Sana şöyle şekersiz bir kahve yapayım da ayık kafayla tekrar anlat, dedi Dilsiz. Bunu neden hemen hemen her sabah söylüyor, neden bana her sabah sarhoş muamelesi yapıyor? Her sabah şekerli ve köpüklü kahve istemiyorum ki ondan. Kendini buna neden mecbur görüyor? Bir gün söylemiş olabilirim bana şekersiz ve köpüksüz kahve yap diye. Dilsiz de bunu şekerli ve köpüklü kahve diye anlamış olabilir. Hatta ellerini beline koyup, tek kaşını kaldırıp, dişlerini göstermeden gülmesini de ben söylemiş olabilirim Dilsiz’e. Hemen hemen her sabah şekersiz ve köpüksüz pişmek için cezveye konan kahve, şekerli ve köpüklü olarak önüme geliyor.
‘’Dilsiz be, sen pek âlâ konuşabiliyorsun, neden sana dilsiz diyorlar?’’
Hemen hemen her sabah bu soruyu soruyorum ve Dilsiz tek kaşını kaldırıp, dişlerini göstermeden gülüyor ve ellerini omzundaki kirli havluya silerek ocağa doğru yürüyor. Üzerinde bir parmak köpük olan kahveden bir hürp çekip Dilsiz’i izlemeye başlıyorum bir sarhoşu izler gibi.
Yine o geyik… Tüylerinde kadife rüzgârları titreterek gelmiş. Güz inmiş ağaçların arasında önce fark edemedim. Sol ayağıyla üç defa yere vurdu. Bir uğursuzluğu kovmak ister gibi sol ayağını vurdu. Sağın sağlamlığına direnemeyen bütün uğursuzlukları sol ayağıyla vura vura toprağa gömmek ister gibi… Kuru dalların, yaprakların ikiye katlanan bir kuruyuşla yeniden kuruduğu ayak sesiyle irkilip arkama dönünce gördüm onu. Burun deliklerinden çıkan buhar yükselerek siyah gözlerinin önünden perde perde geçti ve yükseldikçe gri kadife bir battaniye gibi üstümüzde genişleyip yayıldı. Soludukça ağaçlar silindi bir bir, soludukça ağaçlar içime kök saldı, soludukça içime kök salan ağaçlar kuruyup çatırdadı, soludukça içimdeki göğe gri kadife bir battaniye yayıldı ve o soludukça ben terledim. Koşusuna hiç ara vermeden şehirler, dağlar, ovalar aşmış da hepsinden birer parça korku toplayıp bana getirmiş gibi inip kalkıyordu karnı. Karnına doldurduğu şehirlerin, dağların, ovaların hatta orada yaşayan her insanın her bir korkusu sayısınca getirdiği korkuları üstüme saçacak gibi soludu. Gözlerini kırpmadan, belki de geyiklerin gözlerini kırptığını bir an unutarak, boz bir geyik heykeline dönüşmekten şans eseri kurtulmuş gibi bana baktı. Bu bakış öyle uzundu ki, şehirler, dağlar, ovalar aşıp gitsem, hatta oralardaki insan sayısınca ömür yaşasam yine de bakışın uzunluğu bütün uzunlardan ve fazlalardan fazla olurdu. Öyle kısa kalırdı ki yolculuğum bu uzunluğun karşısında ve ben en nihayetinde gelip güz ormanında bir geyiğin gözlerini kırpmadan bana bakışının karşısında kalırdım. İşte böyle bana bakarken sol ayağını yere tekrar vurdu. Bir, bir şey olmadı. İki, bir şey olmadı. Üç, yine bir şey olmayacak diye beklerken ayağının dibinden arkamızdaki dereye doğru yeşilden daha yeşil, ışıktan daha ışıklı, ama bakışından kısa bir yol uzamaya başladı. Gözlerimi ışığın ve yeşilin şavkından korumak için yüzümü dirseğimin içine gömmek istedim. Yapamadım. Uzun yolları aşıp da yine de yorulmayan bakışlarını getirip bu defa tam dirseğimin içine oturttuğu için benim yüzüme yer kalmamıştı. Ben de yorulmadan bakabilirsem alışırım gözlerine diye düşündüm ve gözlerinin gözlerimin içinden geçerken bütün damarlarımı yırtıp daha önce gördüğüm ne varsa hepsini içime içime kanatmasına dayanmaya çalışarak baktım gözlerine. Ama o, bu kadarı sana yetmez diyerek -dediğini duydum, Dilsiz’i duyar gibi duydum- yürüdü, yürüdü, yürüdü, yürüd, yürü, yür, yü, yakınlaştı ve soluğumun buharıyla terlememiş burnumun dibinde durdu. Üçüncü defa ayağını toprağa vurmak ister gibi kaldırdı. Toprağın ‘’Yeter bunca eziyet tamam kanıyorum hemen’’ demesine biraz müsaade etmek ister gibi bekledi ve toprak da kendine tanınan mühletin henüz sonuna gelmeden borcunu ödeyip yeşilden yeşil, ışıktan ışıklı yolda kızıl ve ıslak lekelere boyandı. Toprak, altındaki kızıl bir nehri emen yeşil mendil gibi göz göz kızıla demlendi. Eğilip dokunmak istedim kızıl ıslaklığa. O an kopan çığlık, ne kadar ağaç varsa hepsinin dallarını, oradan yuvarlanıp sessizce uyuklayan taşları, sonra dereye koşup içindeki masum balıkları, oradan uzanıp ellerimi demirle vurulmuş pencere camları gibi tuz buz etti. Tamam, dedim ellemiyorum. Dilsiz’in beni duyduğu gibi duy, ellemiyorum. Yaa Dilsiz, böyle oldu işte.
