Mustafa TEZEL
***
Putin ne yaptı?
Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladimir Putin herkesi yanılttı.
Strateji dehâsı olarak takdim edilen Putin, Ukrayna konusunda tıpkı bir “acemi er” gibi davrandı.
Sıcak savaşa başvurmaktan mümkûn mertebe uzak durması, başlatmaya kararlı olduğu anlaşılan savaşın meşrû bir zemine oturmasına itinâ göstermesi, zâten zor durumda olan Rusya Ekonomisinin daha da zor duruma düşmesine yol açacak ve ülke içinde muhalefetin güçlenmesine sebebiyet verecek uluslararası yaptırımlara meydan vermemesi; Ukrayna’yı üç tarafından (kuzey, doğu ve Karadeniz kıyıları) iktisâdî ve askerî bakımdan ablukaya alarak, bezdirmeye çalışması; denizden yapılacak ithalât ve ihracatını engelleyerek, Ukrayna Ekonomisini çökertmesi; Rusya tarafından -mâliyetsiz bir şekilde- sonsuza kadar sürdürülebilecek bu politika sonucunda, krizden bunalan ve geleceğinden endişe duyan halkın Zelensky yönetimini devirerek, Rusya’ya müzâhir bir yönetimin işbaşına gelmesine zemin hazırlaması; topyekûn savaş yerine “salam/dilimleme yöntemini” uygulaması; sözün özü “savaşı, savaşmadan kazanmaya çalışması” beklenirken, üstelik de başlangıçta böyle davranacağı konusunda kuvvetli emâreler mevcut iken, Putin, birdenbire, hiç kimsenin anlam veremediği şekilde, Rus Ordusuna “Ukrayna’yı işgâl etmesi” emrini verdi.
Sovyetler Birliği’nin çöküşünde “Afganistan bataklığına sürüklenmesinin” önemli etkenlerden birisi olduğu bilinir. Muhtemelen, Putin de bilir bunu, bilmesi gerekir.
Hâl böyle iken, uçurumun kenarından aldığı ülkesini bugünkü (daha doğrusu, Ukrayna saldırısı öncesindeki) saygın konumuna yükseltmeyi başaran, bugüne kadar uyguladığı soğukkanlı ve sonuç alıcı politikalarla -yalnız dostlarının değil- düşmanlarının da takdirini/övgüsünü kazanan Putin, bütün dünyânın öfkesini/nefretini üzerine çekmesine sebebiyet veren, “Rus İmparatorluğunu yeniden diriltme amacını” taşıyan beyhûde savaşının daha baştan meşruiyetini -ve muhtemelen, başarı şansını- yitirmesine yol açan, yüksek ihtimâlle kendi halkının önemli bir kısmının bile onaylamadığı bir savaşı başlatarak, kendisinin sonunu hazırlayabilecek, ülkesinin 1990 öncesine dönmesi sonucunu doğurabilecek, başta Rusya ve Ukrayna halkları olmak üzere, savaştan etkilenen pek çok ülke halkının büyük acılar çekmesine yol açacağı muhakkak olan bir yola girdi; hiç beklenmedik bir biçimde, ülkesini Ukrayna bataklığına soktu.
Putin niçin böyle yaptı? Tuzağa mı düşürüldü?
Peki, Putin niçin böyle yaptı?
Soruyu Putin özelinde soruyoruz, çünkü “tek adam” yönetimlerinde, “başkanın aksine görüş ve düşünceleri savunanların” söz haklarının olmadığını, herhâlde belirtmek yersiz bir çaba olur.
Henüz Rusya’nın saldırısı başlamadan, “Ukrayna’nın Rusya için kolay lokma olduğu; Ukrayna’nın Rusya karşısında direnme şansının olmadığı; Batı’nın Ukrayna’yı yalnız bıraktığı, tıpkı Kırım konusunda olduğu gibi, sonuç getirmeyecek göstermelik bir takım yaptırımlarla ya da yaptırım tehditleriyle sorunu geçiştirmeye çalışacağı” düşüncesinde olanlar çoğunluğu oluşturuyordu. Böyle düşünenler, Rusya’nın/Putin’in her hamlesine bir anlam yüklüyorlar, onda bir hikmet arıyorlardı. Rusya’nın, hemen herkesi şaşırtan âni saldırısı üzerine, özellikle Putinseverler (bilhassa bizim Avrasyacılar), sanki cephede savaşan ve savaşı kazanacak olan kendileriymiş gibi bir tutum takınarak, “tamam, Rusya bu işi iki-üç günde bitirmeye karar verdi” kehânetinde bulundular. Rusya’nın zorlanmaya başlandığının anlaşılması üzerine ise, bu defa “Batı, Rusya’ya tuzak kurdu” şeklindeki yorumlar ağırlık kazanmaya başladı. Böyle düşünenlere göre, Batı, gizlice Ukrayna’da kuvvetli bir direnişi örgütlemiş, bu durumun anlaşılmasını önlemek için de Rusya karşısında bilinçli olarak “gevşek” bir tutum takınmıştı. Rus Genelkurmayı/istihbaratı bu gelişmeyi atlamış ve Putin’i yanıltmıştı.
Rusya ve Ukrayna arasındaki güç dengesinin, kabili kıyas olmayacak şekilde Rusya lehine olduğu biliniyor. Hâl böyle olunca ve Rusya -kısa zamanda hâkimiyet sağlayacağı baştan kabûl edilen Donbas bölgesi (Luhansk ve Donetsk) ile bir-iki şehrin ekle geçirilmesi dışında- ilerlemekte zorlanınca, “tuzak” söylentileri de elbette güç kazanıyor.
Uzmanlık alanımız olmadığından, meselenin askerî yönünü, başarı ve başarısızlık sebeplerini tartışmamız abes olur. Şu kadar ki, “Rusya’nın tuzağa düştüğü/düşürüldüğü” gibi meseleyi basite indirgeyen yorumlara ihtiyatla yaklaşılması gerektiği inancındayız.
Rusya’nın tutum değiştirmesinin sebebi elbette bir gün anlaşılacaktır. Yalnız, Ukrayna’da önceden organize edilecek bir direnişin Rus istihbaratı/Genelkurmayı tarafından tespit edilememesini zayıf bir ihtimál olarak görüyoruz. Savaş ihtimâlinin güçlenmesi üzerine, ABD’nin/NATO’nun/Batı’nın önde gelen ülkelerinin Ukrayna’yı savunma kararlılığının arttığını ve Ukrayna’da bir direnişi örgütlemeye çalıştığını Rusların tespit etmiş olması ve tehlike daha da büyümeden Ukrayna’nın işini bitirmek için harekete geçmiş olması daha güçlü bir ihtimál gibi görünüyor. Bununla birlikte, Rusya’nın, her hâlükârda Ukrayna’da karşılaşabileceği direnişin gücünü/şiddetini ve sonuçlarını iyi hesap edemediği anlaşılıyor.
