Son yıllarda, önemli bir kısmı Lozan’ı lâyıkıyla değerlendirebilecek durumda olması gereken pek çok insanın, giderek daha da şeditleşen bir tavır içinde, Lozan Antlaşması ve bu Antlaşmayı imzalayan târihî şahsiyetler hakkında ileri-geri konuştuğu/yazdığı görülüyor. Bilgisizlikten ziyâde hakkaniyetsizlik olarak değerlendirilebilecek bu duruma üzülmemek elde değil.
Soy-sop meselesi ve başka sebeplerle Türk Milletine karşı husûmet besleyen, Türk Milletinin düşmanlarına hizmet etmeyi kendisi için meslek edinen, -Rahmetli Atila İLHAN’ın deyimiyle- “Batı’nın gönüllü ajanlığına soyunan” kişilerin “eleştiri ya da bilimsel çalışma görüntüsü altında” yaptıkları ithamları önemsemiyoruz. Bunlar, tıynetlerinin gereğini yapıyorlar. Fakat, iyi niyetinden şüphe etmediğimiz hâlde, bâzı dostlarımızın, ideolojik saplantıları sebebiyle, araştırma/soruşturma gereği duymadan, hakkaniyetli olmak lüzumunu hissetmeden, başta Gâzi Mustafa Kemál ATATÜRK ve İsmet İnönü olmak üzere, ömürlerini bu vatan için hasretmiş, bütün ömürlerini kelle koltukta cepheden cepheye koşarak geçirmiş, Türk Milleti’nin yeniden târihteki görkemli konumu ile mütenâsip bir duruma yükselebilmesi için köklü reformlar/ıslahatlar yapmaya çalışmış, bize cumhûriyeti ve üzerinde huzur ve barış içinde yaşayabileceğimiz bir vatanı armağan etmiş insanlara karşı ortaya koydukları bu vefâsızlığı, kadirbilmezliği kabûllenemiyorum; “boynuzlu keçiye boynuzsuz keçinin hesabının sorulacağı” o kaçınılmaz hesap gününe inandığını söyleyen, dolayısıyla “Bana kul hakkı ile gelmeyin” diyen Rabbinin bu kesin emrine uymak konusunda herkesten fazla titizlik göstermesi gerekenlerin bu duyarsız ve sorumsuz tutumuna bir anlam veremiyorum.
Bu arkadaşlara sormak isterim;
Muhteremler;
Sevr’i yırtıp atan, onca yokluğun ve ümitsizliğin içerisinde millî mücâdeleyi gerçekleştiren insanlar, bizden daha mı az vatanseverdi?
Bu eli öpülesi insanlar, sınırlarımızın dışında kalan millettaşlarımız ve vatan toprakları için bizden daha mı az üzülüyorlardı?
Lozan’da, muhataplarımız, Kerkük ve benzeri konulardaki taleplerimizi kesin olarak red ettiklerinde, savaşı sürdürebilecek imkânlara sâhip miydik?
Millî Mücâdeleyi gerçekleştiren ve Cumhuriyeti kuran bu aziz insanlar, Hatay konusunda olduğu gibi, önce “kurtarabildiklerimizi kurtaralım, kendimizi toparlayalım, yeterince güçlendiğimizde, kalan hesapları görelim” diye düşünmüş olabilirler mi?
Onca imkânsızlık içinde, son mermilerimizi de kullanarak Lozan’da masaya oturmuş iken, içinde bulunduğumuz olumsuz şartlara rağmen, bütün taleplerimizde ısrarlı olarak, kazanılanları da riske atmak, akılcı ve sorumlu bir politika olur muydu?
