Diyanet’ten hayat pahalılığı fetvası: ‘Fiyatları tayin eden Allah’tır’ Diyanetin Din İşleri Yüksek Kurulu, fiyat artışlarının yaşandığı süreçte, “Ticarette kâr haddi var mı” sorusu üzerine verdiği fetvayı paylaştı. Paylaşımda, “Fiyatları tayin eden, darlık ve bolluk veren Allah’tır” denildi. (GÜNCEL 27.07.2022) Diyanet İşleri Başkanlığı’nın dini konulardaki en yüksek karar ve danışma organı olan Din İşleri Yüksek Kurulu, “Ticarette kâr haddi var mı” sorusuna “Fiyatları tayin eden Allah’tır” yanıtını verdi. Cumhuriyet’ten Sefa Uyar’ın haberine göre, “Ticarette kâr haddi var mı?” sorusu üzerine verilen fetvada, “İslam dininin, alım satım akitlerinde kesin bir kâr haddi koymadığı, bunu piyasa şartlarına bıraktığı” belirtildi. Ancak fetvada yer verilen bir hadis dikkat çekti. İlgili kısım ve hadis şöyle: “Konuyla ilgili olarak Allah resulü, fiyatlar artmaya başladığında kendisinden bu duruma müdahale etmesi istendiğinde şöyle buyurmuştur, ‘Şüphe yok ki fiyatları tayin eden, darlık ve bolluk veren, rızıklandıran ancak Allah’tır. Ben sizden herhangi birinin malına ve canına yapmış olduğum bir haksızlık sebebiyle o kimsenin hakkını benden ister olduğu halde, Rabbime kavuşmak istemem.” ‘Öte yandan fetvada, piyasada suiistimaller olduğu, karaborsacıların devreye girerek halkı mağdur ettikleri, özellikle halkın zaruri ihtiyaçları sayılabilecek mallarda aşırı fiyat artışları yaşandığı durumlarda, kamu otoritesinin fiyatlara müdahale etme yetkisinin olduğu vurgulandı[1].
Yeni Şafak bu habere şu tepkiyi göstermiştir: “Cumhuriyet gazetesi Diyanet’in Hadis’i Şerif’e dayandırarak yaptığı açıklamayı çarpıtarak dini değerlerle alay etti. Cumhuriyet gazetesi, Din İşleri Yüksek Kurulu’nun fetva hattına gelen “Ticarette kar haddi var mıdır?” sorusu üzerine Hadis’i Şerif’e dayandırarak verdiği cevabı çarpıtarak manşetine taşıdı. Cumhuriyet gibi aynı cenahtan diğer siteler de “İslam dininin kesin bir kâr haddi koymadığının ve bunu piyasa şartlarına bıraktığının” vurgulandığı cevabı kesip biçerek dini değerleri hedef aldı. Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu, resmi sosyal medya hesabından fetva hattına gelen bir soru ve verilen yanıt paylaşıldı. Din İşleri Yüksek Kurulu, fetva hattına gelen “Ticarette kar haddi var mıdır?” sorusu üzerine şu yanıtı verdi: İslam dini, alım satım akitlerinde kesin bir kâr haddi koymamış, bunu piyasa şartlarına bırakmıştır. Konuyla ilgili olarak Allah Resûlü (S.A.S.), fiyatlar artmaya başladığında kendisinden bu duruma müdahale etmesi istendiğinde şöyle buyurmuştur: “Şüphe yok ki, fiyatları tayin eden, darlık ve bolluk veren, rızıklandıran ancak Allah’tır. Ben sizden herhangi birinin malına ve canına yapmış olduğum bir haksızlık sebebiyle o kimsenin hakkını benden ister olduğu halde, Rabbime kavuşmak istemem(Ebû Dâvud, İcâre, 15; Tirmizî, Bûyû’ 73)[2].”
Bu tartışma öncelikle laik, demokratik, hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyetinde yapılmamalıdır. Türkiye “Din İşleri Yüksek Kurulu’nun fetvaları ile yönetilecek bir ülke değildir. Dünya’da iktisat teorileri ve uygulamaları ile kütüphaneler kitaplar doldurmuş asırlarca binlerce İktisat Fakülteleri inşa edilmiştir. İktisatçılar bu işin ehli ve bilim insanları iken bu konuda hiçbir birikimi ve beyin teri olmayanların fikir beyan etmesi iktisat dünyasına saygısızlıktır. Üstelik okudukları ayet ve hadisleri çağlara sunamadıkları gibi Mehmet Akif Ersoy’un söylediği “Kur’an’dan alıp ilhamı asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı” sözünü uygulamaktan çok uzaktırlar. Üstelik kendi alanlarında bile Kur’an ayetlerine bakmadan sahih (doğru) mi mevzu (uydurulan) mu net olmayan, Kur’an ölçülerinde tartılmamış hadislerle hüküm vermeyi tercih etmektedirler. Örnek verdikleri hadise karşı Peygamber Efendimizin şu sözlerini ise hiç hatırlamaz görülmektedirler: “Hz. Peygamber (O’na, Ashab-ı Güzine, Ehl-i Beytine selam olsun), aşılama yapan bir topluluğa uğradı. Onlara “Siz bunu yapmamış olsanız da (hurma) olur!” buyurdu. (O sene) hurmalar koruk çıkardılar (iyi bir verim alınamadı). Hz. Peygamber (O’na, Ashab-ı Güzine, Ehl-i Beytine selam olsun), (neden sonra) onlara (tekrar) uğradı ve “Hurmalarınız ne durumdadır?” diye sordu. Onlar da “Şöyle şöyle buyurmuştunuz, (biz de öyle yaptık ve sonuç böyle oldu)” dediler. (Bunun üzerine Resûlûllah): “Siz dünyanızın işini daha iyi bilirsiniz.” dedi (Müslim, Fedail, 141). Peygamber Efendimiz burada “işi ehline veriniz” ayetini ve bu çerçevede şahsi düşüncesini ifade etmektedir. Kur’an’da fiil ve irade konusunda çok net ayetler bulunmaktadır. İslam dünyasında bu konuda birçok eser kaleme alınmıştır. Hasan el-Basrî’nin Kader Risalesi bu konuda çok önemli bir eserdir. Bu Hasan El-Basrî[3]’nin(M.S. 642-728) Emevi Kıralı Abdülmelik’e yazdığı bir risaledir. “Türkiye Din İşleri Yüksek Kurulu’da ki görevlilerden bu eseri okumayanların acilen okuması gerekmektedir. Üstelik Hasan El-Basrî Emevi Kıralı Abdülmelik’e ayet ayet cevap vermiştir.