Birincisi bizim ormanlarda geyik olmaz; ikincisi geyik ademoğluna bu kadar yaklaşmaz; üçüncüsü daha güz gelmedi ve sen bunların hepsini sırf benimle konuşmak için uyduruyorsun, dedi Dilsiz ve demliğin içinde çay yapraklarını sarıp sarmalamaktan pas rengiyle yaşlanmış keseyi ters yüz edip akşamdan kalan çayın posasını çöpe döktü. ‘’Bağ bostan işleri başlamak üzere, köylü erken kalkıyor artık çayı bol demlemek gerek.’’ diyerek sedefleri solmuş ve tutmasını, okşamasını bilmeyen eller tarafından tutula tutula incelmiş bellerini ovdu bardakların. Ben de, evet ben de Dilsiz’in değil de içindeki mağarada yaşayan bir kuşun tüm bunları bana söylediğini bile bile onu dinliyordum işte. Çünkü Dilsiz gülerken olduğu kadar konuşurken de dişlerini göstermemeyi başarabiliyordu. İşte ben de bu yüzden hiç görmediğim bir ağzın içinin neye benzediğini de bilemeyeceğimden onu Dilsiz’in karnındaki mağaraya inen bir yol kabul etmiştim. Hatta belki Dilsiz tam da bu yüzden ağzını açmıyordu. Ağzını açarsa kuş kaçacak ve Dilsiz varlığının çay demleyemeyip kahve pişiremeyen, sürekli gülen, ellerini temiz havlulara kurulayan, sol kaşını hiç kaldıramayan bir insan eskizine dönüşeceğinden ve yan yana gelmiş bir sürü hiç’i yapa yapa kocaman kırmızı bir Hiç olup kalacağından, sonra bir geyiğin yeri tekmeleye tekmeleye o hiç’i kanatıp yüzeye çıkaracağından korkuyor olabilirdi.
Geyik yeri böyle kanattıktan sonra karnındaki rüzgârları silkeledi ve kırmızı lekeler iri gelinciklere dönüştü. Her birinin ortasında geyiğin gözlerindeki zifiri kara uzaklara ve o uzaklardaki insanların korkularına benzeyen noktalar vardı. Önce üç beş gelincik baş verdi. Geyik geri geri adım atıp benden uzaklaştıkça gelincikler çoğaldı. Ah bir dönse de arkasını ellesem içi geceyi bile ürküten korkularla dolu şu gelinciklere dedim. Yine duydu beni. Oysa içimdeki kuş söylemişti de dışıma bir tane bile harf sızdırmadığım halde o nasıl duymuş olabilirdi ki, böyle temkinli adımlarla geri geri yürüyordu? Belki de uzak şehirlerden, dağlardan, ovalardan gelip yine oraya dönmek istiyorsak hiç gitmemiş gibi dönmeliydik böyle geri geri. Önceden bastığımız adımların bir bir üzerine yeniden basarak geri dönmeliydik ki, terk ettiğimiz anlaşılmasın. Hiç olmazsa birkaç dakika… Gözden uzaklaşıncaya kadar en azından… Gözden uzaklaşınca gönül kendiliğinden zembereğini boşaltıyor zaten. İşte önce soluğu kayboldu yüzümden. Değdiği zaman yüzümü mavi mavi doğrayan soğuk kılıç tesirini hissetmiyordum artık. Bana ellemem için izin vermediği gelincikleri o da ezmemek için dikkat ediyordu. Gerçi gelincikler de geyik onları ezip üzülmesin diye onun geçtiği güzergâhtan sağa sola savurdular bedenlerini de kendilerine armağan gibi bırakılan zifiri kara lekelerine sımsıkı sarıldılar. Gözden kayboluncaya kadar geri geri gidip sonrasında hızlanır diye düşündüm; ama vazgeçmiş gibi fikrinden ve nasıl olsa bundan sonra uzakların korkusunu gözlerimden gözlerine uzun uzun bıraktım gayrısı senin tasan demiş gibi koşarak uzaklaştı. Sonra ben bunca insanın korkusunu tek başıma nasıl taşırım anne diye hıçkırarak ağladım. Kardeşime korkunç hikâyeler anlatıp onu ağlattığım zaman annemizin odamıza gelip, kardeşimin gözlerinden öptüğünü anımsadım ve bir daha korktum. Geyiğin gözlerinden gözlerime akanları bilse bir daha asla öpmez gözlerimi diye ağlamayı yeni öğrenmiş gibi büyük bir hevesle ağladım. Ağlamamla bastıracağım bir sesin olmadığını fark edene kadar ağladım da sonra nedense aklıma geyiğin zaten bütün sesleri az önce tuz buz ettiği