İnsan insana durak aslında.
Geçtiği…
Bilerek ya da bilmeyerek. Görerek ya da görmeyerek.
Hep geçilmekten korkar ya insan.
Ya geçmek varsa kaderde?
Geride bırakıp atlamak.
Öyle ya,
Hepsi nasibe dair zamana sır değil mi?
Ve zamanla aşikâr.
Bırakmak gerek kaygı küreklerini.
Akıntı elbet yapacaktır vazifesini.
Sevgiyle,
Sevgimizle,
Sevgimle…
Boşa dememişler, “sabah ola hayrola” diye, erenler.
Sabaha demir atma vakti ersin de hele,
Mevla neyler, neylerse güzel eyler…
…
Zamanın Hâle Düşümü
Bir süre sonra zamanla ve mekânla ilişkisi de değişiyor insanın. “Hem içinde hem büsbütün dışındayım zamanın” dediği gibi Tanpınar’ın.
Bi dost bir arkadaş bir yâren gibi hâlde kalıyor zaman. Dün, evvelsi gün, yarın, öbür gün… Şimdide kaybolup gidiyor. Ruhunuz tatlı bir yolculuğun hazzını yaşamaya başlıyor da ah bazen elem veren duygular düşmese yola… Asfalta düşen kayalar gibi. “Dikkat taş düşebilir” diyor ya uyarı levhalarında. Ne kadar dikkatli, ne kadar güya hazırlıklı olsanız da yola değil de tam yüreğinizin üzerine düşüyor o taşlar. Zamânın mekânın rolden ibaret kaldığı ruh yolculuğunda…
Beden vasıta. Araçlar gibi trafiğe çıktığı yıldan ibaret adı.
71 model bir bedende yolda yolcu kalmaya çalışan bir hayalet ruh sanki. Eskidikçe yenilenen, yenilendikçe tükenen, tükendikçe büyüyen… Bir zaman sonra seyirci.
Düne, yarına… öylece bakan, bekleyen, görebildiğini, duyabildiğini idrakle pişen, görüp duyup hissedemediğinde yiten…
Uyarı tabelalarını görse de takdirin tedbiri bozduğuna mahkum, tedbirin takdire kul oluşuna teslim yolcu.
Ne zamanın içinde ne de büsbütün dışında.
Gözü yolda, gönlü aşkta, kaderi takdirde, eylemi tedbirde kendini seyirde bir yolcu.
Kendine hükümlü, kendine sürgün, kendine tutuklu, kendine mahkum.
Ve kendine şahit, kendine hâkim.
O zaman yolun adı sükunet.
Yolcunun adı ins’an.
Menzilin adı Hak.
Tadı hep çile olsa da.
Lezzeti hep huzur!
Dün nerdeydi?
Yarın nerede?
Ya şimdi?
…
Hiç,