Fahr-i Kâinât Efendimiz, Hicret’in on birinci yılının Safer ayının son gecesi, çarşamba günü Bakî Kabristanı’nı ziyâret edip eve döndükten sonra; hafif kırıklıkla başlayan, ateş ve baş ağrısıyla devam eden bir rahatsızlığa tutulmuştu… Ve Allah Resûlü(s.a.v.)’nün, hastalığıyla vefâtının arası tam “13 gün” sürmüştü.[1]
Hastalığın şiddeti 5. günden sonra gittikçe artmıştı. Yüksek ateş ve baş ağrısı O “Gül”ü çok halsiz ve yorgun bırakmıştı. Bunun üzerine Allah Resûlü (s.a.v.) zevcelerini yanına çağırdı ve hastalığını Hz. Âişe (r.anha) Vâlidemiz’in evinde geçirmek için onlardan izin istedi ve helâllik diledi. Ve vefâtına kadar Hz. Âişe (r.anha) Vâlidemiz’in odasında kaldı.[2]
Allah Resûlü(s.a.v.)’nün hastalığı çok ağır geçiyor, zaman zaman baş ağrısı çok şiddetlenip dayanılmaz bir hâl alıyor ve ateşi aşırı derecede yükseliyordu. Efendimiz; “Bizim hastalığımız herkesten daha şiddetli ve daha ziyâde olur. Fakat buna mukâbil kazandığımız sevap ve mükâfat da o nispette fazla olur.”[3] diyor ve “Hastalığa tutulan hiçbir Müslüman yoktur ki, Allah (c.c.) onun kusur ve günahlarını, ağacın yapraklarının döküldüğü gibi, dökmesin.”[4] diye buyuruyordu.
Peygamber Efendimiz(s.a.v.)’in dûçâr olduğu humma hastalığı gittikçe ilerliyor, ateşi çok yükselince muazzez başlarına güğüm güğüm su dökülüyor, harâretten kavrulan mübârek elleri su dolu bir leğene sokuluyordu. Hastalık O’nun mübârek bedenlerini damla damla eritmesine rağmen; vahyi tebliğ eden dudaklarda, duâlar eşliğinde tebessüm çiçekleri açmaya devam ediyordu. Sahâbi Efendilerimiz dört büklüm olmuş hüngür hüngür ağlıyor, yer-gök hıçkırıyor, semâya hüzün yüklü duygular aksediyordu…
Allah Resûlü (s.a.v.), sahâbîlerin bu hâlinden haberdâr olunca; ateşini düşürmek için biraz su dökünüp rahatladıktan sonra, büyük bir ridâya bürünüyor, mübârek başlarını boz bir sarıkla sıkıca sarıp, Hz. Ali (r.a.) ve Fadl İbn-i Abbas(r.a.)’a dayanarak Mescid’e geliyordu. Minberin ilk basamaklarına çıkarak Kelime-i Şahâdet getiriyor, Allah(c.c.)’a hamd ü senâ ediyor ve her zaman yaptığı gibi Uhud Günü şehit düşen Müslümanlar için Allah(c.c.)’tan mağfiret diledikten sonra Ashâb-ı Kirâm’a hitâben: “Ey İnsanlar! Bana denildi ki, siz, Peygamberinizin öleceğinden korkuyormuşsunuz!.. Benden evvelkilerden kimse kaldı mı ki, ben kalayım? Biliniz ki, ben; Rabbime kavuşacağım; O’na siz de kavuşacaksınız… Muhakkak ki bütün işler Yüce Allah(c.c.)’ın izni ile cereyân eder.”[5] buyurup, Ensâr ve Muhâcirîne va’z-ı nasîhatte bulunuyordu…