Memleketin bütün kaynakları tükenmişti. En çok da insan kaynağı… Büyüklerimiz anlatırdı; Meselâ, bizim memleketimizde (Tosya/Kastamonu), neredeyse hiç erkek kalmamış. Eli silâh tutan hemen herkes askere alınmış. Rahmetli ebem, “Artık örtünmeyi bırakmıştık oğul. Şehirde, yalnız uşaklar (küçük erkek çocuklar) ve kocamışlar kaldıydı.” diye sık sık anlatırdı. Rahmetli dedelerimden birisi tam 23 yıl, diğeri tam 25 yıl askerlik yapmış. Neredeyse bütün faydalı ömürlerini cephede/askerde geçirmişler. 15 yaşına giren gençler hemen askere alınıyor. Dolayısıyla, ne meslek edinebiliyor, ne yuva kurabiliyorlar. Nüfus, savaşlar, katliamlar, salgın hastalık ve kıtlıklar yüzünden, sürekli kırılıyor, azalıyor. Cumhûriyetin ilk yıllarına ilişkin hâtıralarını yazan bir doktor; “Bulunduğum yerde, insanların % 80’i hasta. Ağır hastalara yardım edecek, durumu biraz daha iyi bir insan bile bulamıyorum. İnsanlar yerlerde salkım saçak yatıyor. Ve ben, çaresizlik içinde oradan oraya koşuşturuyorum.” diye yazıyordu. Çalışabilir nüfusun büyük bir kısmı cephelerde kalmış, geri dönmemiş. Dönenlerin çoğu sakatlanmış; kolu-bacağı ya da gözü yok. Çalışabilecek durumda değil. Geride kalanlar, açlık ve bakımsızlıktan bir deri bir kemik kalmışlar. Âdetâ, kavrulmuşlar. O yıllara ilişkin resimlerde görüyoruz, herkes âdetâ kömür karası. Bu, büyük ölçüde yetersiz ve sağlıksız beslenmeden kaynaklanıyor. Üstelik çoğunluğu, sıtma, trahoma, verem vb. hastalıklardan mustarip. Nüfusun neredeyse yarısı bir ya da birden çok hastalıkla pençeleşiyor. Bâzı yerlerde bu oran % 80’lere ulaşıyor.
Ülkede trenleri işletecek makinist dahi yok.
Yokluk o seviyedeki, yaygın kanaatin aksine, Türkiye, Yunanistan’dan gelen “mübâdele” teklifini kesin olarak reddediyor. Hattâ bu yüzden “savaşla” tehdit ediliyor. Türkiye bu teklife karşı çıkıyor, çünkü Rumeli’nin boşalmasını istemiyor. Bir diğer sebebi ise, Türk çocukları yaklaşık 100 yıldan buyana o cepheden bu cepheye koşmak zorunda kaldıkları için, sanat erbabının tamâmına yakını yerli Rumlardan oluşuyor. Devlet, “bunlar da giderse, çalışacak, vergi verecek, sanayi ve ticâreti yürütecek insan kalmayacak” diye endişeleniyor.
Evet, ülkenin o yıllarda içinde bulunduğu müşkîl vaziyeti ortaya koymak için daha pek çok misál vermek mümkûnse de, gerek olduğunu sanmıyorum.
Hâsılı, Millî Mücâdeleyi gerçekleştirerek Cumhûriyeti kuranların, Lozan’da bâzı konularda bizi tatmin edecek ölçüde ısrarlı davranmamaları, bu sebeplerden kaynaklanabilir mi?
Bu soruları düşünmekte ve karar verirken, bize huzur ve güven içinde yaşayabileceğimiz bir vatan bırakan bu muhteşem insanları mahkûm etmeden önce, fazla aceleci davranmamakta yarar olduğu inancındayım. Kanâatimce, değerlendirmelerimizi yaparken, daha âdil, daha mâkûl olmaya çalışmalıyız.
Şu hususu da ilâve etmeden geçemeyeceğim. Fen bilimlerinde, faraziyelerimizi -çoğunlukla- laboratuvarda denemeye tâbi tutarak, görüşlerimizin/tahminlerimizin isâbetli olup olmadığını tespit edebiliriz. Ancak, insan ve toplum bilimlerinde bu mümkûn değildir. Geçmişte yaşananlar, yâni târih, bu konuda en büyük yardımcımızdır. “Yapılan” veyâ “yapılmayan” bir şeyin sonuçlarını bilmek, gelecekte aynı durumla karşılaşıldığında nasıl bir sonuçla karşılaşabileceğimiz konusunda bize muazzam bir şekilde ışık tutar, isâbetli değerlendirmelerde bulunmamıza, olumsuz sonuçların önlenmesi ve daha olumlu sonuçlara ulaşılması için farklı yöntemler denenmesi konusunda bize değerlendirmede bulunma imkânı sunar. Ancak, târihin bu son derece önemli işlevini yerine getirebilmesi için, önyargılardan tamâmiyle uzak bir şekilde, “olduğu gibi” bilinmesi, târihî olayların ve sonuçlarının büyük bir tarafsızlıkla tahlil edilmesi gerekir. Bu sebeple, târihî olayları/kişileri yargılamak yerine, onları bilmeye/anlamaya, yaptıklarının/yap(a)madıklarının sebep ve sonuçlarını tahlil etmeye, bütün bu değerlendirmelerden çıkaracağımız sonuçlarla geleceğe ilişkin gerçekçi ve doğru sonuçlar çıkarmaya çalışmalıyız. Yoksa, cennetmekân Akif Bey’in dediği gibi, aynı hatâları, aynı üzüntü verici sonuçları tekrar tekrar yaşama bahtsızlığından kurtulamayız.