Hadde, ezilerek şekillendirilebilen mâdenlerin kütük, levha, çubuk şeklindeki parçalarını, aralarındaki mesâfeler gittikçe daralan bir dizi silindir veyâ makara arasından geçirmek sûretiyle sac, tel, ray vb. durumlara getirmek demek. Türk kültür ve örfünde “haddeden geçmek” sözü, mecâzî kıyâfetlere bürünerek, mânevî sâhalardaki incelmenin adı olmuş.
Lâle Devri’nin büyük şâiri Nedîm, bir şiirinde:
“Haddeden geçmiş nezâket yâl ü bâl olmuş sana
Mey süzülmüş şîşeden ruhsâr-ı âl olmuş sana”
diyor.
Nedîm, sâdece Lâle Devri’nin değil, geniş mânâda Türk şiirinin kutup yıldızlarından biridir. Onu hakkıyla okuyan, okuduğundan mânâ çıkaran, çıkardığı mânâyı Türklük Âlemi’ne yayabilen, her dâim kârdadır.
Nedîm, bu beyitinde, gönül verip sevdiği güzelin nice incelmiş olduğunu, şiir tahtını rüzgârın emrinde uçurarak anlatıyor. Burada övülen güzel, bir Türk kadınıdır. Bu güzel kadın, başdan ayağa bir nezâket âbidesidir. Bahsi geçen nezâket, sıkının sıkısı bir haddeden geçmiştir. Cümle fazlalıklarını ve pürtüklerini hadde içinde bırakan bu nezâket, Şâir’in nazar eylediği güzel kadında boyun ve gerdân ile kanat görünüşündeki kollara dönüşmüştür.
Fâtih Türkçede “yâl” kelimesi, boyun ve gerdân mânâsınadır. İnce ve uzatılan “â” sesi, bu kelimeyi, tek başına bir letâfet timsâli yapar. Yok, eğer siz, bu inceltme ve uzatma işini tembelliiğe fedâ ederseniz, o vakit ortaya “yal”kalınlığı çıkar. Bu hâliyle kelimenin mânâsı köpek ve inek için hazırlanan yiyecek olur.
“Bâl” sözü, kol ve kanat yerine kullanılır. Yahyâ Kemâl, Selîmnâme’sine:
“Eflâkden o dem ki peyâm-ı kader gelür
Gûş-i Cihâne velvele-i bâl ü per gelir”
beyiti ile başlar.
Yavuz Sultan Selîm Hân’ın tahta çıkışının anlatıldığı bu mısrâlarda, bu kutlu haberi bütün Dünyâ’ya duyuran meleklerin kanat seslerinden çıkan velvele seslendirilir. Nedîm ile Yahyâ Kemâl’i buluşturan söz iksîri, kanat ve kol mânâsına gelen “bâl” kelimesidir. “Yâl” misâlinde olduğu gibi, burada da, ince ve uzun “â” âhengi vardır. Kısa ve kalın olursa, o vakit bize arıların ikrâmı olan o hârika yiyeceğe şapka çıkarmış oluruz. Yahyâ Kemâl ile Nedîm’in bir diğer ortak vasfı, her iki büyük şâirin de fevkalâde birer İstanbul sevdâlısı olmalarıdır.
Yeniden ilk beyite dönersek, muhteşem bir Türkçe virtüozu olan Nedîm, bizim dil mâcerâmızı, bir beyitin içine sığdıracak imrenilesi ustalığa ermiştir. Nezâket, zâten incelik ve kibârlık demektir. Nedîm rahmetli, bu kendisi ince olan vasfı, bir de haddeden geçirmiştir. Kaba ve haşîn neyi varsa haddenin içinde bırakan nezâket, o güzeller güzeli Türk kadınına boyun ve kol olmuştur.
Burada dikkat edilmesi gereken bir başka husûs, sözü edilen nezâketin Türk nezâketi oluşudur. Türk örfü, geleneği, inancı, kısaca Türk yaşayışı, o nezâketi ortaya çıkaran haddedin kendisidir. Edebin, nâmûsun, vicdânın, merhametin, iyiliğin, fedâkârlığın haddi, yâni sınırı, o haddeden geçmiş nezâketle çizilmiştir.
Mey, elbette şarap demektir. Lâkin, Nedîm’in indinde bir başka hadde idrâki vardır ve o da şişedir. Türk halk söyleyişinde, her çeşit alkollü içki için:
“Şişede durduğu gibi durmaz”
denilir.
Bu hüküm, binlerce yıllık bir tecrübenin aksidir. Nedîm de, o kanaatin sâhiplerindendir. Lâkin, usta kelime canbazının kalemi, bu kanaati, karşısındaki güzel kadının al yanağına konduruyor. Çok değişik renklerde şarap olmasına rağmen, kırmızı şarabın şöhreti, hâlâ yukarıda duruyor. Şişeden çıkınca içenin aklını çelen bu mâyi, Nedîm’in bakmaktan hoşlandığı kadının yanağına vurmuş, o yanağa allık sürmüştür. Nedîm’in, incelterek “âl” dediği kırmızılık, aslında “al”dır ve Türkçenin has güllerindendir. “Âl” sözü, hem Farsçada, hem de Arapçada, farklı mânâlarda kullanılır. Farsça olanı, hîle, desîse, tuzak gibi karşılıklara sâhiptir. Arapçadaki ise, âile, hânedân demektir. “Âl-i Osman, Âl-i Selçuk” kullanışları yaygındır. Kelimenin bütün bu hâllerine vâkıf olan Nedîm, “al”ı “âl” yaparken, hem veznin hakkını vermiştir, hem de anlatmaya çalıştığı inceliğin ve incelmenin.
Yaşadığımız günlerde, maalesef kabalık ve ufûnet arabalarına bindirdiğimiz Türkçenin, Nedîm’den alacağı ne çok ders ve nasîhat var…