Ve son olarak da Ashâbına; “Allah (c.c.), kullarından birini, dünya ile kendi arasında tercih yapmakta muhayyer kıldı. O da Allah(c.c.)’ı seçti.” diye buyuruyordu… Bu sözleri duyan, Peygamberimiz(s.a.v.)’in kendisinden bahsettiğini anlayan Hz. Ebû Bekir (r.a.) yaralı bir ceylan gibi inliyor; “Anam, babam Sana fedâ olsun! Yâ Resûlallah! Sana babalarımızı, analarımızı, canlarımızı, mallarımızı, evlâtlarımız fedâ ederiz.” diyor ve hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.[6] O “Gül” de, “Eğer Rabbimden başka, insanlardan dost tutmuş olsaydım, muhakkak ki, Ebû Bekir’i dost tutardım! Fakat İslâm kardeşliği daha üstündür.” dedikten sonra; “Şu Mescid’e açılan kapıları kapatınız! Yalnız Ebû Bekir’in kapısı açık kalsın.” diyordu… Bilâhare, Ashâbla helâlleşiyor, onlara duâ ve nasîhat ettikten sonra yüzü solgun ve bitkin halde Mescid-i Nebevî’den çıkıp tekrar Hz. Âişe (r.anha) Vâlidemiz’in odasına dönüyordu.[7]
Allah Resûlü (s.a.v.), vefâtına üç gün kala hastalığı çok ağırlaştığı için, Mescid’e çıkamıyor, cemaâte namaz kıldıramıyor;“Ebû Bekir’e söyleyin de, insanlara namazı o kıldırsın!”[8] diye emir buyuruyor ve imâmet vazîfesiyle Hz. Ebû Bekir(r.a.)’i görevlendiriyordu…
Ve son gün…
8 Haziran 632…
Efendimiz Aleyhisselâtü Vesselâm; Pazartesi sabahı kendilerini iyi hissederek Mescid’e geldiler ve Hz. Ebû Bekir(r.a.)’in ardında saf tutup namazlarını edâ ettiler, mütebessim bir çehreyle Hz. Âişe(r.anha)’nin odasına gittiler.
Bir süre sonra Peygamber Efendimiz(s.a.v.)’in rahatsızlığı yeniden şiddetlendi ve ateşi çok yükseldi… Ömür bahçesinde, ölüm nağmesini terennüm eden rüzgâr sesleri artık âşikâr olarak duyuluyordu… Hastalığının 13. gününde gönülleri târifsiz bir acı ve hüzün kaplıyor, artık ayrılık vakti geliyor ve hicran oku sîneleri deliyordu… Hasret, hicran, muhabbet, kahır, elem ve mâtem medd ü cezrinde gidip gelen duygular gönülleri kanatıyordu… Gurûbun dudaklarında hüzünlü bir mersiye vardı… Zaman, mekân, âsuman ve ehl-i îman ağlıyordu… Kâinât ve mükevvenâtın kalbine bir ateş düşmüş, yanıyordu… Mescîd-i Harâm, Ravza-i Mutahhara ve Beytü’l-Makdis’in yüreği kanıyordu… Mescid, minber ve mihrâb O’nun muazzez hâtırâlarını anıyordu… Ehl-i Beyt, Ezvâc-ı Tâhire, Hulefâ-yi Râşidîn, Sahâbe-i Kirâm ve bütün Müslümanlar ağlıyordu… Mâteme bürünen Medîne, feryâd ü figan ve hıçkırıktan sarsılıyordu… Yüreklere hapsedilemeyen hıçkırıklar semâya yükseliyor, semâyı dolduran hıçkırıklar yere düşerken gözyaşı oluyordu… Sanki Yunus Emre’nin;
“Sensiz cânı neylerim,