Rusya’nın iktisâdî/mâlî bakımdan bu savaşa ne kadar hazır olduğu konusu da tartışmalıdır. Başlangıçta, Rusya’nın hazırlığını önceden yaptığı ve 640 milyar dolarlık rezerv biriktirdiği söylenmekteydi. Ancak, hemen anlaşıldı ki, bu rezervin yalnızca 12 milyar dolarlık bölümü nakit olarak Rusya Merkez Bankasının kasasında bulunuyor. Bunlara ek olarak, bankanın kasasında 139 milyar dolarlık altın ve 84 milyar dolar karşılığı Yuan cinsi menkûl kıymetler (Çin Devlet Tahvilleri vs) bulunmakta. 403 milyar dolar karşılığı para ve menkûl kıymet ise, Batılı ülkelerin bankalarında bulunuyor[1]. ABD yönetimi tarafından Ukrayna işgâli sebebiyle Rusya’ya karşı alınan mâlî önlemlere pek çok Batılı ülke iştirak edeceğini açıkladığından, Rusya’nın, kasasında bulunan 12 milyarlık nakit dışındaki rezervlerini âcîl durumlarda kullanabilme yeteneği oldukça kısıtlı. Bu durum, Rus yönetiminin, savaşı başlatması hâlinde karşılaşabileceği sorunları da yeterince iyi analiz edemediğini gösteriyor.
Putin bundan sonra ne yapacak? Ne yapabilir?
BBC’de yayımlanan bir analize göre, savaş 5 farklı senaryoda gerçekleşebilir.[2]
İlk senaryoya göre, savaş kısa sürer. Rus birlikleri, Ukrayna’nın direncini birkaç gün içinde kırar, mevcut yönetimin devrilmesini ve yerine Rusya’ya müzâhir bir yönetimin işbaşına geçmesini sağlar. Elán yaşananlar, bu ihtimâlin fazla güçlü olmadığını gösteriyor.
İkinci senaryoya göre ise, savaş yıllarca sürebilir. Rus birlikleri Ukrayna kentlerinde tam bir kontrol sağlamakta zorlanabilir. Ukrayna ordusu, yerel halk tarafından da desteklenen bir isyan gücüne dönüşebilir. Batı silah ve mühimmat göndermeye devam eder. Yıllar sonra, Moskova’da yönetimin değişmesiyle birlikte Rus güçleri, elleri kanlı ve boyunları bükük bir şekilde Ukrayna’yı terk edebilir. Tıpkı 1989’da Afganistan’ı terk ettikleri gibi…
Üçüncü senaryoda, Rusya’nın, savaşı kaybedeceğini anlaması durumunda, Gürcistan, Moldova ve Baltık ülkelerine, hattâ Polonya’ya saldırılar düzenleyerek, cepheyi genişletmesi sözkonusu olabilir. Bu durumda bütün Avrupa’nın, hattâ NATO ülkelerinin savaşa girmesi gerekebilecektir ki, bir anlamda bu Üçüncü Dünyâ Savaşı’nın çıkması demek olacaktır. Bilindiği gibi, Baltık ülkeleri olarak adlandırılan Letonya, Litvanya ve Estonya 2004 yılında AB üyeliğine, 2005 yılında ise NATO üyeliğine kabûl edilmişlerdi. 2019/Aralık ayında yapılan NATO zirvesinde de, Baltık ülkeleri ve Polonya’nın Rusya karşısında savunulması için öngörülen savunma plánı onaylanmıştı. Savaşın yayılması durumunda, Ukrayna, Belarus ya da Rusya ile sınırdaş olan bu ülkelerin, Rusya’nın öncelikle saldırısına mâruz kalabilecek olmaları sebebiyle, NATO tarafından savunulmaları gerekecektir. Aksi takdirde, NATO varlık sebebini yitirecektir. NATO’nun savaşta taraf olması durumunda, belki nükleer silâhların da kullanılacağı savaşın boyutlarını, sonuçlarını ve insanlığa getireceği ağır mâliyetleri şimdiden öngörebilmek kabil değildir.
Dördüncü senaryo, soruna diplomatik çözüm bulunabileceğini öngörmektedir. Bu durumda, Ukrayna ve onu destekleyen Batı ülkeleri, Rusya’nın Donbas ve Kırım üzerindeki egemenliğini tanır, Rusya da işgâl ettiği diğer yerlerden çekilir. Böylelikle, Rusya, emellerine önemli ölçüde ulaşmış olacağından, savaş sona erer. Şimdilik en güçlü ve de en iyimser senaryo bu gibi görünüyor. Rusya’nın, sık sık müzakere talebinde bulunması, eğer karşı tarafı yumuşatmak ve savaşı sürdürmek isteyen taraf olmadığı konusunda dünyâ kamuoyunda algı yaratmak düşüncesinin ürünü değilse, Rusya’nın da bu seçeneğe yakın durduğu düşünülebilir. Ne var ki, Rusya’nın sıkıştığını ve yalnızlaştığını gören ABD’nin, onu biraz daha yıpratabilmek amacıyla, savaşın kısa sürede sonuçlanmasını sağlayacak girişimleri engelleme ihtimâli bulunmaktadır. Nitekim, ABD Dışişleri Bakanı Blinken, “savaşın uzun süreceğini düşündüklerini” belirtmektedir. ABD’nin, bu fırsatı, Rusya’nın rakip bir küresel güç olarak ortaya çıkmasının engellenmesi ve yeniden Ukrayna benzeri operasyonlara kalkışma yeteneğinin/ihtimâlinin ortadan kaldırılması için değerlendirmek istediği anlaşılmaktadır.
Son senaryo ise, savaşın uzaması ve uygulanan yaptırımlar sonucunda halkın hoşnutsuzluğunun artması üzerine, Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladimir Putin’in toplumsal olaylar veyâ bir askerî darbe sonucunda devrilebileceğini öngörmektedir. Putin ve yönetimi devrilince, Rusya’nın işgâl ettiği yerlerden çekilmesi ve savaşın sona ermesi kolaylaşacaktır.
Bu senaryoların hepsinin de gerçekleşme ihtimâli sözkonusu olmakla birlikte, sorunun ve çözüm arayışlarının seyrini ve niteliğini her an değiştirebilecek pek çok faktör bulunmaktadır.
***
Ukrayna konusunda, Rusya’nın bu aşamada “savaşı kaybettiği” izlenimi verecek şekilde, geri adım atması düşünülemez. Aksi takdirde, Rusya’yı uluslararası kamuoyunun nefret odağı hâline getiren ve yıkıcı nitelikte uluslararası yaptırımlar zinciriyle karşı karşıya bırakan Putin’in iktidarını muhafaza edebilmesi mümkûn olmayacaktır.
Muhtemelen Rusya, elini güçlendirebilmek ve Ukrayna ile Batı’nın önde gelen ülkelerini şartlarını kabûle zorlamak için, en azından Özi (Dinyeper) nehrinin doğusunda kalan bütün toprakları (Ukrayna’nın yaklaşık yarısı) denetimi altına almak, masaya oturulduğunda, işgâl ettiği toprakların bir kısmını boşaltarak, hiç değilse Donbas ve Kırım üzerindeki egemenliğinin tanınmasını sağlamaya çalışmak, böylelikle Ukrayna Savaşından eli boş dönmüş gibi bir duruma düşmekten kurtulmak isteyecektir.
Sözünü ettiğimiz bölgenin Rusya tarafından işgâli şu bakımdan da önem arzetmektedir. Ukrayna, Rusya ile birlikte dünyânın en önemli tahıl üreticilerinden birisidir. Rusya, Ukrayna’nın tarımsal üretimini gerçekleştirdiği arazinin büyük bir kısmını eline geçirmek sûretiyle, en stratejik ürünlerden birisi olan tahıl vb. gıda ürünlerinde dünyâ piyasalarındaki etkinliğini artırarak, müzâkere gücünü pekiştirmek, böylelikle başlangıçtaki emellerine ulaşmasını sağlayamayacağı anlaşılan savaşın kendisi bakımından en az hasarla sonuçlanmasını temine çabalayacaktır. Nitekim, Şubat ayı başlarında 377 dolar/ton civârında olan uluslararası buğday fiyatları, Mart ayının ilk haftasında 500 dolar/tonun üzerine çıkmıştır. Fakat, savaşın 10 günü geride kalmasına rağmen, ilk ve en önemli hedefleri arasında yer alan Başkent Kiev’e henüz girilememiş olması, şu âna kadar yalnızca iki şehrin ele geçirilebilmesi ve bu şehirlerde de henüz tam denetimin sağlanamaması, Rusya’nın bu amacını gerçekleştirmekte çok zorlanacağını göstermektedir.
