Neler buldum kendimi kazdıkça,
Meğer kendimmişim uygarlığımın kalbi.
Aşk tabletleri,
İntikam freskleri…
İnancın adı susamış sunaklarda,
Gökyüzü diye yazılıyormuş ama
Okunuşu mavi
Ayşe YAZICI YAVUZ
Her akşam saat yedide çöpü bırakmak için açardı kapıyı. Her akşam saat yediyi bir geçe karşı komşusu da çöpü bırakmak için eşikte belirirdi. Komşusu, içeri girip kapıyı kapatmak için acele ederdi. Sonra alışkanlıktan mıdır yoksa olur da günün birinde bir işi düşerse istemeye yüzü olsun diye düşündüğünden midir bilinmez; kuru kupkuru, pürüzlü, adına sohbet denilemeyecek bir konuşma başlardı aralarında. Aradan beş altı dakika geçince, tüm minnetsizliğini takınıp ve sanki karşısındaki onu silah zoruyla tutuyormuş ve beriki de korkusundan sohbet ediyormuş gibi bir tavırla “Haydi kapat kapını da gir içeri” diyerek insan denen mahlûkun ne mene bir şey olduğunu bir kez daha hatırlatırdı. Dilleri birbirine dolanırdı. Beden dili, kalp dili ve organ olan dili ayrı tellerden çalardı. O da komşusunun bu samimiyetsiz, akordu bozuk orkestrasının hiç olmazsa kısa süren dinletisine katlanırdı. “Bu da tıpkı diğerleri gibi, hatta aynı, kopyalanmış gibiler, yoksa bende mi?” diye düşünürken…
“İyi akşamlar”
“Hayırlı akşamlar”
(Kapılar aynı anda kapandı. Cümleye ilk kim başladı belli değildi. Elini kuyruk sokumuna götürdü ve “Çok şükür” dedi. Öykü bitti.)
Reenkarnasyonla hiç alâkası olmamıştı. Çocukken birkaç defa rüyasında kuş olup uçmuştu. Başını göğe kaldırıp kanatlarını iki yana açmıştı. Bir kanadı boyunun iki katıydı. Ufacık ayaklarının üzerinde iki defa yaylanıp rengârenk gövdesini yükselttikten sonra gerisi kanatlarını çırpmaya kalmıştı. Kanatları havayı patırdatarak açılıp kapandıkça yer sükûnetle küçülmüştü altında. Yükseldikçe soğuyan, soğudukça minik ciğerlerini çelik iğneler gibi dişleyen havayı solumuştu. Sanmıştı ki cennet, yer çekimine direnen o en yüksek noktada. Arşın yedi ayrı katında, yedi ayrı Anka ile selamlaşıp fezaya çıkmış, yıldız tozlarına belenerek kara delikleri yamamıştı şakımasıyla. Büyük bir boşlukta asılı kaldığında kanatlarını çırpmayı bırakıp, iki siyah habbeye benzeyen gözlerini kısarak altında dönüp duran mavi boncuğu izlemişti. Çocuk olduğu zaman bindiği kırmızı bisikletinin paslı jantlarını bile seçebilmişti gözleri. Şimdi kuştu, kuşlar bisiklete binmezdi. Rüya içinde kuş olup kalmak güzeldi ama rüyanın dışında çocuk kalıp pedal çevirmek de çok güzeldi. Uyanmalıyım, sonra yine kuş olurum deyip gözlerini açmak istedi. Her gece yatağı onu çiğniyor çiğniyor ve tam o uykuya daldığında bir rüyanın içine kuş olarak kusuyordu. “Bizim ki de bisiklet istiyor ama ben almıyorum, oyun salonlarında yeterince eğleniyor zaten” dedi. Gözlerini bu defa kapının önünde açmıştı. Komşusu kızına bisiklet almıyordu. Belki de bu yüzden küçük kız rüyasında hiç kuş olmamıştı. O kırk yaşında hâlâ kuş olabiliyordu. Komşusu her akşam saat yediyi bir geçe simsiyah poşetler bırakıyordu kapının önüne. Oysa onunkiler hep şeffaftı. İçindeki maydanoz saplarından tutun da peynir kaplarına varana kadar her şey seçilebiliyordu. Komşusunun çöp poşetleri hep siyahtı ve ağır olduğu uzaktan anlaşılacak kadar büyüktü. Oysa onunkiler iki ekmeğin sığacağı kadar küçüktü. Sanki o evden her akşam yediyi bir geçe çöp değil de ceset çıkıyordu.
