Teşekkür etmek…
Bir erdem, bir meziyet, bir kültür, bir nezaket…
Önce bunu öğretmeye çalışırız çocuklarımıza. Aman en güzel gönül almadır, sakın ihmâl etmeyin, diye.
Amma ki…
Nev’i var, şekli var, şartları var, dereceleri var. Samimiyeti, samimi niyeti, ölçüsü var.
Bazen tek başına yeterken, bazen tek başına kırıp dökeni var.
Ederi var, yeteri var, gereği var, gereksizliği var…
Öyle sevdiklerim var ki. Ne yapsam varlıklarına verdiğim kıymeti ifade edemeyeceklerim.
Dilimin varmadığı o kocaman teşekküre bile.
Çünkü o kocaman teşekkür bazen de ayıp kaçar gönlümce.
Ben gibi bilip benden öte gördüklerime.
Canımın içi dediklerime.
Canımdan öte can’ım dediklerime.
Nasıl derim ki “Teşekkür ederim” diye.
Demem, diyemem.
O ayıbı taşıyamam.
Ama vakti gelir, yeri gelir…
Bir canım var feda olsun.
Derim.
Diyemesem hissettiririm.
Ya da bir teşekküre karşılık, seni seviyorum, sana ne yapsam az demenin bin yolunu ararım…
Öyle ya.
Teşekkür aziz elbet.
Ama muhatabın kıymeti bazen bir teşekkürden bin kat daha aziz.
Teşekkür bazen gri kalıyor.
Rengârenk duyguların, en içinden sevmelerin yanında bir kenarcıkta.
Öylece.
Gri.
Renksiz. Zevksiz. Tatsız. Tussuz.
Ve çokça yersiz.
Teşekkürün bile yerli yerince, hakkınca olanı makbul.
Değilse eğer, edilmesin.
Ne var ki,
Harcanmasın mesela bir teşekküre onca sevgi.