Rusya, kendisine uygulanmakta olan mâlî önlemlere karşılık vermek ve isteklerinin kısmen de olsa kabûl edilmesini sağlayacak bir müzâkere gücü elde etmek için, önümüzdeki günlerde otomobil ve bilgisayar gibi yüksek teknoloji gerektiren ürünlerin üretiminde kullanılan alüminyum, paladyum, nikel gibi değerli madenlerin ihracına ilişkin kısıtlamalara da gidebilecektir. Bu madenlerden ilk ikisinde, savaş sebebiyle, son 15 günde % 25-30’a varan fiyat artışları meydâna gelirken, nikeldeki fiyat artışları % 100’ü aşmıştır. Ukrayna ve Rusya’nın önemli üreticileri/ihracatçıları arasında yer aldığı bu tür hammaddelerin üretim ve ihracâtında yapılacak kısıtlamalar, henüz Kovid-19 salgınının olumsuz etkilerini üzerinden atamamış olan dünyâ ekonomilerinde yeni ve belki de çok daha sarsıcı yeni krizlere yol açabilecektir. Dünyâ ekonomisinde stagflasyon (durgunluk ve enflasyonun aynı anda yaşanması) ihtimâli şimdiden yaygın olarak konuşulmaya başlanmıştır. Rusya, bu şekilde, nükleer savaşa başvurmadan, başta ABD olmak üzere, karşı cephede yer alan ülkelere, “ben yanarsam, siz de yanarsınız” mesajı vermeye çalışacaktır.
Rusya, muhtemelen Ukrayna’nın direncini kırmak, fakat bu arada çok kanlı ve sonucu belirsiz, fakat kesin hâkimiyet tesisi edilebilmesi için zorunlu olan meskûn mahál muharebelerinden mümkûn olduğunca kaçınmaya çalışacak, hava kuvvetleri ve füze atışlarıyla Ukrayna’nın savunma/savaş altyapısını tahrip etmeye gayret edecektir. Bu esnâda Ukrayna şehirlerinin çoğunun da yaşanılmaz hâle geleceği şüphesizdir. İlk günlerde Ukrayna semâlarında gösteri-tatbikat uçuşları gerçekleştiren Rus Hava Kuvvetlerinin son günlerde yeterince kullanılmadığı yönündeki yorumlar ise, dikkat çekicidir. Bu durum, eğer hava kuvvetlerinin vereceği zâyiattan çekiniliyor olmasından kaynaklanıyorsa, Rusya için vaziyet göründüğünden daha ciddî demektir.
Rusya’nın, Ukrayna şehirlerine yıkıcı hava taarruzları düzenlememesi, Ukrayna halkında Rusya’ya karşı oluşan öfkenin nefrete dönüşmesini engelleme düşüncesinden de kaynaklanabilir. Zîrâ, yıkıcı bir savaş olması durumunda, “Ukrayna halkının Rus milletinin bir parçası olduğu” iddiası tamâmiyle çökecek, Ukraynalılık kimliği güçlenecek, iki halk birbirinden daha da uzaklaşacaktır. Rusya, yıkıcı bir savaşla Ukrayna’yı ele geçirebilir, ancak bu şekilde elinde tutamaz. Dolayısıyla, kimi yorumcuların Rus ordusunun zaafı gibi görmeye/göstermeye çalıştıkları husus, yâni Rus ordusunun Kiev ve Harkov gibi şehirlere “her ne pahasına olursa olsun, şehri ele geçirmeyi amaçlayan” kanlı harekâtlara henüz girişmemiş olması, belirtilen sebeple, Rus ordusunun bilinçli bir tercihi de olabilir.
Rusya’nın, Ukrayna halkının öfke ve nefretini yükseltmemek için, meseleyi ağırdan aldığı ancak Batılı ülkelerin sivil bir direnişi örgütlemesine engel olmak için, Özi (Dinyeper) nehrinin doğusunda kalan araziyi kendi kontrolüne geçirmeye çalıştığını düşünmek daha akılcı bir yaklaşım gibi görünmektedir.
Şu âna kadar yaşanan gelişmeler, Rusya’nın, Ukrayna’ya saldırması durumunda, kendisine rakip olarak konumlandırdığı Batı’nın böylesine güçlü bir tepki vereceğini ve bu kadar geniş ekonomik yaptırımlar uygulayabileceğini hesaplayamamış olduğunu düşünmemize yol açıyor. Küresel güç olma iddiasındaki bir ülkenin, küresel sonuçları olabilecek eylemlere girişmeden önce, sonuçlarını yeterince öngörememiş olmasını, Rusya’nın, varlığı herkesçe kabûl edilen entelektüel kapasitesinin devlet politikalarına etki etmesini sağlayacak demokratik/özgürlükçü bir siyâsî/toplumsal düzen inşâ etmedeki başarısızlığının bir kanıtı olarak değerlendiriyoruz.
Rusya’nın son günlerde sık sık “nükleer savaş” tehdidini gündeme getirmesi ise, bir zayıflık belirtisidir. Delicesine bir tehdit olmakla birlikte, târihte akıl ve izânın âciz kaldığı pek çok hâdise/faciâ sözkonusu olduğundan, nükleer savaşın kesinlikle bahiskonusu olmayacağını söyleyebilmek ne yazık ki mümkûn değildir.
Savaş yalnız Ukrayna’da değil…
Batı, özellikle de ABD, muhtemelen bu savaşın kısa sürede sona ermesini istemeyecektir.
Avrupa, bu olayda, Rusya’nın önemli bir tehdit olduğunu, bu aşamada dizginlenemediği takdirde, ileride karşı konulamaz bir tehlike hâline gelebileceğini görmüştür. Ukrayna saldırısı, Demirperde’nin yıkılmasından sonra rehâvete kapılan ve ABD’nin ısrarlı taleplerine rağmen, savunma harcamalarını artırmamakta direnen, bilhassa Fransa’nın zorlamasıyla “Avrupa ordusu” kurmak gibi hayâli projelerle vakit geçiren Avrupalı yönetimlerin gözünü korkutmuştur. Bu aşamada -Ukrayna saldırısının yarattığı korku ikliminden de yararlanarak- savunma harcamalarının artırılması, durgunluk içindeki Avrupa ekonomilerinin yeniden canlanması için bir çıkış yolu olabileceği gibi, savaş -çığırından çıkmasına yol açacak tutumlardan kaçınılması, soğukkanlı olunması kaydıyla- Rusya’nın küresel güç olma iddiasının törpülenmesi bakımından da bir fırsat yaratmış olacaktır.
Avrupa, özellikle de Almanya, Rus doğal gazına bağımlı olduğundan, Rusya’nın daha da saldırganlaşmasına yol açacak şahin bir politika izlemek yerine, güvercin-şahin karşımı bir politika tâkip etmeye çalışacak, muhtemelen Kıta Avrupası, bu bakımdan ABD ve İngiltere ile çok zaman görüş ayrılığına düşecektir.