Günahsızlar rüyalarında uçabilir demişti ninesi. Ölene dek aynı rüyayı görebilmek için yeryüzünün en tatlı günahlarından kaçtı. Meselâ mahallenin bütün çocukları Sicimkuyruk lâkabıyla bilinen ama asıl adını hiçbir zaman öğrenemediği deli adamın bahçesinden kayısı çağlaları aşırırken, o başını kaldırıp ağaçlara bile bakmazdı. O yaşta gayet iyi bir günahtı çağla hırsızlığı. Ama yapmadı. Belli ki karşı dairede oturan komşusu yapmıştı. Hatta büyük ihtimalle ağaçların dibine işemişti ve pis elleriyle topladığı çağlaları düşleri kamaştıran bir hışırtıyla yemiş ve bu yüzden rüyasında hiç kuş olamamıştı. Sicimkuyruk’un bahçesine de işiyordu çocuklar. Kızlar birbirinin önüne geçerek gizlenmek eyleminin çok uzağına düşüp mahremiyet dikenlerine takılmış ve o zamanlardan bu zamanlara kadar şiddeti artarak devam etmiş bir rüzgârda şakır şakır dalgalanan eteklerini birbirlerine paravan yapmaya çalışıyorlardı. Erkek çocuklar ise hiç sakınmadan görüyordu işlerini. O… O ise rüyalarının hatırına dişini sıkıyordu. Hem o bahçede öyle iri fareler oluyordu ki tam işini göreceği sırada biri zıplayıp etini dişler diye canı patlasa da bahçeye işemiyordu. Eskiden can korkusu günah işlemekten böyle alıkoyuyordu insanı. Şimdiyse canı pahasına…
Görmüştü bir defasında. Komşusu kızını bahçeye işetmişti. Apartmanın bilmem kaçıncı katına kim çıkacaktı ki şimdi? Eski zamanlardan uçup gelen bir etek kumaşı gözlerini kapattı ve bakamadı küçük kıza. Ne var bunda diyen komşusunda bir değişiklik fark etti. Ön dişleri uzamıştı. Epeydir, özellikle gülerken –ki bu çok sık yaptığı bir şey değildi- ağzını kapatıyordu. Ama dişleri kemiksi kimliğini terk edip asitli bir sese dönüşmüş olacak ki ellerinin ardından görülebiliyordu. Hatta fazla lafa tutarsa damağını parçalayarak ağzından çıkacağa benziyordu.
“Dişlerin…”
“A evet, yeni yaptırıyorum”
“Neden?”
