Aziz okuyucularım, “Nerden çıktı bu tahin helvası?” diyeceksiniz. Bu adı taşıyan yazının, çok sevdiğim yazarı rahmetli Ragıp Akyavaş Hoca da okuyucularına yıllar önce böyle seslenmişti.. Evet, nerden çıkmıştı bu tahin helvası? Bu tahin helvası, doğduğum, büyüdüğüm, acı tatlı unutulması imkânsız yıllar ve günler geçirdiğim Kadıköyü’mün yakın tarihinden çıkmış, hadisenin kahramanını gören, onun elini öpmek gibi bir şansa da ulaşmış olan yazarımızın, Ragıp Akyavaş Hoca’nın kaleminden de günümüze ulaşmıştı.
Çok kirlenmiş bir siyasetin mide bulandıran havasından bunalmış Kadıköy sevdalılarını da ferahlatmak, o güzel köyümün yakın geçmişine götürmek için seçtiğim bu yazı umarım sizleri de içinde bulunduğunuz günlerden biraz olsun uzaklaştırır, belki biraz da tebessüm ettirebilir
“Hindenburg ve tahin helvası? Ne münasebet diyeceksiniz. Arabın dediği gibi eyne sakal, eyne selânik… Resimli bir Avrupa mecmuasında gördüm, Eski muharipler Hindenburg için bir ihtifal yapmışlar. Tedai buradan hâsıl oldu. Kadıköyü’nde bir Helvacı Ahmed Ağamız vardı. Ahmed Ağa servi boylu bir adamdı. Diyebilirim ki, Türk soyunun en güzel nümûnelerinden biriydi. Tiril tiril gömleği, cepkeni, kumaş şalvarı ayağında, Trablus kuşağı belinde, tertemiz. Kaloş kunduraları gıcı gıcır… Emsali gibi sakal bırakması lâzım gelirken inadına traşlı. Ama traş olması da bir an’anenin devamı sayılırdı, çünkü Ahmed Ağa, sarayda hamlacılıktan yetişmeydi.
Hamlacı nedir diyeceksiniz. Hamlacı Hünkâr kayığında kürek çekenlere denir. Bu sebeple bunların namuslu, emniyetli. kimselerden, uzun tecrübe görmüşlerden olması gerekirdi. Osmanlı Sarayında bu bir meratip silsilesi teşkil ederdi. Gelişigüzel kişiler hamlacı olamazlardı. Ancak dokuz derece üzerine mürettep bostancıların sonuncu derecesine yükselmiş olanlar hamlacı olurlardı. Bunların başında bulunan zâta hamlacıbaşı derlerdi. Tanzimattan sonra bostancılık lâğvedilmiş, fakat hamlacılık ikbâ edilmişti.
Benim yetiştiğim ve görüştüğün son hamlacıbaşı Yakup Ağa idi. Hünkâr kayığında vazife alan hamlacıların adedi 9 çifteden 20 çifteye kadar çıkardı. Hamlacıbaşı kayığın baş tarafında el pençe dîvan durur ve hamlacıların kürek çekmelerini tanzim eder, tempoyu bozmamalarına, kürekleri bir anda suya daldırıp çıkarmalarına dikkat eder. Bostancıbaşı ise kıçta ve ayakta dümen tutar.
Bu hamlacılar umumiyetle Kastamonulu olurlar. Hâlbuki bu diyarın çocukları gemiyi duvarda, suyu bardakta görürler ama sonra İstanbul’a gelince deniz kurdu olurlar. İstanbul’da gördüğünüz mavnacıların, sandalcıların çoğu hep Kastomonulu, Çankırılıdır. Bugün dahi Haydarpaşa garı ile Kadıköy iskelesi arasında yolcu götürüp getiren kayıkçılar kırk kişi olup hepsi de Çankırılıdır. Yamandır bu sepetçioğulları vesselâm… Ahmed Ağa bu hamlacılardan imiş. Kimbilir ne yakışıklı delikanlıydı o zaman. Ahmed Ağa üç padişaha hizmet etmiş. Sultan Aziz’in tahtından indirildiğinde, Beşinci Murad’ı Dolmabahçe’den Topkapı Sarayı’na getirmiş. O kayıkta hamla etmiş. Sultan Hamid tahtından indirilince Ahmed Ağa da zamanın avurduna zavurduna eyvallah diyememiş, müşîrden yâver gören Ahmed Ağa binbaşı Remzi Bey’in cakasına tahammül edememiş. Postu sermiş Kadıköyü’ndeki baba ocağı helvacı dükkânına… Helvacılık sanatı Kastomonu uşaklarının ecdat sanatıdır. Şekercilik de öyle. En iyi helvacı Devrekâni’de, en nefis şeker yapanlar da Safranbolu da yetişir. Ne ince uşaklardır onlar… O canım tahin helvasını, mis gibi lâtilokumları, damağı tatlandıran akide şekerlerini o nefasette başka kim yaratabilir? Belki yapanlar bulunur ama her kadın sakız çiğner, lâkin Kürt kızı gibi çatlatamaz. Bunların pîri kuvvetlidir. Hz. Peygamberin ashabından Selman-i Pâk peştemal kuşatmış derler.
