Coğrafyadan Vatana
Remzi Oğuz ARIK
Dergah Yayınları
Hazırlayan: Mehmet MEMİŞ, (E)
Çocukluğunu, gençliğini, öğrenimini, evlilik, fikir ve siyasî hayatını “bir cephedeymiş gibi” geçiren Remzi Oğuz Arık 15 Temmuz 1899’da Adana Kozan’da doğar. Annesi Arapgir kökenli Zekiye Hanım, babası Oğuz boylarından Farsak aşiretinden Mehmet Ferit Bey. Doğduğu yerden gurbete çıkar; Selânik, İşkodra, İstanbul, 17 yaşında gönüllü katıldığı Birinci Dünya Savaşı, savaş sonrası öğretmenlik, felsefe öğrenimi ve 1926’da Paris. Paris’te sanat tarihi ve arkeoloji tahsili ve Fransa’da Avrupa Medeniyeti ile ilk temas. Yurda dönünce arkeoloji uzmanlığından müze müdürlüğüne kadar idarî görevler ve Anadolu’da arkeolojik kazılar yapar. Dergilerde fikir, kanaat ve meslekî yazılar yazan Remzi Oğuz Bey, 1933’te Türkân Hanım’la evlenir, 1939’da profesör olur, 1949’da Ankara İlahiyat Fakültesi’nin kuruluşuna katılarak Türkiye’de ilk defa İslâm Sanatları Tarihi bölümünü kurar.
Yazarlıkla yapamadığını, Meclis’te gerçekleştirme umuduyla siyasete atılır. Balkan Harbi’ni, Birinci Dünya Savaşı’nı, Osmanlı Devleti’nin çöküşünü ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu, tek parti ve çok partili dönemi gören elli beş yıllık bir ömür…
Paris’e gitmeden önce Türk Ocağı ve “Turancılık”a gönül veren R. Oğuz Arık, Paris’te Anadolu-nun rengi, sembolü olarak tahsile gelen gençlere; “Uyan be Anadolu çocuğu, sen kendini kurtaramazsan seni kim kurtaracak” diye sahip çıkar ve Anadolucu milliyetçiliğin bayraktarlığını yapar.
R. Oğuz Arık’a göre milliyetçilik iki merhaleden (Osmanlıcılık ve Turancılık) geçerek yeni döneme girer. “Anadoluculuk” diye isimlendirilen bu görüşte, vatan ve demokrasi önemli yer tutar ve milliyetçilik anlayışında statik ve dinamik unsurları taşır.
Yirmi beş yıl içindeki bütün fikrî yazıları elinizdeki kitapta toplanmıştır.
(Tanıtım Bülteninden)
****
Ölüm, vatan uğrunda ise şehadet olur; şeklinin bir ehemmiyeti yoktur. Eminim ki henüz daha on altı yaşında iken cılız çocuk vücuduna rağmen boyundan uzun tüfeği ve kendisinden ağır teçhizatıyla gönüllü olarak vatan hudutlarına koşarken hangi ruh haleti içinde idiyse bu defa Adana’dan ayrılırken de aynı hisleri yaşıyordu. Gerçi memleket şimdi tehlikede değildi. Fakat o, vatani vazifeler arasında bir ayrılık gözetmezdi ki. Vatan sınırlarını korumakla vatan toprağında hürriyeti korumak arasında bir fark bulmuyordu. Her ikisi de aynı derecede mukaddes birer vatanı vazife idi. Vatan onun büyük ve ebedi aşkıydı. Bu uğurda katlanmayacağı cefa, yapmayacağı fedakârlık yoktu. Bütün varlığıyla vatanın emrinde, vatan onun benliğinde idi. Memleketin menfaatine uygun düşmeyeceğini zannettiği her hareket, küçük bir yolsuzluk onu günlerce rahatsız edebiliyordu. Onun için hayatı tam bir huzursuzluk, uykusuzluk ve hastalık içinde geçiyordu. Bu münasebetle insanları tanımakta oldukça maharet gösteren bir fikir adamımız onu devri n büyüklerinden birisine tanıtırken “o marazi derecede vatanperver” demişti. Tam olmasa bile pek de yanlış olmayan bu teşhis, uzun müddet Remzi’nin dilinden düşmemişti. Çünkü o. vatanseverlikte bir hudut olabileceğini bir türlü kabul edemiyordu. Onun milliyetçiliği de vatanseverliğinin bir icabı idi. Zaten hakiki vatanseverlikle milliyetçilik arasında bir fark yoktu, Bunlar iç, dış; şekil ve muhteva münasebeti gibi birbirine bağlıydı. Vatan, hakiki hüviyetini üstünde yaşayan insanlardan ve onların meydana getirdiği eserlerden almak suretiyle lalettayin bir toprak parçası olmaktan kurtuluyordu. Bu bakımdan vatanı, mensuplarının kurmuş olduğu nizamdan, tesis etmiş olduğu kıymetler sisteminden, toprağa kök salar gibi yapmış olduğu abidelerden, diğer sanat eserlerinden hulasa meydana getirdiği kültürden, bu uğurda döktüğü kanlardan ve giriştiği mücadelenin bir hikâyesi olan tarihinden ayırmaya imkân var mıydı? Bunlar olmadan bir vatan düşünülebilir miydi? Onun için bir vatana bağlanmayan milliyetçilik, nasıl bir hayalden başka ‘bir şey olamıyorsa milleti ve onu ayakta tutan kıymetleri içine alamayan bir vatanseverlik de öylece mücerret kalmaya mahkum oluyordu.
Mümtaz Turhan
Kitaptan
… Coğrafyamız her yandan o kadar çok düşmanla rakiple sarılmıştı ki felaketler arasında durmadan bilendik. Bir toprağın coğrafyadan vatana yükselişi, kaç milyon faciaya, acıya, hatıraya mal olmuştur. Çocuğun doğarken kaç kere anasını öldürüp, dirilttiği gibi, coğrafya da vatan olurken üstündeki milleti öldürüp, öldürüp diriltir.
… İnsanı toprağa bağlayan şey öncelikle midesidir, sonra bu toprak için kavga verir, giderek kendine menfaat sağlamadığı zaman bile yoluna can verebileceği bir toprak haline gelir: İşte vatan budur… İnsana vatanı için can verdiren hatıralarıdır. Hatıralar olmazsa toprağın vatan bellenmesi imkânsızdır. İnsanın o toprakta yaşaması ile hatıralar doğar. Ama hatıraların sönmemesi nesillere aktarılması tarih ile mümkün olur… Tarih; Hatıralar yumağıdır… Hatıraları dile getiren ve canlı tutan edebiyattır… Edebiyatı yüreklere işleyen ise musikidir…”