“Daha iyi yiyebilmek için”
Her akşam yediyi bir geçe siyah çöp poşetlerini koyuyordu komşusu. Her akşam içindeki merak daha çok artıyordu. Bir defasında küçük kız belirdi annesinin arkasında ve “Anne onlara gidebilir miyim?” dedi. Onların evinde böcek var diyerek korkutmuştu küçük kızını. Oysa asıl kendi evinde böcekler olmalıydı. Bu kadar çöp poşeti ancak şehir çöplüğünde birikmiş milyonlarca haşeratı saklıyor olabilirdi. Şehir, çöplerini muhtemelen onun evine boşaltıyordu. Yüzüne biraz dikkatli bakınca yanaklarında tüyler gördü. Gördüğünün komşusu tarafından fark edildiğini de gördü. Sorsa cevap alamazdı. Hatta belki “Daha iyi yabancılaşabilmek için” diye bir yanıtla karşılaşabilirdi. Ayaküstü daldığı bir düşte yine kuş olup gökyüzüne havalanır oradan komşusunun tüylene tüylene çöp poşetlerini karıştırdığını izleyebilirdi. Uzamış dişleri ile parçaladığı çöplerin arasından oraya buraya kaçışan böcekleri yakalayıp yediğini de görebilirdi. Günde en az üç kere fırçaladığı dişlerinin arasından tıslayarak çıkardığı birkaç sözcüğün kanayarak çenesine oradan göğsüne, daha sonra aşağılara, her geçen gün gözüne daha çok kısalıyormuş gibi görünen bacaklarına akabilirdi. Belki de misvak kullanmalıydı. O an büyükbabasını hatırladı. Bir karış sakalını ileri geri sallaya sallaya, cadı süpürgesine benzeyen misvağı ağzının içinde evire çevire dolandırmasını hatırladı. Çünkü büyükbabasının da dişleri böyle uzun ve ürkütücüydü. Çünkü o kötü bir adamdı. Çünkü kötü adamların kötü dişleri oluyordu ve hiçbir zaman rüyalarında uçamıyorlardı. Oysa kendisi büyükbabası gibi televizyonda kötü filmler izlemiyordu. Banyodan çıkan annesine gizlice bakmıyordu. Namaz kılarken Allah’tan başka bir şey düşünmüyordu. Annesinin memesini hatırlamıyordu. En son emzirirken göstermişti annesi ona memelerini. Bu yüzden onun misvak kullanmasına gerek yoktu. Ama bazı annelerin de misvak kullanması gerekiyordu. Çünkü emzirip büyüttüğü çocuklarını yiyorlardı. O da annesi tarafından çok kereler ısırılmış bir çocuktu.
Eren’in annesinin de dişleri uzamıştı işte böyle. Çöp poşetinden yerlere su akmasın diye altına gazete koyacakken ilk sayfada görmüştü Eren’le annesini. Kocaman harflerle gülüyordu Eren’in annesi. Gazetede en güzel sayfa ona ayrılmıştı. Annesi önce Eren’i yemiş sonra da kemiklerinden ev yapmıştı kendisine. O kocaman gülüp uzun dişlerini objektife doğru parlatırken ev arkasında Eren olup ağlıyor, “Birileri de Eren iyi ki varsın dese!” diyordu. O sırada karşıdaki kapı açılmıştı yine. Komşusu ne yazık ki yine karşılaştık diyen gözleriyle baktıktan sonra pantolonunun içine sıkıca tepiştirdiği bir şeyi el yordamıyla düzeltmeye çalışıyordu. Bu defa kısaldığı iyice belli olan bacaklarından birini öne doğru uzattı.
“Daha iyi koşabilmek için” dedi.
Günahkâr insanların ağzı, olası tüm sorulara verilecek bahanelerle doludur.
Komşusu kapıyı yine aynı minnetsizlik içinde kapatmak için döndüğünde dikişleri patlayan pantolonundan sarkan kuyruğu görünmüştü. Ama bu kez neyin göründüğünü bilmediğinden “Daha iyi” bir bahane bulmasına da gerek kalmamıştı. Çöpleri karıştırmaya o dakika karar vermişti. Bu büyük günahlara giriyor muydu acaba? Ya bir daha düşlerinde kuş olamazsa! Dahası, ya yeniden düş göremezse! Karşısı üç adım ya var ya yoktu. Çarçabuk bakabilirdi işte.
Önce geri dönüp kapıyı kapattı. Sonra gıcırdatmadan yeniden açtı. Karşı tarafın bunu duymaması için ayağına bir şey giymedi. Şu fotoselli merdiven lambasına nasıl çözüm bulacaktı ki? Kırsa olmaz, sökse olmaz. En iyisi kapıcıyı beklemeli sonra da konteynerden poşeti almalıydı. Tam geri dönerken asansörün kapısı açıldı ve kapıcı uzun, sararmış dişleriyle gülerek yaklaştı.
“Bir şey mi vardı efendim?”