aklıma geldi sustum. Ağaçların dallarından düşmeyi bekleyen kuruluğu, derenin şırıltısını, taşların yosunlarındaki ıslaklığı, burun deliklerindeki kabarıp sönmeyi, üzerimize gerilen griliği, ormanın kendisini, hatta başından beri bir manzaraya bakıyormuşum da başımı çevrince hepsi arkamda kalmış sandığım zannımı da alıp gittiğinden etrafımda ses çıkaracak hiçbir varlık kalmamıştı. Kendime gelince anneme götürmek için şu kara gözlü gelinciklerden toplayayım dedim. Eğilip bir tane kopardım. Dalından ince, şeffaf bir çıt sesi geldi. Çıt! Koskoca ormanı bir lokmada yutuveren bir Çıt! Elleri kocaman, dişleri sapsarı ve sivri, gözleri kan çanağına dönmüş, burun deliklerinden zindan karası kâbuslar gibi sarkan kıllarıyla ormanın üstüne üstüne yürüyen bir Çıt… Sesinin ve sözünün naifliğinden umulmayacak canilikteki fiillerin faili Çıt. Tabiatın bütün dişi kıvrımlarını eğip bükerek sürrealist köşegenlere dönüştürdüğü için dönüşen her şeyin daha çabuk kırılıp dağılmasını sağlayan bir Çıt. Çıt’a inat eğilip bir tane daha kopardım. Bir tane daha, sonra onlarca… Böyle çıtırdayarak, böyle ormanı lokma lokma ısırarak, her çiçekte ormanın bir uzvunu kesip kopararak kocaman bir demet yaptım annem için. Ellerim, yüzüm, gözüm, üstüm başım, içim, dışım kızıl gelincik donanmış gibi mutlu gitmek istedim anneme. Ardımda ormanın cesedini bırakmışım gibi hüzünlendim azıcık. Sahi be Dilsiz, katiller maktülüne dönüp son kez bakar mı, bakınca hüzünlenir mi?
Hem Dilsiz, hem de mağaradaki bilgin kuş soruma yanıt vermiyor. Kuş mu konuşmuyor yoksa konuşuyor da ‘’Her anlattığımı gidip sen de ona deme ‘’ diye tembihliyor da Dilsiz bu yüzden mi susuyor? Ya da kuşlar benim duysam bile anlamayacağım başka diller biliyorlar ve Dilsiz de anlamadığım için bana bu dilleri tercüme etmekte mi zorlanıyor? Begen bugunugu aganlagamıgıyogorugum. İnsanca sor(a)madığımı Dilsiz kuşça nasıl cevaplasın?
Topladığım çiçekleri göğsüme bastırıp eve doğru yürümeye başladım. Sevinecek annem, yüzümü, gözümü öpücüklere boğacaktı. Kırmızı gelincikler yüzümde açtı ve ben ona bir geyik görüp hiç korkmadığımı söyleyince annem yine yalan söylediğimi anladı. Ben o vakit yalanımı bastırmak için kuş dili öğrendiğimi hatta dilsizilerin bile dilini öğrendiğimi ama kardeşime öğretmeyeceğimi söyledim. Kardeşin nerede dedi annem.
‘’Birincisi bizim ormanlarda geyik olmaz; ikincisi geyik ademoğluna bu kadar yaklaşmaz; üçüncüsü güz daha gelmedi; dördüncüsü bana ikide bir Dilsiz deyip durma, asıl konuşmayan sensin. Nerden geldin, necisin bilmem. Acıdım şuracıkta bir yer verdim. Her sabah uyanıp benden şekersiz ve köpüklü kahve isteyip sonra da içine şeker ekleyip köpüğünü sıyırıp atan; peşimden Dilsiz Dilsiz diye seslenip geyik, gelincik, ağaç, börtü böcek zırvalayıp gerisini getirmeyen sensin. Ne olduğunu bilmediğim o hapları içip uyuyor, uyanınca da bu saçma sapan rüyanı anlatıyorsun bıktım ulan senden. Hele geceleri üstüne verdiğim geyikli örtüye bazen kusuyorsun vallahi atacağım seni kahvehanemden.’’ dedi Dilsiz.
Oğlum kardeşin nerede, dili de dönmez ki evin yolunu bulsun garibim, sana çocuk emanet edende kabahat, deyip saçlarını yolarak ormana doğru koşmaya başladı annem. Tıpkı bir geyik gibi sekiyordu. Benim dilim dönüyor diye mi annem beni hiç sevmedi be Dilsiz? Kardeşim olmazsa beni daha çok sever diye vurdum kafasına. Hem annemin üzülmesine de gerek yok ki. Geyik bana ‘’Senin korkunu gözlerime hapsettim taa uzaklara götüreceğim; ama sen de bundan sonra hiç rüya göremeyeceksin’’ dedi.
Ayşe YAZICI YAVUZ
TRABZON