Bu cihânı neylerim,
Binlerce derdim olsa,
Ben dermânı neylerim”
dizeleri Ashâbın hâlet-i rûhiyesini anlatıyordu… Eşi ve benzeri olmayan 63 yıllık muazzez ve mübârek bir ömür, dünyayı teşrif buyurdukları ayda hitâma eriyor, bu fânî âleme yine bir Pazartesi günü elvedâ diyor, “Allahümme fi’r-Refîkı’l-Â’lâ”[9] (Allah’ım! Beni Refîk-ı Â’lâ’ya ulaştır) duâsıyla Hakk’a yürüyordu… Işığını, “Sonsuz Nûr”dan alan güneş de gurûb ediyor, çöller kaynıyor, ufuklar kanıyor, gökyüzü kararıyor ve tarihler 8 Haziran 632’yi gösteriyordu…
“Gül” aşkıyla alev alev yanan yüreklerden süzülüp gelen, ifâde edilemeyip boğazda düğümlenen ve gözyaşına dönüşen duygularını, o günden bugüne bütün Ümmet-i Muhammed, Yaman Dede’nin;
“Gül açmaz, çağlayan akmaz, İlâhî nûrun olmazsa,
Söner âlem, nefes kalmaz, felek manzûrun olmazsa,
Fîrak ağlar, visâl ağlar, ezel mestûrun olmazsa
Cemâlinle ferahnâk et ki yandım Yâ Rasûlallah”[10]
dizeleriyle terennüm ediyordu…
Ve Allah Resûlü(s.a.v.)’nün ondört asır öncesinden “Kardeşlerim!” diye hitap edip, onlara dünyadaki en büyük şeref pâyelerinden birisini bahşettiği “Gül” Yetimleri’nin; “Gül”ün, “Refîk-ı Â’lâ”ya vuslatını yâd ettikçe göz pınarlarından süzülen hissiyâtını da bir başka şâirimiz “Hazret-i Peygamber’in Vefâtı” adlı şiirinde şu içli dizelerle dile getiriyordu:
“Yok mu, Ey Yolcu, bu yoldan dönmek;
Yeniden Refref’e binmek yok mu?
Göğe çıktın yine… lâkin, bu sefer,
Yâ Muhammed, yere inmek yok mu:
Seni görmekte gecikmişleri de
Gelip, eshâbın edinmek yok mu?
Ağlıyor, ağlıyoruz ardından…
Bu sıcak yaşlara dinmek yok mu?
Varmış Ukbâ’da buluşmak… Ammâ
Bize dünyâda sevinmek yok mu:
Seni görmekte gecikmişleri de
Gelip, eshâbın edinmek yok mu?”[11]
Essalâtü ve’s selâmü aleyke Yâ Resûlallah!
Essalâtü ve’s selâmü aleyke Yâ Habîballah!
Essalâtü ve’s selâmü aleyke Yâ Seyyide’l-evvelîne ve’l-âhirîn!
Vel hamdü lillâhi Rabbi’l-âlemîn!.. Âmîn!..
Dr. Mehmet GÜNEŞ
[1] M. Âsım Köksal, İslâm Tarihi Medîne Devri, XI, 24
[2] Hanbel, Müsned, VI, 34-38
[3] İbn-i Sa’d, Et-Tabakâtü’l-Kübrâ, VIII, 314
[4] Buhârî, Sahîh-i Buhârî Muhtasarı, VII, 3
[5] Buhârî, Salât 80
[6] M. Âsım Köksal, a.g.e., XI, 31-36
[7] M. Âsım Köksal, a.g.e., 37-40
[8] İbn-i Sa’d, Et-Tabakâtü’l-Kübrâ, II, 217; Buhârî, Sahîh-i Buhârî Muhtasarı, I, 165
[9] İbn-i Sa’d, Et-Tabakâtü’l-Kübrâ, II, 211; Hanbel, Müsned, VI, 120
[10] Yaman Dede, Dahîlek Yâ Resûlallah, A. Budak & A. Belbağı, Kâinâtın Efendisi’ne Na’t Antolojisi, 156-157
[11] Ârif Nihat Asya, Duâlar ve Âminler, Hazret-i Peygamber’in Vefâtı, 78