2021 yılı itibâriyle, Avrupa Birliği’nin petrol ihtiyacının yüzde 25’ini, doğal gaz ihtiyacının yüzde 39’unu ve kömür ihtiyacının da yüzde 42’sini Rusya tek başına karşılamaktadır.
2021 yılında petrol ihracâtından 110 milyar dolar, doğalgaz ihracâtından ise 62 milyar dolar gelir elde eden Rusya’da, federal hükûmetin bütçe gelirlerinden % 40’ını ve toplam ihracatının yaklaşık yarısını, bu ürünlerin dışsatımından elde edilen gelirler oluşturuyor. Dolayısıyla, Avrupa ile Rusya arasında, özellikle enerji sektörü bakımından karşılıklı bir bağımlılık sözkonusudur, Avrupa Rusya’ya ne kadar bağımlı ise, Rusya’da aynı ölçüde Avrupa’ya bağımlıdır. Bu yüzden, savaş sebebiyle ağır yaptırımlarla karşı karşıya kalan Rusya, mecbur kalmadıkça, Avrupa’nın gazını kes(e)meyecektir. Aksi takdirde, savaşı sürdürmesi imkânsız hâle gelecektir. ABD’nin “Rus petrolünün satışına yasak getirilmesi” talebinin müttefiklerince uygulanması durumunda, Rusya’nın doğal gaz gelirine bağımlılığı daha da artacaktır. Ki, bu satırlar yazılırken, AB ve İngiltere, petrol yasağına uyacaklarını açıklamışlardır.
Avrupa için aslolan, Rusya’nın kendisi için bir tehdit unsuru olmaktan çıkmasıdır. Bu sebeple, savaşın kontrollü ve düşük yoğunluklu olmasını; Rusya’nın uzun dönemde ekonomisinin savaşı sürdüremeyecek duruma gelmesini ve barış istemesini, Batı yanlısı bir yönetimin Rusya’da işbaşına gelmesini ve emperyal emellerinden vazgeçmesini sağlamak, önümüzdeki dönemde Avrupa’nın Rusya politikasının temel taşlarını oluşturması muhtemeldir.
Putin yönetimindeki Rusya’nın “burnu sürtülmeden” Ukrayna gâilesini atlatması durumunda, kendisini toparladığında daha güçlü bir şekilde emperyal emellerini gerçekleştirme çabasına girişmesi, daha da yıkıcı olması yüksek ihtimâldir.
ABD’nin ise, bu savaşın uzaması ve Rusya’nın gücünün kırılması konusundaki politikaları çok daha önemli sebeplere dayanmaktadır. Meselenin nirengi noktalarından birisini oluşturan bu konuya ayrı bir yazıda değineceğiz. Ancak, burada şu kadarını belirtmekle yetinelim;
Rusya’nın doğal gaz ve petrol ihracâtının engellenmesi, savaş gücünün kırılması ve Putin yönetiminin işbaşından uzaklaştırılması sürecinin başarıya ulaşması bakımından önemlidir. ABD Temsilciler Meclisi’nin Rusya’ya petrol ambargosu uygulanmasına ilişkin çalışmaları başlattığının açıklanmasından itibaren, Brent petrolünün fiyatı 2014 yılından sonraki en yüksek seviyesine yükseldi. Rusya, hâlihazırda -ABD ve Suudi Arabistan’dan sonra- dünyânın üçüncü en büyük petrol ihracatçısı ve günlük 7 milyon varilin üzerinde petrol ihraç ediyor. ABD ise, hâlén dünyâda en çok petrol üretimi ve ihracâtı yapan ülke. Dolayısıyla, ABD’nin Rusya’dan petrol alımını yasaklaması, kendisi için bir anlam ifâde etmiyor. Temsilciler Meclisine sunulan yasa tasarısının ayrıntıları henüz bilinmemekle birlikte, muhtemelen ABD dostlarından da aynı şekilde davranmasını isteyecektir. Rusya’nın piyasadan çekilmesiyle oluşacak arz açığının ise, OPEC ülkelerinin üretimi artırmasıyla, ayrıca Rusya’nın müttefikleri olan Venezüella ve İran’a uygulanan yaptırımların hafifletilmesi ve hattâ kaldırılması karşılığında, bu ülkelerin de dünyâ piyasalarına artan miktarlarda petrol vermelerinin sağlanması sûretiyle kapatılmaya çalışılacağı anlaşılıyor. Bâzı kaynaklarca, ABD’nin bu yönde ciddî çaba harcadığı belirtiliyor.
ABD, Venezüella ve İran girişimleriyle, aynı zamanda Rusya ile müttefikleri arasında çıkar çatışması yaratmak sûretiyle, Rusya’yı tamâmen yalnızlaştırma amacını güdüyor. Ancak, uzun süredir uygulanan ambargolar sebebiyle halkın büyük zorluklar içerisinde olduğu bu ülkelerde, ambargonun kalkması durumunda, işbaşındaki otoriter yönetimler rahat nefes alacak. ABD karşıtlığını kendilerine şiâr edinmiş olan bu ülkeler konusunda, ABD yönetiminin bundan sonrası için nasıl bir politika geliştireceği şimdilik bir muamma. Bu yumuşama, Rusya takatten düşürülünceye kadar başvurulan geçici bir politika olabileceği gibi, 1990’lı yıllarda Çin’e uygulanan -ve fakat başarıya ulaşmayan- “tecrit etmek yerine, bâzı tâvizler vermesi kaydıyla, uluslararası sisteme entegre edilerek, içeriden dönüştürülmesi” politikasının gelecek dönemde Venezüella ve İran’a da uygulanması sözkonusu olabilir.
İran ve Venezüella yönetimleri, bu ülkelere ambargo uygulanmasının gerekçesini oluşturan tutumlarından vazgeçtiklerine ilişkin herhangi bir beyanda bulunmamışlardır. Hâl böyle iken, Ukrayna meselesi gerekçe gösterilerek, bu ülkelere uygulanacak yaptırımların kaldırılabileceğinin, en azından hafifletilebileceğinin konuşulmaya başlanması, Batı’nın çok övündüğü demokrasi, hukûk, insan hakları gibi değerleri savunma konusunda ne kadar samimi olduğunun anlaşılması bakımından da önem taşımaktadır. Batı, bu tutumuyla, ‘menfaatlerinin, ilkelerinden daha önce geldiği’ gerçeğini bir kez daha ifşâ etmiş olmaktadır.
Rusya’ya uygulanacak petrol ve doğal gaz ambargosunun bütün dünyâ için önemli sonuçları olacaktır. 2020 yılında Rusya günlük ortalama 10,6 milyon varil petrol üretmiş ve bunun yaklaşık 7,4 milyon varilini ihraç etmiştir. Aynı yıl dünya petrol üretimi 88,4 milyon, ihracâtı ise 65 milyon varil/gün olmuştur.[3] Rusya, toplam üretimin % 12’sini, toplam ihracâtın ise 13,7’sini yapmıştır. Dolayısıyla, Rusya’nın devreden çıkması durumunda, petrol arz ve talebinde yaşanacak dengesizlik, tıpkı 1973 yılındaki petrol ambargosu gibi, bütün dünyâyı etkisi altına alacak küresel bir soruna dönüşebilir. Nitekim, 2021 yılı sonunda 70-75 dolar civârında olan 1 varil petrolün fiyatı, Mart ayının ilk haftasında 130 dolara kadar yükselmiştir. Farklı kaynaklar tarafından, Rusya’ya ambargo uygulanması durumunda, petrolün fiyatının 200 dolar civarına kadar yükselebileceği ileri sürülmektedir. Bu durumda, Kovid-19 salgını sonrasında bütün dünyâyı etkisi altına almış olan enflasyon ile mücadelenin çok daha güç bir hâl alacağı muhakkaktır.