İşte bu Ahmed Ağa, bu ince ve pürmarifet insanlardan biriydi. Osmanağa Camii’nin hemen iki üç adım ilerisindeki dükkânında hususi bir köşesi vardı. Levhası da başucunda “Her seherde açılır dükkânımız- Hazret-i Selman-i Pâk’tır Pirimiz üstâdımız”… Eski hamlacı camekânın arkasından geleni geçeni seyreder. Sabahları hatim sürer, ezanı işitince evvelâ boynunda asılı ve ağır bir zincirin ucunda takılı yassı kadayıfı büyüklüğündeki Piryol marka saatını ayar eder, kollarını sıvar, abdestini alır ve cemaate yetişirdi. Az güler tatlı konuşurdu. Evinde hazırlanan öğle yemeğini çıraklarıyla birlikte dükkânda ve kazan başında yerdi. Eşsiz ses sanatkârımız Münir Nureddin’nin rahmetli babası Nureddin Bey saydığı sevdiği ahbaplarındaydı.
Günün birinde Cihan Harbi patladı. Mısır alındı verildi derken Çanakkale zorlanmaya başladı. Ben o sırada Süveyş Kanalını geçerken aldığım yaradan dolayı tebdîl-i havalı olarak İstanbul’da bulunuyordum. Hiç unutmam, geldiğimin ertesi günü merhum babam: “ Aman oğlum Ahmed Ağa’nın elini öpmeyi unutma sonra bize kırılır” diye sıkı sıkı tembih etmişti. Ahmed Ağa’ya Tih Sahrasını nasıl aştığımızı, tombazlarla kanalı geçerken neler oup bittiğini anlattıkça ihtiyar arslan heyecanından hop oturup hop kalkardı. Yaşı müsâit olsa mavzeri omuzlayacaktı haniya… Top patlar da o alâkasız kalır mıydı hiç? Ahmed Ağa vaktiyle Gâzi Edhem Paşa ordusu ile Dömeke’de Prens Kostantin’nin askerleri ile dövüşmüş insandı. O cenge Daday redif taburu ile iştirak ettiğini söylerdi.
Kadıköy sokaklarından tabur tabur askerlerin Çanakkale’ye doğru geçtiğini görünce gözleri yaşarır: “Evlât, dükkânda oturmaya utanıyorum” derdi. Ahmed Ağa bir gün heyecanla sokağa uğrar, eşinin dostunun boynuna sarılır. Amanın ihtiyar acaba oynattı mı derken iş anlaşılır. Meğerse Hindenburg’un kazandığı zaferi tebrik ediyormuş. İhtiyar Mareşal Çar ordularını Mazuri bataklıklarına gömüp mahv ü perişan etmişti. Onun ecdadı da 1677’ den Romanof hânedanının son mümessili ikinci Nikola’ya gelinceye kadar iki yüz elli yıl içinde tam ön üç defa bu dev düşmanla çarpışmamış mıydı? Bu hadise karşısında elbette ayranı kabaracaktı.
Mareşal’in dolayısıyla kendisinin sayılan zaferi için elli kiloluk bir tahin helvası sandığını Alman karargâh-ı umûmisine gönderir. “Mareşalim! Türk’ün bu masum hediyesini lütfen kabul et, ikinci zafer için sana kuvvet verir.” der. İhtiyar Mareşal ömründe yemediği, ismini bile işitmediği bu Türk tatlısına bayılır. Bir kısmını mübarek midesine göçürür, bir kısmını da boğazından geçmediği için memleketine çoluğuna çocuğuna gönderir. Hatta karargâhta akşam sofrasında bulunan imparatoruna da ikram etmeyi unutmaz.
Hindenburg Ahmed Ağa’ya güzel bir teşekkür mektubu yazar, bilmukabele bir altın sigara tabakası ve ayrıca imzalı resmini hediye eder. Ahmed Ağa hiç durur mu? Mektup ile resmi olduğu gibi camekân’ın sokaktan görülecek bir yerine itina ile asar ve harbin sonuna kadar bu resmi sonsuz bir iftihar ve hayranlıkla temâşâya koyulur. Akranı olanlar “Ağa bir zamanlar Sultan Abdülaziz’e hamlacıbaşılık ettin, Şimdi de Hindenburg’a helvacıbaşı oldun” diye takılırlardı, o da keyfinden kıs kıs gülerdi. Şaka değil Hindenburg’un Helvacısı!
Derken İstanbul’un ufuklarına karanlıklar çöktü, o meş’um mütareke geldi çattı. Kırk yıldır hasretmişler gibi alelacele İngiliz polis elbisesi giyen bizim ahbarlar tarafından Ahmed Ağa’nın evi basılır, sandığı sepeti aranır taranır ve en nihayet Alman casusu damgası yapıştırılır. Cürüm delili müthiş: mektup ve fotoğraf! Hindenburg’un dostu palas pandıras hapse gönderilir. Gerçi onlar da Ağa’nın masum olduğunu bilirler, bilirlerdi ama ne denir? Zavallı bu yüzden hayli çile çekti. Sonra yakasını kurtardı, dükkânına döndü. Sakarya’dan doğacak güneşi bekledi.”
Osmanağa Camii’nin iki üç adım ötesi… Ahmed Ağa’nın Helvacı dükkânı… ayaklarımızın sık sık uğradığı yerlerden biri… Onu hiç olmazsa bir fatiha ile selâmlayalım ve analım. Ragıp Akyavaş Hoca’yı da…