“Önder, şu lamba çok fazla ışık veriyor onu bir halletsen. Ne bu böyle temmuz güneşi gibi tepemizde…”
Önder her kapıya kul olabilecek yapıda, omurgasız, seyrek saçlı, kavruk alnının tam orta yerinde bin tane pis fikirle dönen gözlerine baktıkça insanı rahatsız eden, evlat olsa sevilmeyecek tipte, üç kuruş için yalancı şahitlik yapacak tıynette bir adamdı. Diğer kapıcı ne kadar halim selim, ahlaklı, imanlı ise Önder o derece fitne, ahlaksız, dinle imanla işi olmayan biriydi. Yöneticinin gizli saklı işlerine yaradığı için, değil imza toplamak kararname çıkarttırsalar da göderilemiyordu apartmandan. Tipini görenin sadaka veresi gelirdi ama apartmanda çarşafla gezseler de Önder gözüyle soyardı kadınları. Hele bir defasında bu yüzden okkalı bir dayak da yemişti ama nafile. Yönetici yediği herzeleri Önderle temizlediği için arkasında duruyordu. Sahi Önder’in bu tipi ne içindi? Daha iyi sürünebilmek için mi? Daha iyi bayağılaşmak… Daha çabuk kirlenebilmek… Aslında çok net, insanlıktan daha iyi çıkmak içindi.
“Tamam efendim, hallederim. Şey efendim ben de size bir şey diyecektim. Siz bizim hanıma geçende bir etek vermişsiniz, ben de teşekkür etmek istedim. Ne diye zahmet ettiniz?”
Önder bu, yaralı parmağa bedava işemez. Merdiven lambasından durduk yere şikâyet edilmesinin Önder’deki karşılığı “Bir bok yiyeceksin belli ama beni görmeden olmaz” demek. İçeriden hemen bir paket makarna ve bir şişe de meyve suyu kapıp geldi. Haydi hallet bir ara şu işi, deyip kapıyı kapattı. Ardına yaslanıp Önder’in çöpleri almasını ve asansörün ta en alt kata inmesini dinledi. Hava biraz soğuktu. Siyah kabanını giyip siyah beresini başına geçirdi. Işık yansa da fark etmezdi çünkü burada işi yoktu. Ama ilerisi için bu ışığı muhakkak halletmesi gerekiyordu. Asansöre binince aynada yüzüne baktı. Ağzını açıp dişlerini birbirine çaktı. Hayır uzamamışlardı. Yanakları da tüylenmemişti. Demek ki hâlâ kuş olabilecekti.
Sokak oldukça sessizdi. Sessizlik tüm sessizliğini giyinmiş volta atıyordu. Akşamın ar perdesi gibi gerilip gökyüzüne serildiği zamanlardan biriydi. Böyle zamanlarda hep kötü işler yapılırdı. O da hayatında hiç olmazsa bir defa günah işlemek için akşamın koynuna girdi. Varsın bir daha uçamasındı; varsın kanatları kopsundu; varsın dişleri uzasın, bacakları kısalsın, kuyruğu çıksın ve vücudu habis tüylerle kaplansındı. Ellerinin titremesini hiçe sayarak uzandı konteynerin kapağına. Ama bir sürü siyah çöp poşeti vardı. Bir tek kendi poşetini tanıdı içlerinde. Diğer hepsi kocaman ve siyahtı. Bütün şehir aynı ebat ve renkte çöp poşeti kullanıyordu belli ki. Bunu nasıl fark etmemiş olabilirdi? Komşusuna ait olanı bulabilmek için tek tek hepsine bakması gerekiyordu. En üsttekinden başladı açmaya. Yüzüne küf kokulu tüyler uçuştu. Yeşilin taze kokusunu bilirdi de bu defaki ekşimiş, pörsümüş küf yeşili kokusuydu. Önce dişler çıktı poşetten. Hepsi uzun, kesici, sivri ve tehlikeliydi. İnsanlar dişlerini damaklarından hunharca koparıp atıyor olmalıydılar. Yerine gelen dişler yeniden uzuyor ve onlar da bıkıp usanmadan koparıyorlardı belli ki. Hepsi birbirindeki