anlamanın çok yanlış olduğunu belirttikten sonra der ki: “Bazıları tevekkülü, ‘vazifeyi terk etmek’ zanneder ki, bu durumda yapılması gerekeni Allah’a havale edip emir-komuta mercii olarak kendilerini görmek isterler. İşte bu batıl bir zihniyettir.

Tedbir ve tevekkül konusunda İslam tarihinde Hazreti Peygamber’in ve sahabenin uygulamaları Ehl-i sünnet âlimlerinin görüşlerini ve yaklaşımlarını teyit etmektedir. Enes bin Mâlik’in (radıyallahü anh) aktardığı şu olay bunu göstermektedir: “Bir adam, ‘Ey Allah’ın Resûlü! Devemi bağlayıp da mı Allah’a tevekkül edeyim, yoksa bağlamadan mı tevekkül edeyim?’ diye sorar. Resûlüllah, ‘Önce deveni bağla, sonra Allah’a tevekkül et!’ buyurur.”

Peygamber aleyhisselamın tebliğde karşılaşacağı sıkıntılar karşısında “Ölümsüz ve daima diri olan Allah’a güven/tevekkül et” (Furkân: 25/58) buyruğu bağlamından çıkarılırsa anlamını kaybeder. Kur’an’ı anlamada modernist ve Selefi çevrelerin ihmal ettiği nüzul sebebi, yani indiği bağlamın dikkate alınmaması bu tür hatalı yorumların sebebi olarak karşımıza çıkmaktadır.

Söz gelimi bu âyet-i kerime, Uhud Savaşı sırasında emre itaatteki inceliği yeterince kavrayamadıkları için yerlerini terk edip mağlubiyete sebep olan bazı sahabiler hakkında nazil olmuştur. Bilindiği gibi; Resûlüllah efendimiz, savaş öncesinde eshabıyla istişare etmiş, savaş için tüm hazırlıkları yapmış, savaş stratejisini belirlemiş ve zırhını giyip alınan kararları yerine getirmek için ordusuyla savaş alanına doğru hareket etmişti. Bu âyette her konuda olduğu gibi savaşa çıkmadan önce de tüm tedbirlerin alındığı, istişare edildiği artık sonuç için Allah’a sığınmaktan, O’na duada bulunmaktan başka yol kalmadığını ifade eder.

Dolayısıyla Sahabe’nin yaşadığı şu olay da kader ve tevekkülün tedbiri dışlamadığını göstermesi açısından oldukça dikkat çekicidir. Hazreti Ömer (radıyallahü anh) Şam’a yaklaşınca şehirde veba salgını olduğu haberi gelir. Sahabe, şehre girip girmemekte ihtilaf etti. Hazreti Ömer’e ‘’Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun Yâ Ömer?’’ dediler. O da “Evet, Allah’ın kaderinden yine Allah’ın kaderine kaçıyoruz” diye cevap verdi. Abdurrahman ibn-i Avf hazretleri geldi ve ‘’Ömer doğru söylüyor, zira Rasûlullah Efendimiz (Bir yerde vebâ olduğunu işittiğinizde oraya girmeyiniz! Bir yerde vebâ ortaya çıkar, siz de orada bulunursanız, hastalıktan kaçarak oradan dışarı çıkmayınız!) buyurdu’’ dedi…

Şu hâlde kim ki, hastalıklara ve salgınlara karşı tedbir almamayı din adına savunur, alınan tedbirleri ihmal ederse, Ehl-i sünnet itikadının dışındadır ve âlimlerin dediği gibi Allah’a karşı isyan etmiş olur. İstiklal Şairimiz Mehmet Akif’in dediği gibi:

«Allâh’a dayandım!» diye sen çıkma yataktan…

Ma’nâ-yı tevekkül bu mudur? Hey gidi nâdan!

Ecdâdını, zannetme, asırlarca uyurdu;

Nerden bulacaktın o zaman eldeki yurdu?

Üç kıt’ada, yer yer, kanayan izleri şâhid:

Dinlenmedi bir gün o büyük nesl-i mücâhid.

Âlemde «tevekkül» demek olsaydı «atâlet»,

Mîrâs-ı diyânetle yaşar mıydı bu millet?

————————————————–

Kaynak:

https://www.turkiyegazetesi.com.tr/yazarlar/hilmi-demir/612789.aspx

Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen