Gülhane Askeri Tıp akademisi Hastanesi, alışılageldiği gibi, kanlı bölücü terör örgütünün faaliyetleri ile mücadele eden ağır yaralı askerlerle dolup taşmıştı. Türk insanı artık haberleri izlemek dahi istemiyordu. GATA’nın hekimleri ise haberleri izlese de izlemese de fidan gibi gençlerin yaralı bedenleri ile yüz yüze idiler. Onları iyileştirmek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Fakat hekimlerin de çaresiz kaldığı, kaderin acı hükmünü icra ettiği sahneler o kadar çoğalmıştı ki. Bundan böyle yaralıların hiçbirinin hayatı askere gitmeden önceki haliyle geçmeyecekti. Akrabaları, yarenleri, onları “en büyük asker bizim asker” nidaları ile uğurlamıştı. Gözlerindeki pırıltılar, geleceğe umut vaat ediyordu. O gözler ki nice güzeli görmüş, nicesine aşık olmuştu. O kadar güzel görmüş gözlerin sahipleri, henüz hiçbir güzelin elini tutmamış, bağrına kolları ile onları sarmamıştı. Belki ayakları güzellerin ardından yürümüştü fakat bir güzel yaklaşırken sesi bile çıkamamıştı.
Gökhan, gözlerindeki nemleri silmiş, ufuklara derin derin bakarak bir ah çekmişti.
“Askerden bir döneyim” Ona neler anlatacağım diye düşündü Gökhan. Onunla evlenmek istediğimi hiç tereddütsüz söyleyeceğim dedi içinden. Gökhan, Karadeniz Teknik Üniversitesi Elektrik-Elektronik Mühendisliğini bitirmişti. Trabzon’un Sürmene ilçesi Zeytinli köyünde dünyaya gelmişti. Ailesi kıt kanaat oğullarını kendilerine en yakın ilde okutmuşlardı. Üniversite puanı İstanbul’da okumaya da yeterdi. Gökhan’ın ailesinin ise buna gücü yoktu. Köyde parmakla gösterilen çocukları için ne kadar iftihar etseler azdı. Gökhan’ın fakültede yıllardır sevdiği fakat bir türlü açılamadığı Begüm’de kibar mı kibar, terbiye ve hanım efendiliği kendinde terkip etmiş dünya tatlısı bir kızdı.
Her gün olduğu gibi Asteğmen Gökhan sabah erleri toplamış, içtima aldıktan sonra; bölükle birlikte üsteğmen Ahmet’e tekmil vermişti. Üsteğmen Ahmet o gün arazi arama taraması yapılacağını söyledi. Mangalar halinde boş araziye dağılacaklar, kaya diplerine kadar mayın ve terörist arayacaklardı.
-“Ah” dedi, üsteğmen
-Bataklık da sivrisinek arattırmaktan bıkmadılar. Bataklığı kurutmayı düşünen bile yok.
Asteğmen Gökhan; -Komutanım. Terörle mücadele yapılmadan teröristle mücadele yapılabilir mi?
– Haklısın Gökhan. Bazı İstanbul gazetelerindeki köşe yazarlarını görmüyor musun? Bizlerle teröristleri bir görüyorlar. Biz bayrak dalgalansın diyoruz. Onlar bayrak yırtıyorlar. Yırtanla, dalgalandıran aynı kefeye konursa söz biter be kardeşim. Biz niçin ölüyoruz?
Gökhan, Ahmet komutan’a hak verir tarzda başını salladı. Yürümeye koyuldular.
Araziye çıkalı iki saat kadar olmuştu. Güneş tepeye doğru yükseliyor. Güney doğunun zehirli akrepleri de onlara arkadaşlık edercesine görünüp kayboluyorlardı. Yanlarına sıhhiye çantalarını almışlardı ama bazen bu yeterli olmuyordu. Zehirler için antidotları, tetanos için serumları, aşıları vardı. Nerdeyse her tim için yedek subay doktor da bulunuyordu. Fakat eksik olan bir şeyler vardı yine de. Eksik olanın ne olduğunu biliyordu her biri. Civandılar, merttiler, lâkin terörist mert değildi, namertti, pusuya yatardı. Kendilerine baş eğmeyeni çoluk çocuk demeden öldüre öldüre sindirmişlerdi. Üstüne üstlük, Türkiye için, ordusu ha vardı ha yoktu. İnsanlar duyarsız hale gelmişler, getirilmişlerdi. Bu Mehmetçikler niye şehit edilirdi? Şehitlerden bahsetmek kışkırtıcılık sayılır, aman ha bölücüleri ürkütmeyelim denir hale gelinmişti. Ateş her gün bir yuvaya düşüyordu. Kimin umurunda idi. Sönen ocaklar, dul kalan gelinler, yetim kalan yavrucaklar, evlatsız anneler babalar önemli değildi.
O gün de Gökhan, askerleri ile birlikte mayın arama tarama faaliyetini yürütüyor, bölüğün geçtiği her yerin yürünebilir güvenli olmasını sağlıyordu.
“Televizyonlarda bilip bilmeden konuşan ukalaları buraya getirtip sadece mayın aratacaksın” diye mırıldandı. “İstanbul’da Ankara’da oturup akıl vermek o kadar kolay ki” dedi. Sonra aklına fakülte yılları geldi. En zor imtihanlardan AA aldığını hatırladı. Annesine ve sevdiğini kendinden başka kimsenin bilmediği Begüm’e söyleyecekti:
– Milli Eğitim Bakanlığının veya YÖK’ün imtihanlarına gireceğim. Yurt dışında yüksek lisans ve doktora yapmak istiyorum, diye.
Herhalde “hayır” demezlerdi. Begüm’le nişanlanır, nikâh da olduktan sonra O’nu da götürürüm diye düşündü…
Ondan sonrasını hatırlamıyordu Gökhan asteğmen. Sanki etrafındaki konuşmalar derin bir dehlizden geliyordu.
Opr. Dr. asteğmen Cengiz: “Kardeşim beni duyuyor musun?” dedi.
Ne duyuyor ne duymuyordu Gökhan. Neredeydi. Komutanı arkadaşları neredeydi. Hiçbir şey hatırlamıyordu.
Gökhan önce mayına basmış, arkasından da birlik pusuya düşürülmüştü. Ahmet Üsteğmen de dâhil birçok Mehmetçik şehit düşmüştü. Önce Diyarbakır’a sonra helikopterle Etimesgut askeri hava alanına getirilmişti. Diğer yaralılarla birlikte GATA’da günlerce yatmıştı. Şimdi yeni yeni hafızası yerine geliyordu. Duyduğu sesler Dr. Cengiz’in müşfik, o denli de üzüntülü kardeşçe sesi idi.
-Duyuyorum komutanım dedi, gayr-î ihtiyari, duyuyorum.
Dr. Cengiz’in boğazı düğüm düğüm olmuş nerdeyse konuşamayacaktı. Kesik ayağı ile iki gözü de artık göremeyecek olan Gökhan’a bakıyordu.
Gökhan, mayın patladığında iki ayağını ve yerden sıçrayan mayın parçaları ile de gözlerini kaybetmişti.
Dr. Cengiz:
– Gökhan asteğmen artık yürüyemeyeceksin. Onlar koptular dedi.
Gökhan, biraz durduktan sonra:
-Olsun komutanım ayaksız da yaşarım dedi.
Dr. Cengiz, tam gözlerinin de görmeyeceğini de söyleyecekti ki. Gökhan aceleyle sordu.
-Komutanım, gözlerime bir şey olmadı değil mi? Gözlerime? Ben elektrik elektronik mühendisiyim komutanım. Onlarsız yaşayamam. Onlar benim beynim gibidir. Gören beyinlerim onlar. Göreceğim değil mi? Onlar çok lazım komutanım, nolur?
Dr. Cengiz, konuşamıyor, ağlıyordu, sesini Gökhan’a duyurmak istemiyordu. Dr. Cengiz, kendini tutamıyor, “keşke hekim olmasaydım” diyordu. Kendilerine bu acıları yaşatanlara sebep olanlara lanet ediyordu. Bu acıları görmeyenler, gazileri şehitleri ne kadar hafife alıyorlardı. “Bu dünyanın birde ötesi var” dedi. “İlahî adalet karşısında hangi yalanları söyleyecekler bakalım.” “Gerçekleri halktan gizliyorlar, Allah’tan da mı gizlediklerini sanıyorlar” dedi.
Gökhan’ın sesi gittikçe hıçkırıklarla karışık feryada dönüşüyordu:
-Komutanım! görmeyecek miyim yoksa! Görmeyecek miyim?
Dr. Cengiz ne diyeceğini bilemez halde, hayatının unutamayacağı çaresizliğin girdabında boğulduğu bir anı yaşıyordu. Cevap alamayan Gökhan’ın gözleri, sicim gibi kanla karışık gözyaşları ile dolup taşıyordu. Cengiz, Gökhan’ın sicim gibi kanlı gözyaşlarının bir gün kimler için sicim olacağını düşünerek, kaçarcasına odadan uzaklaştı. Dr. Cengiz, Gökhan’ın bir çift kuyuyu hatırlatan gözlerine düşmemek için koşuyordu.
Kulaklarında ki o ses ise hiç eksilmedi. Hiç de eksilmeyecekti.
-Görecekmiyim Komutanım? Gözlerim bana lâzım! Çok lâzım komutanım n’olur ! GÖZLERİMİ BANA GERİ VER KOMUTANIM! GÖZLERİMİ BANA GERİ VER!
Türkiye de yaşananları görmemekte anlamamakta ısrar edenlerin gözlerinden kanlı yaşlar gelene kadar, Mehmetçiklerin ve ailelerin gözyaşları kanlı olmaya devam edecekti. Kanlı terör örgütünü siyasî muhatap kabul edenler Gökhan gibi gazilere ve şanlı şehitlerimize, onların ailelerine HUZUR-U MAHŞER’de nasıl hesap vereceklerdi? Hiç düşünmüyorlardı…
* Bu olay gerçek olup sadece şahıs ve mekân isimleri değiştirilmiştir. (Hilmi ÖZDEN)