Venezüella, dünyânın en büyük petrol rezervine sâhip ülkesidir (% 17, Rusya’nın 4 katı). İran ise, ilk sıralarda bulunmaktadır (% 11,72, Rusya’nın 2,6 katı). Hâlén ambargo altındaki bu iki ülkenin serbestçe yâhut da kısıtlamalardan büyük ölçüde azâde kılınarak petrol ihraç edebilir duruma gelmeleri, petrol arzının kısılması sebebiyle yaşanabilecek sorunlara önemli ölçüde çözüm olabilir. Şu kadar ki, Rusya bahanesiyle özellikle İran’a uygulanan ambargonun kaldırılmasının ya da gevşetilecek olmasının başka sebeplerinin de olduğu inancındayız.
Konuyu biraz daha açmakta yarar var.
İran konusu ne zaman gündeme gelse, mutlak sûrette İsrail’den ve bu ülkenin ABD’nin stratejik müttefiki olduğundan, İran’ın kontrol altında tutulmasının, İsrail’in -dolayısıyla da, Batı’nın Ortadoğu’daki menfaatlerinin- korunması bakımından ne kadar elzem olduğundan bahsedilir. Yakın zamâna kadar geçerli olan bu bakış açısını bâzı sebeplerden ötürü artık değiştirme vakti gelmiş gibi görünüyor. Şöyle ki;
Ortadoğu’da Batı’nın çıkarlarını korumak, zengin petrol ve doğal gaz kaynaklarının Batı’nın hasmı olan güçlerin eline geçmesini önlemek amacıyla kurdurulan İsrâil, kendisine biçilen “küçük köpek balığı”[4] görevini bugüne kadar bihakkın yerine getirmiş olmakla birlikte, artık kuruluş amacıyla bağdaşmayan bir konuma gelmiş bulunuyor. Yüksek teknoloji üretebilen, -nükleer silâhlar dâhil- ihtiyaç duyduğu silâhların çoğunu üretebilme kabiliyetine sâhip, hacmi küçük olsa da ihracâtının 1/3’ünden fazlasını yüksek teknolojili ürünlerin oluşturduğu güçlü bir ekonomisi olan, Rusya ve Çin gibi küresel güçlerle kendi başına anlaşmalar yapan, özellikle ABD yönetiminin oluşmasını ve bâzı politikalarının belirlenmesini etkileme çabasına girişen, çoğu zaman bu amacını kısmen de olsa gerçekleştirebilen bir ülke durumuna geldi, İsrâil. Bu hâliyle İsrâil, kendisine verilen görevin dışına çıkmış, çizmeyi aşmış ve ABD’nin/Batı’nın çıkarları bakımından artık bir tehdit hâline gelmeye başlamıştır[5]. Henüz, varlığına duyulan ihtiyaç tam olarak sona ermemiş ise de (Zîrâ, hâlén dünyâ petrol ve doğal gaz rezervinin yaklaşık yarısı, Birinci Büyük Harp sonucunda kaybettiğimiz topraklarda (Irak, BAE, Kuveyt, Katar, Suudi Arabistan vs.) bulunmaktadır.), bir başka güç ile dengelenmesi gerekmektedir.
Kezâ, aynı dönemde, İsrâil’in hışmından korunmak amacıyla, bu ülkenin de velînimeti olan ABD’nin/Batılı ülkelerin koruyucu kanatları altına sığınan, fosil yakıtların satışından elde ettikleri muazzam gelirler ile bu ülkelerin ekonomileri ve finans kurumları için en önemli müşteriler arasında yer alan Suudi Arabistan ve BAE gibi zengin Arap ülkelerinin, İsrâil ile aralarındaki husûmete son verdikten sonra, ABD’nin yanısıra, onun hasım ilân ettiği Rusya ve Çin ile de ilişkilerini geliştirmeye başladıkları, muazzam gelirlerini farklı alanlarda değerlendirmeye ve zaman zaman ABD’den/Batı’dan farklı politikalar tâkip etme eğiliminde oldukları gözlenmektedir.
Bu şartlarda, ABD yönetiminin, İran’ın ikinci bir “küçük köpek balığı” fonksiyonunu üstlenmesiyle, bir taşla üç kuş vurmak, bir yandan Rusya’ya uygulanacak petrol ambargosunun olumsuz etkilerini azaltmak, bir yandan bağımsız hareket etme temâyülündeki petrol/doğal gaz zengini Arap ülkelerini hizaya getirmek ve bu ülkelerin Rusya ve Çin ile “bağımsız ilişkiler” geliştirmesinin önüne geçmek, aynı zamanda da İsrâil’i yeniden kontrol altına almak gibi amaçlarına ulaşabileceğini düşünüyor olması muhtemeldir.
Ancak, Venezüella ve İran’a uygulanan ambargonun birdenbire kaldırılmayacağını, muhtemelen gevşetileceğini, aradaki farkın OPEC üyelerini üretimlerini artırmaya iknâ edilerek karşılanmaya çalışılacağını düşünüyoruz.
Rusya’ya uygulanacak petrol ambargosunun ABD’ye ekonomik katkıları da olacaktır. Teknolojik gelişmelerin sonucunda kaya gazı/petrolü çıkarma mâliyetlerinin düşmesi neticesinde, dünyânın en önemli petrol üreticileri arasına giren ABD (2020 yılında dünyâ petrol üretiminin % 18’ini bu ülke gerçekleştirmiştir), petrol fiyatlarının da yükselmesinden yararlanarak, Rusya’nın piyasadan çekilmesi sonucunda oluşacak arz açığının mühim bir kısmını karşılayabilir. Özellikle Ortadoğu petrolüne kıyasla çıkarma mâliyeti hayli yüksek olan kaya petrolünü, 100 doların üzerindeki fiyatlardan ihraç etmek, kaya petrolü üreten ABD’li firmalar için son derece kazançlı bir iş olacak, bilhassa yükselen enflasyonu kontrol altına almakta zorlandığı için zor günler geçiren Biden yönetiminin de rahat nefes almasına imkân verecektir.
ABD’nin, bir sonraki aşamada, Rus doğal gazına da ambargo konulması için Avrupa ülkelerine tazyikte bulunması muhtemeldir. Son yıllarda, uzun süreli anlaşmalara istinâden boru hatları ile taşınan doğal gaz yerine, LNG (Sıvılaştırılmış doğalgaz) kullanım miktarları hızla yükselmektedir. Nitekim 2010 yılında LNG ihracatı, toplam doğal gaz ihracâtının yalnız % 40’ını oluştururken, 2020 yılında bu oran % 52’ye yükselmiştir. Depolama ve taşıma konusunda hâlén kapasite sorunları olmakla birlikte, Rus doğal gazına ambargo uygulanması durumunda, bu konulardaki yatırımların hızlanacağı şüphesizdir.
Ukrayna konusundan bağımsız olarak, doğal gaz talebinin hızla artmasına yol açan başka etkenler de bulunmaktadır ki, bu konuları ayrı bir yazıda ele almaya çalışacağız.
ABD, Rus gazının yerine, ABD’li kaya gazı üreticileri ile Katar, Avustralya, Cezayir ve Nijerya gibi ülkelerin ihraç edecekleri LNG’ nin kullanılmasını sağlayabilirse, gelir kaynaklarının büyük bölümünden mahrum bırakılan Rusya’nın savaş gücü büyük ölçüde kırılmış olacaktır. Bu arada, 2020 yılında dünyâ toplam doğal gaz üretiminin % 23,7’sini ABD’nin yaptığını (Rusya’nın yaklaşık 1,5 katı) hatırlatalım.
