İnsanın kültürünün temelinde anadili vardır. Anadilini iyi bilmeyen, aydın olabilir mi?
Yaklaşık iki yüz yıldır ağır baskısı altında kaldığımız, asker işgalinden çok daha tehlikeli olan kültür istilâsı yüzünden bocalayan diplomalılarımız elinde dilimiz perişan hâle gelmiş, bu konuda, halk da onların ardınca gitmiştir. Konuyu birkaç misalle açalım:
Aydın kabul edilenlerimizin çoğu, Dîvân-ı Lügâti’t Türkün 11. Yüzyılda yazılmış olduğunu ortaöğretimde okumuştur ama, aynı yüzyılda, günümüzdeki gelişmiş Batı dillerinin dilbilgisinin, sözlüğünün yazılmamış olduğunun farkında değildir; böyle bir karşılaştırma da aklına gelmez. Türkçede on, yüz, bin kelimelerinden başka , tümen (on bin) kelimesi kullanılırken, Frenk çoban, 80 domuzu saymağa akıl gücü yetmiyor olacak ki, onları 4 öbeğe ayırarak dört yirmi (katr ven quatr vignyt) diyordu. Sayı 90 olunca da dört yirmiye on ekleniyordu (günümüzde de öyle derler.) Sayı 91 olunca da : katr ven diz ön (dört yirmi on bir) oluyor!
Bunların farkında olan, târih bilinci sâhibi bir Türk, dilini Fransızcaya benzetmeye çalışmak gibi, aşağılık duygusu ürünü olarak ortaya çıkan okul (okumakla ilgisi yok; ecole’den bozma), üniversel, evsel,, nesnesel, kural, toplumsal, parasal, karasal, fiziksel, kimyasal, tarımsal, onursal gibi sözleri kullanır mı? Gerçekten de bu durum; Türkçeyi ‘sala koyup sele vermek’ değil midir?
-sel, -sal uydurma ekleri, dilimizde 1000 yıldanberi kullanılagelen, ismin sonuna eklenerek âidiyet, mensubiyet gösteren -î (nisbet yê’si) yerine, bilinç ve zevk fukarası zihniyetçe tedâvüle sokulmuştur. O 1000 yıl içindeki 15.16. 17. Yüzyıllarda biz üstündük; 18. Yüzyılda, Amerika’lı denizciler (1776 da İngiliz sömürgesi olmaktan kurtulmuş olarak) Akdeniz’e girmek için, Osmanlı’nın Cezâyir Ocağı’na haraç veriyordu.
Türkçemizde kumsal, yimsel, uysal gibi birkaç kelime vardır ama, bunlar âidiyet, nisbet belirtmez: kumsal; ‘kuma âid, kumla ilgili’ demek değildir, kumlu yer, toprağının üstünde bolca kum bulunan yer demektir. Yimsel, ‘yemeğe âid, yemekle ilgili’ değil, yemeğe uygun, yenilebilir demektir.
Uydurma, ‘aşağılık duygusu kokan’ -sel, -sal eklerine karşılık bulmak gerekiyorsa. Türkçede bunun karşılığının liğ, lığ olduğu anlaşılıyor. Âhirete göçmüş bir Müslüman için rahmet dilemek istediğimizde, onu rahmet’e nisbet ederek, onun rahmet’e âid olduğunu belirtmek üzere, onun, rahmet içinde olduğunu varsayarak rahmetli veya rahmetlik diye söz ederiz (ğ düşüyor veya k oluyor), rahmetsel demeyiz.
Çin ülkesinden biri için, ‘Çin’e mensup manâsında Çinli deriz (Çinsel değil!). Aynı şekilde Yunanlı, Pakistanlı, Hintli deriz. Arnavutların yaşadığı ülke, Arnavutların ülkesi, Arnavutluktur.
Bizim diplomalılarımızın çoğu, Türkçe düşünmeyi unuttuklarından, biraz dikkat ederek doğru söyleyecekleri şeyleri, işin kolayına kaçarak, alışkanlığa yenilerek yanlış söylemektedirler:
Kırlık alan, kırlık yer, kır yeri, kır alanı diyeceklerine kırsal alan derler.
Kır gezisi veya kır gezintisi, Türkçeye saygısızların dilinde piknik olmuştur, öyle deyince daha bir Avrupa’lı (niçin Avrupasal demezler ki?!!) oluyorlar herhâlde.
Şenlik de festival oluyor tabiî.
***
Önce dilimizin gücüne güvenmek, sonra da işin kolayına kaçmadan, bu uydurma ek’ten kurtulmanın yolunu aramak gerekir. Birkaç misâl verelim:
evsel atık: ev atığı
medikal kontrol: tıbbî denetim
çevresel bilinç: çevre bilinci
tarımsal ürün: tarım ürünü
küresel ısınma: dünyanın ısınması, yaygın ısınma
bitkisel yağ: bitki yağı
parasal işler: para işleri … gibi
askerî hastane, yerine, çok şükür, asker hastanesi deniliyor (Haydarpaşa’da), askersel hastane denilmiyor.
Aslında, -sel, -sal kullananlar, Türkçe düşünmüyor, Türkçenin Osmanlılar çağındaki eski şekliyle, farkına varmadan, Osmanlıca düşünüyorlar ve Osmanlı çağında kullanılan -î ekinin ‘batılılaşmış’ biçimini ortaya koyuyorlar. Osmanlı, leylî mektep diyordu, yâni yatılı mektep (okul); gecesel okul değil!
***
İşin özü şudur: Türkçede Sıfat Tamlaması (maddî durum, mâlî durum, askerî hastane, gibi) yerine, İsim Tamlaması kullanılır, dilin yapısı öyledir: madde durumu, mal durumu, asker hastanesi, gibi.
Sözün kısası, Türkçe düşünmeğe alışmak gerekir; bu iş, tabiî, gayret ister, düşünmek ister. ‘Aydın’ olmak da ‘sâdece ‘diploma sâhibi olmak’ değildir. Çaba, okuma, düşünme ve bilinç gerektirir.
***
Diğer çok mühim bir konu da Türkçe söylemektir. Türk nasıl söylüyorsa, onun gibi söylemek gerektir. Başka dillerde bu inceliğin olduğunu sanmıyorum; Türkçe konuşmak denir; ‘Türk diliyle konuşmak’ değil; yâni, Türkçe konuşmak : ‘Türk gibi konuşmak’, ‘Türk nasıl konuşuyorsa ÖYLE konuşmak’, ‘Türk’e yaraşır biçimde konuşmak’ demektir. Bu konuda, ‘yabancı dil öğreneyim’ sevdasıyla o dilin konuşulduğu ülkede bir müddet kalıp onun câzibesine kapılan, kendini koyuverdiği anlaşılan bâzı tv sunucularının, yüzlerini göstermeğe yüzleri olmadığın farkederek sâdece kelimeleri söyledikleri görülüyor; muhafazakâr denilen kanalda bile var: zavallı, yabancı dil öğreneceğim derken Türkçeyi kaybetmiş: Türkçe konuşmuyorlar; Türk dilindeki kelimeleri İngilizce intonationla (cümle mûsikıysıyla) sıralıyorlar: mide bulantısı! ve … büyük acı, hüzün!
O zavallılara yazık, dahası, tv. lerde o çeşit konuşmalardan etkilenecek çocuklara, gençlere yazık!
Türkçeleri düzelinceye dek izinli sayılsalar yeridir.
***