bu mucip evrimin farkındaysa ne diye yapıyorlardı ki bunu? Daha iyi sahte görünebilmek için mi? Devam etti karıştırmaya. Dergiler çıktı sonra. Kusursuz güzellik için ev yapımı krem tariflerinin, son moda ve dekoltesi bol iç çamaşır resimlerinin, ünlülerin aldatma hikâyelerinin bulunduğu dergiler… Oysa kendisi hep bulmaca ve kültür dergileri alırdı. Ama onlarda “Daha iyi fare olmanın yolları yazmıyordu. Şehir bir kemirgene dönüşen insanları bedenine doldurmuş, iğrenç bir vıcıltı içinde yaşıyordu ve o bunu şimdi akşamın bu kör karanlığında anlamaya başlamıştı. Başka bir poşetten samimiyetsiz merhabalar çıktı. Kiminin başı kopmuş, kiminin bağırsakları deşilmiş, kiminin beyni patlamış bir sürü merhaba… Etrafa iğrenç bir merhaba kokusu saçıldı. Başka bir poşetten ise kendi evine ait bazı fotoğraflar çıktı. Oysa evine giren çıkan pek yoktu. Kim çekmiş olabilirdi bu fotoğrafları? Bu nasıl bir evrimdi ki insanların gözlerinde mikro merak kameralar vardı? Banyosundaki kirli sepetinin bile fotoğrafı vardı içlerinde. Tencerelerinin, halılarının, konsolunun, perdelerinin hatta televizyonda izlediği programların… Evet, komşusunun poşetiydi bu. Evine en sık o gelmişti. Oysa o komşusunun evine dair tek bir ayrıntı bile hatırlamıyordu. Sadece küçük kızını çok iyi hatırlıyordu. Mercan gözlerini, minik ellerinin üzerindeki gamzeleri, peltek konuşmasını, mor botlarını, sırt çantasını ve “Bak sana resim çizdim” diyerek gösterdiği karalamaları. Karıştırdıkça böcekler çıktı sonra. Koşarsan seni böceklere veririm diyerek kızını tehdit ettiği böcekler olmalıydı bunlar. Küçük kızın çizdiği resimlerdeki karalamalara ne çok benziyorlardı. Bazı belgeler çıktı sonra. Bu belgelerde yazılanlara yabancı değildi. Sık sık komşu evin duvarlarında çınlayan sözlerdi bunlar. Özellikle de geceleri…
“Bu evi babam aldı, sen erkek misin?”
“Hafta sonu çocuğa sen bakacaksın benim bir randevum var!”
“Sen gidersen ben de giderim!”
“Sanki çok para kazanıyorsun da…”
“Bak çocuk da ağlıyor sustur şunu hiç uğraşamam!”
Daha fazla dayanamadı bu leş kokusuna. İnsanlar evrimleştikçe bir yılan gibi soyundukları geçmişini çöplere atıyorlardı ve bu yüzden kir göstermeyen en münasip renk siyahtı. Bağırmak istedi bağıramadı. Ağlamak istedi ağlayamadı. Koşarak apartmana girdi ve kendi dairesine çıktı. Komşusu alışılmışın dışında bir kez daha açtı kapıyı. Ev haliyle yakalanmış olmanın verdiği utançla kuyruğunu bir an nasıl saklayacağını bilemedi. İyi akşamlar dileyip kapıyı kapattı. O ise elini arkasına götürüp yokladı ve çok şükür, dedi. İçeri girdi, yürüdü, balkona çıktı. Şehre tepeden bakan evinin balkonunda demirlere çıkıp oturdu. Bir patırtı ile açılan kanatlarını gerip yükseldi. Çıktı çıktı çıktı… Yine aynı gözlerle aşağıdaki mavi boncuğu izlemeye başladı. Her yer kapanlarla doluydu. Her sokak başında çöpleri karıştıran bir insan vardı. Göğü parçalayan bir çığlık atmasıyla çöplerin başındaki insanların da sert patırtılarla kanatlanıp göğe yükselmeleri bir oldu. Göğün ar perdesini yırtarak arşın rahmine karıştılar. Yeryüzünde bunca fare ve kapan arasında yaşanmazdı.
(12 Kasım 2018)