Ancak, başvurulan bütün bu tedbirlerin, Rusya’yı, nükleer savaşa kadar varacak şekilde, daha da saldırganlaştırması sözkonusu olabilir. Rusya’nın, henüz savaşın başı denilebilecek bir zamanda, sık sık “nükleer silâh kullanılabileceği, Rusya’sız bir dünyâya katlanmaktansa 3. Dünyâ Savaşının yeğleneceği” anlamına gelen açıklamaları Devlet Başkanı Putin ve Dışişleri Bakanı Lavrov’un ağzından sık sık tekrarlaması, bu konudaki kararlılığını ortaya koyma çabası olarak yorumlanabilir.
Uygulanmasına başlanan/önerilen bu politikaların Rusya-Çin ilişkileri bakımından da sonuçları olacaktır.
Uzun süredir ambargo altında olan Venezüella ve İran, petrol/doğal gaz satışlarının önemli bir bölümünü Çin’e yapmaktadırlar. Bu ticâret şeffaf olmadığından, miktarı ve parasal hacmi konusunda sağlıklı bilgilere ulaşmak zor olsa da, bâzı yorumcular tarafından, Çin’in, bu ülkelerden uluslararası piyasalardaki fiyatlara nisbetle çok daha ucuza ürün temin ettiği, böylelikle Çin sanayiinin -ABD tarafından ısrarla uygulanan ambargo sâyesinde- mâliyet avantajı elde ettiği; Çin’in, satın aldığı yakıtların bedelini kendi sanayii tarafından üretilen ürünlerle ya da üçüncü ülkelerden temin ettiği ürünlerle ödediği, bu ticâretten de önemli ölçüde kazanç sağladığı; Bu ticârette dolar yerine Yuan kullanıldığı için, Yuanın ileride rezerv para olarak kullanılması amacı bakımından da kazanımları olduğu; Öteyandan, İran ve Venezüella’ya uygulanan ambargonun da etkisiyle petrol fiyatlarında 2004-2014 yıları arasında meydana gelen aşırı yükselmenin Putin yönetimindeki Rusya’nın toparlanmasında önemli bir etken olduğu; Özetle, ABD’nin 2000’li yılların başından buyana uygulamakta olduğu Rusya-Çin ve İran-Venezüella politikalarının, rakiplerine avantaj sağlayan, kendisine ve dostlarına dezavantaj yaratan hatâlı bir politika olduğu ileri sürülmekte ve tenkit edilmektedir.
Rusya’ya petrol ve doğalgaz ambargosu uygulanması, yanısıra Venezüella ve İran’a uygulanan ambargonun yumuşatılması durumunda, bu ülkelerin Rusya ile aralarının açılması sözkonusu olabileceği gibi, Çin de yukarıda kısaca özetlenen ilişkiler sâyesinde elde etmiş olduğu avantajları muhtemelen önemli ölçüde yitirecektir.
Uygulanan/uygulanacak olan yaptırımlar sebebiyle, Rusya’nın Çin ile ilişkilerini daha da sıkılaştırılması kuvvetle muhtemeldir.
Rusya, hâlen Çin’in en önemli petrol ve doğalgaz tedârikçileri arasında yer almaktadır. İki ülke Şanghay İşbirliği Örgütü’nün iki kurucu üyesidir. ABD’nin hasmı durumunda olmaları bu iki ülkeyi birbirine daha da yaklaştırmaktadır. Ancak, bu zoraki bir beraberliktir. İki ülkenin menfaat aykırılıkları, ortak çıkarlarından daha fazladır.
Büyük bir nüfusa ve hacimli bir ekonomiye sâhip olan Çin için, -petrol ve doğal gaz da dâhil olmak üzere- ekonomisini besleyecek yeni ve güvenilir hammadde kaynaklarının ve sanayisi tarafından üretilen mâmûlleri pazarlayabileceği yeni pazarların bulunması hayâtî önemdedir. ABD tarafından başlatılan ve Çin’i hedef alan, onun hammadde tedârik kanallarını ve pazar imkânlarını daraltmayı, böylece dünyâ ekonomisindeki etkinliğini azaltmayı amaçlayan politikaların, bir süre sonra ABD tarafından dostlarına da dayatılması ve yeni bir soğuksavaş dönemine girilmesi muhtemeldir. Ukrayna olayı, ABD’ye, dostlarına seçim yapmaları için zorlamada bulunma fırsatı vermiştir. Bu sebeple, hammadde ve pazar konusu Çin için gelecek yıllarda daha büyük sorun olmaya adaydır. Çin, RCEP[6] gibi uluslararası anlaşmalar yoluyla Asya-Pasifik bölgesinde kendisine bir hayat alanı yaratmaya çalışsa da, bölgesel ortaklıkların Çin’in devâsa ekonomisini ayakta tutmak için yeterli olması kabil değildir. Bu yüzden Çin, özellikle hammadde kaynakları bakımından zengin olan Türkistan Cumhûriyetlerine ilgisini yöneltmiş durumdadır. Sovyetler Birliği’nden ayrıldıktan sonra, 30 yıldan buyana devletleşme sürecini tamamlamaya çalışan bu ülkelerin Çin’in ekonomik, siyâsî, kültürel yönlerden yaptığı karmaşık, güçlü ve kapsamlı hamlelere kendi güçleriyle karşı koyabilmeleri hemen hemen imkânsızdır. Çin, bu fırsatı değerlendirmek istemekte, bölgesel ya da ikili anlaşmalarla, liderliğini/finansörlüğünü/yürütücülüğünü yaptığı projelerle, her yıl bu ülkelerden binlerce öğrenciye Çin’de burs/eğitim imkânı sağlanması gibi uygulamalarla, sözkonusu ülkelerdeki etkinliğini artırmaya çalışmaktadır. Açık konuşmak gerekirse, hâlén Doğu Türkistan, Tibet ve Mançurya gibi ülkeleri işgâli altında bulunduran, bu ülkelerde -işgâlini sürdürülebilir kılmak için- her türlü gayrıinsânî uygulamaya başvurmaktan çekinmeyen Çin, fırsatını bulduğu takdirde, Türkistan Cumhûriyetlerini ve Moğolistan’ı işgâl etmekten de çekinmeyecektir.
Rusya, arka bahçesi olarak gördüğü Türkistan Cumhûriyetlerinde Çin’in yapmaya çalıştığı şeylerin farkındadır. Zamânın aleyhine işlediğini bilmektedir. Rusya’nın, gerek teknolojik ve gerekse ekonomik bakımdan Çin ile başa çıkabilme gücü giderek zayıflamakta, Çin arayı açmaktadır. Son Kazakistan olaylarının, Rusya’nın elini çabuk tutma çabasından kaynaklanması mümkûndür.
Ezcümle, ABD/Batı kaynaklı müşterek tehlike sebebiyle Rusya ve Çin, pek çok alanda işbirliği yapmak durumunda kalıyorsa da, bu durumun stratejik ortaklık olarak nitelendirilebilmesi kabil değildir. Bu ilişkinin, daha çok geçici/zoraki/taktik bir işbirliği olarak değerlendirilmesi daha doğru olacaktır. Bu ilişkinin mâhiyetini, kapsamını ve ömrünü, ABD’nin/Batı’nın bu iki ülkeye karşı uygulayacakları politikanın niteliği, kapsamı ve zamanlaması belirleyecektir.
Putin, İmparatorluk hayâllerini Ukrayna topraklarına gömdü ama…
Bu arada, yeri gelmişken belirtmekte yarar görüyoruz. Putin, İmparatorluk hayâllerini Ukrayna topraklarına gömdü ama, Türkistan operasyonlarından muhtemelen vazgeçmeyecektir. Üstelik, ABD/Batı, Ukrayna için gösterdiği tepkiyi, Türkistan için göster(e)meyecektir. Coğrâfî konumu itibâriyle bu bölgenin Rusya’nın askerî operasyonlarına karşı savunulması Batı için mümkûn olmadığı gibi, iki sebeple buna gerek de görmeyecektir. ABD/Batı, Türk Devletler Birliği gibi oluşumlardan en az Rusya ve Çin kadar rahatsızdır. Bu tür girişimlerin, ileride Rusya ve Çin benzeri yeni rakip güç odaklarının oluşumuna sebebiyet vermesinden çekinmektedir. Bir diğer sebep ise, Çin’in bu bölgedeki etkinliğini artırma ihtimâlidir. Türkistan’da Çin’in egemen olmasından veyâ Türklerin kendi aralarında birlik tesis etmelerinden ise, bölgenin “dişleri sökülmüş” bir Rusya’nın kontrolünde olması ABD/Batı için ehven-i şerdir. Bu yüzden, Ukrayna konusunda karşı karşıya gelen bu güçlerin, Türkistan konusunda, göstermelik kınamalar bir yana bırakılırsa, üstü örtülü de olsa, birlikte hareket etmeleri şaşırtıcı olmayacaktır.
Putin’in asıl yanılgısı…
Rusya’nın, Ukrayna saldırısıyla, ABD’nin/Batı’nın uzun zamandır Çin’e yönelmiş olan ilgisini ve dikkatini kendi üzerine çekmesi; İktisâdî, askerî ve siyâsî bakımdan uzun zamandır ABD’den bağımsız hareket etme eğilimindeki Avrupa ile ABD’nin kenetlenmesine, bâzı üyelerince ve hattâ ABD içinde dahi varlık sebebi tartışılan NATO’nun yeniden hayat bulmasına zemin hazırlaması, kendisi bakımından büyük bir stratejik hatâdır.
Ancak, Rusya liderinin asıl hatâsı, henüz kendi halkına dahi yeterince refah, özgürlük, demokrasi, hukuk güvencesi sunamayan bir ülkenin, üstelik de Demirperde’nin yıkılmasından sonraki 30 yıllık süreçte, yaşanan bütün sorunlara rağmen özgürlüğün tadına varmış yeni bir nesil yetişmiş iken, Sovyetler Birliği’nin 70 yıllık boyunduruğundan güç-belâ kurtulmuş ve kendi millî kimliğini yeniden inşâ etmeye başlamış olan ülkeleri/toplumları, silâh zoruyla hükümranlığı altına almasının mümkûn olamayacağı gerçeğini görememiş olmasıdır. Daha önce de belirttik; Rusya, Ukrayna’da ve diğer “eski Sovyet” ülkelerinde, silâh gücüyle belki zafer kazanabilir, fakat bu ancak ‘Pirus zaferi’ olur, hâkîmiyetini uzun süre devâm ettiremez. Oysa, Putin’in, öncelikle kendi ülkesinde demokrasi, hukûk güvenliği gibi değerleri hayâta geçirmeye çalışması, halkının refahını yükseltmesi, ülkesini “çevre ülkelerce, her bakımdan özenilen, gıpta edilen bir ülke” konumuna getirmesi; Türkiye dâhil, târihi, coğrâfî, kültürel bağları olan ülkelerle/toplumlarla karşılıklı güvene/yarara dayanan, sürdürülebilir ve samimi ilişkiler geliştirmeye çalışması, çok daha akılcı bir politika olurdu.
Putin’in, Dugin gibi yazarlar tarafından ortaya atılan Avrasyacılık vb. görüşleri uygulamaya gayret ettiği, bu çerçevede -Kazakistan, Belarus ve Ermenistan’ın katılımıyla- Avrasya Ekonomik Birliği gibi oluşumları ihdas etmeye çalıştığı, dolayısıyla dikkat çekmeye çalıştığımız gerçeği gördüğü ve bu konuda zâten çaba harcadığı ileri sürülebilirse de, içte ve dışta uyguladığı politikaların, Avrasya toplumları arasında karşılıklı yarar ve güvene dayalı ilişkiler kurmak yerine, yüzyıllarca Rus boyunduruğunda yaşamış olan toplumları yeniden, gerekirse silâh zoruyla Rusya’ya tâbi kılma amacına yönelik olduğu tartışma götürmez bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır. “Rusya’nın târihi sınırlarını, Sovyetler Birliği’nin sınırları” olarak gören Putin, emperyalist emellerini gizleme gereği duymamaktadır.
Putin’in “Rus İmparatorluğu’nu askerî güç kullanarak yeniden ihyâ” girişimlerinin, Rusların -içinde bulunduğumuz yüzyılda- yeniden Moskova Kinezliğine rücû etmeleri sonucunu doğurması kuvvetle muhtemeldir.
Sonuç itibâriyle;
ABD’nin/NATO’nun/Batı’nın Ukrayna konusundaki kararlılığının ölçüsü hakkında yorum yapabilmemiz güçtür. Fakat, Ukrayna konusunda geri adım atıldığı takdirde, Rusya’nın, artan bir özgüven ve uygulanmakta olan yaptırımlardan duyulan öfke sebebiyle, Moldovya, Gürcistan gibi ülkelere yönelik muhtemel operasyonlarını hızlandırması sözkonusu olabilecektir.
Kezâ, Rusya’nın, sağduyu tamâmiyle devre dışı kalmadığı takdirde, NATO üyesi olan Baltık ülkelerine doğrudan saldırı düzenlemese bile, daha önce Gürcistan ve Kırım’da, son olarak da Ukrayna savaşının ilk günlerinde yaptığı gibi, Rus azınlıkları kullanarak, bu ülkeleri önce istikrarsızlaştırmaya ve sonra da örtülü operasyonlarla bu ülkelere ilişkin emellerine ulaşmaya çalışması muhtemeldir.
Yine, ABD/NATO/Batı Ukrayna konusunda kararlılığını ortaya koyamadığı takdirde, Çin’in, başta Tayvan olmak üzere, Asya-Pasifik merkezli askerî operasyonlara girişmesi ihtimál dâhilindedir.
Bu itibarlâ, Rusya’nın Ukrayna’daki işgâle son vermesinin sağlanması, bundan sonra yeni bir mâcerâya atılmasının engellenmesi bakımından büyük önem taşımaktadır. Aksi takdirde, Avrupa ülkeleri ile Rusya çevresindeki ülkeler -Türkiye ve Türkistan Cumhûriyetleri dâhil- uzun süre huzûra hasret kalacaklardır.
Türkiye, Ukrayna konusunda politikasını doğru konumlandırmıştır. Dengeli politikanın bundan sonra da sürdürülmesinde yarar bulunmaktadır. Ancak, her iki tarafın da gelecek günler de Türkiye’yi ‘kendi yanında saf tutması için’ zorlayıcı isteklerde bulunması muhtemeldir. Bu yüzden ihtiyatlı olunmasında fayda görüyoruz.
Rusya’nın başlattığı Ukrayna Savaşı, son yıllarda sıkça telâffuz edilen hibrit savaşın[7] bütün unsurlarının en geniş biçimde uygulandığı ilk savaş olarak târihe geçecek gibi görünmektedir.
Yine, Ukrayna savaşı, gıda, enerji, yüksek teknoloji ve savunma gibi konularda dışa bağımlılığın ne kadar hayâtî sorunlar yaratabildiğinin; Bir ülkenin dış desteğe ihtiyaç duymadan vatanını savunabilecek kabiliyette ve donanımda güçlü bir millî orduya sâhip olmasının ne kadar önemli olduğunun bir kez daha görülmesini sağlamıştır. Bütün ülkelerin -elbette ülkemizin de- bundan önemli dersler çıkaracağını düşünüyoruz.
Ukrayna savaşı, yeni bir soğuksavaş sürecini başlatmıştır. Bunun öncekinden en önemli farkı şu olacaktır; 1945-1990 yılları arasında süren Birinci Soğuksavaş döneminde, dünyâ iki kutba ayrılmış, bu iki kutuptan birisine dâhil olmayan ülkeler ise, “bağlantısızlar hareketi” ismiyle “gevşek” bir topluluk oluşturmuşlardı. Bu defâ, bir tarafta ABD ve Batılı ülkeler yer alacaktır. Çin ve Rusya ile bu ülkelerle birlikte hareket edecek ülkelerin ise diğer cenahı oluşturacağı varsayılabilirse de, yukarıda da kısmen belirtmeye çalıştığımız gibi, aralarında menfaat çatışması olan iki süper güç adayının, ortak düşmana karşı taktiksel bir ittifakın dışında, aralarında bir stratejik ortaklık tesis edebilmeleri eşyanın tabiatına uygun düşmemektedir. Tabii, ABD/Batı, hırslarına mağlup olup, bugüne kadar pek çok defa yaptıkları hatâları/öngörüsüzlükleri tekrarlayıp, bu iki küresel gücü birlikte hareket etmeye icbar etmezler ise…
ABD/Batı, aksi yöndeki bütün savunularına ve “Batı Medeniyetinin evrenselliği” konusundaki mağrur iddialarına rağmen, târihleri boyunca, “bütün insanlığın refah ve huzur içinde yaşamasını temin edecek bir yeryüzü nizâmı (dünyâ düzeni)” tesis etmekte başarılı olamamışlar, en son Demirperde’nin yıkılmasından sonra girişilen “küreselleşme (yeni dünyâ düzenli)” teşebbüsü de fiyaskoyla sonuçlanmıştır. Bu dönemde yeryüzünde açlık, yoksulluk, gelir dağılımdaki eşitsizlik, dünyâ nüfusunun büyük bir kısmının eğitim-sağlık-gıda-barınma vb. temel ihtiyaçlarının karşılanamaması gibi sorunlar önceki dönemlere göre daha da artmıştır.
Kendi içerisinde bile bütünlüğü sağlayamamış olan karşı cenahın ise, “insanlığa, daha âdil, huzurlu ve müreffeh bir dünyâ” vâdetmek gibi bir hedefi, bu yönde herhangi bir çabası zâten yoktur.
Dolayısıyla, bu defa, soğuksavaşın -görünürde olsa bile- fiiliyatta ideolojik bir hedefi/amacı olmayacak, taraflar “dünyânın kalan zenginliklerini paylaşmak amacıyla” birbirlerine ekonomik, askerî ve teknolojik bakımından üstünlük sağlamaya çalışacaklardır. Bu sebeple de, dünyâmızın, öncekinden çok daha yıkıcı ve tahrip edici bir mücadeleye sahne olmasından endişe ediyoruz.
Hâsılı, insanlığın “kendisi için istediğini başkaları için de isteyen; yetmişiki millete bir göz ile bakan, yaradılanı sevmeyi ve saygı göstermeyi yaradana olan saygısının bir gereği olarak kabûl eden, nimetlerin ve külfetlerin insanlar/toplumlar arasında hakkaniyet ölçüsünde bölüşülmesini şiâr edinen” yeni bir medeniyet tasavvuruna olan ihtiyâcı her geçen gün daha da artmaktadır.
Dipnotlar;
[1] Şant MANUKYAN, Her iki taraf için de Pirus Zaferi olacak, https://www.dunya.com/kose-yazisi/her-iki-taraf-icin-de-pirus-zaferi-olacak/650779 (Erişim: 04.03.2022)
[2] James Landale (BBC Diplomasi Muhabiri), “Rusya’nın Ukrayna’yı işgaliyle başlayan savaş nasıl bitebilir? 5 farklı senaryo”, https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-60612791 (Erişim: 04.03.2022)
[3] Statistical Review of World Energy 2021, https://www.bp.com/content/dam/bp/business-sites/en/global/corporate/pdfs/energy-economics/statistical-review/bp-stats-review-2021-full-report.pdf (Erişim: 08.03.2022)
[4] Japon balıkçılar, uzak denizlerde tuttukları balıkların ana karaya gidene kadar bayatlamasını önlemek için, gemilerin havuzlarına birkaç tane küçük/yavru köpek balığı atarlar. Köpek balığı tarafından yenilme korkusuyla sürekli hareket eden balıklar, bu şekilde tazeliklerini muhafaza ederler. Petrol zengini Arap ülkeleri de, İsrail’in hışmından korunmak için, aynı zamanda İsrail’in de velinimeti olan ABD’nin koruyucu kanatları altına sığınmışlar, petrol ve doğal gaz satışından elde ettikleri muazzam gelirlerle ABD/Batı ekonomilerinin ve finans kurumlarının en önemli müşterileri arasında yer almışlardır. Böylelikle, uzun yıllar boyunca ABD/Batı, bu ülkelerden ithal ettikleri fosil yakıtlar karşılığında ödedikleri paraları, daha sonra silâh ve diğer malların satışı yoluyla geri almışlar, aynı zamanda petrolden elde edilen ihracat fazlası da Batılı finans kurumları için uzun vâdeli ve ucuz mâliyetli finans kaynağı oluşturmuştur.
[5] Mustafa TEZEL, “İsrail: ABD’nin Stratejik Ortağı mı, Müstakbel Düşmanı mı?”, https://www.kirmizilar.com/tr/index.php/guncel-yazilar3/895-israil-abd-nin-stratejik-ortagi-mi-mustakbel-dusmani-mi (Erişim: 12.04.2016)
[6] RCEP (Regional Comprehensive Economic Partnership, kısaca RCEP; Bölgesel Kapsamlı Ekonomik Ortaklık) Asya-Pasifik bölgesinde onbeş Asya-Pasifik ülkesi (Brunei, Kamboçya, Endonezya, Laos, Malezya, Myanmar, Filipinler, Singapur, Tayland ve Vietnam, Avustralya, Çin, Japonya, Yeni Zelanda ve Güney Kore) arasında akdedilen bir serbest ticaret anlaşmasıdır. Anlaşmayı imzalayan 15 üye ülke, dünya nüfusunun ve GSYİH’nin yaklaşık %30’unu oluşturmakta ve bu da onu yeryüzündeki en büyük “ticaret birliği” yapmaktadır.
[7] Geniş bilgi için bkz.; “Savaşın Değişen Modeli; Hibrit”, Editörler: Yücel ÖZEL ve Ertan İNALTEKİN, Çeviren: Melih Arda YAZICI, Milli Savunma Üniversitesi Basımevi – 2018, https://www.msu.edu.tr/img/DaireBaskanliklari/veritaban%C4%B1/TR_Hibrit.pdf (Erişim: 08.03.2022)