İMAM MATURÎDÎ
İmam Maturidi (853- 944)’de Hasan El-Basrî’nin ve İmam-ı Azam Ebu Hanifenin çizgisinden gitmiş Türkistanlı Türk kelam âlimidir. İmam Maturidi Kur’an’ın akla göre yorumunu yapan rivayetleri öncelemeyen dirayet tefsirinin ilk örneklerinin birini hazırlamıştır. Eserine kendisi “Kuran Tefsiri” dememiş “Te’vîlâtü’l Kur’an” ifadesini tercih etmiştir. Çünkü Tevil Kur’an’dan insanın anladığı kadarını yorumlamasıdır. Türklerin çok itibar ettiği kelam âlimi Maturidi fiil’i açıklarken fiillerin birinin zorunlu diğerinin ihtiyari olduğunu söylemektedir. Zorunlu fiiller herhangi bir mükâfat veya cezaya vesile olmayan, seçim hürriyetine dayanmayan fiil türüdür. Örnek; insanın vücudundaki kan dolaşımı, saçının uzaması organların çalışması gibi durumlar bu türden fiillere örnek verilebilir. İhtiyarı fiiller ise karşılığında mükâfat veya cezayı gerektiren kendisi ile fiilin kolaylık ve rahatlıkla yapılabildiği tercih hürriyetine dayanan fiillerdir. Zorunlu olunmayan, arzu ettiği şekilde hareket etme yapma veya yapmama kendi isteğine göre hareket etme kudret ve imkânına sahip bulunan fiiller demektir. İhtiyari fiiller insanın kendi irade ve ihtiyacına dayanmakta tercihleri doğrultusunda meydana gelmektedir. Maturidi emir ve yasağın dolayısı ile mükâfat veya cezanın muhatabı kimdir sorusuna cevap arayarak şu ifadelere yer vermektedir: “iyilik ve kötülük gibi durumlar Allah’a nispet edildiğinde onun emir ve yasaklara muhatap olup mükâfat veya cezaya konu teşkil etmesi gerekecektir. Bu durum ise çirkin ve hikmetsiz kabul edilen bir husustur[4]” demektedir. Maturidi fiillerin yaratıcısının Allah ve bu fiilleri gerçekleştirmenin ise insanın kendisi olduğuna dair birçok ayeti örnek vermiştir. Bunlardan biri: “Zilzal suresi 7-8.ayetler: Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse onun mükâfatını görecektir. Kim de zerre ağırlığınca bir kötülük işlerse onun cezasını görecektir”[5] ayetidir.
Maturidi tarafından ileri sürülen delillere göre bir fiilin varlık sahasına çıkmasında biri Allah’a diğeri de insana ait olmak üzere mana bakımından birbirinden farklı iki yön bulunmaktadır Bu yönlerden birini yaratmak (halk) diğerini ise yapmak olarak (kesb-çalışıp kazanmak) isimlendiren Maturidi Allah’ın fiillerin yaratıcısı olduğunu insanlarını da onları yapan olduğunu belirterek sadece Allah’a değil aynı zamanda insana da hakikat manasında fiilin kime tahsis edilmesi gerektiğini tespit etmeye çalışmıştır[6]. Maturidi’nin irade kavramına bakışı Kitabut Tevhid isimli eserinde açıklanmaktadır: Maturidi’ye göre irade genel olarak dört temel manayı içermektedir. Bunlardan ilki bir işin bir şeyin olmasını dilemek, istemek, temenni etmek ve arzulamaktır. İkincisi birilerinin bir şeyi yerine getirmesini emretmek ya da birilerine bir şey yapmaya davet etmektir. Üçüncüsü rıza göstermek benimsemek razı olmak demektir. Sonuncusu da eylemi gerçekleştirenin unutma gaflet yenilgi ve baskı altında tutulmadığını beyan etmektir[7].
Allah bakterileri, virüsleri yaratmıştır. Fakat temizliğe sağlığa dikkat edildikçe onlar ortaya çıkamazlar. Temizlik tamamı ile insan iradesine bağlı bir davranıştır. Maturidi insanın özgür bir iradeye sahip oluşunu ve eylemlerinde herhangi bir baskı altında bulunmadığını dile getirmektedir. İsmail Hakkı İzmirli’nin de belirttiği gibi irade tekvin-i(Allah’ın kâinata koyduğu yaradılışla ilgili kanunlar) ve teşrii (İnsana ait alan maddî manevî kurallar) irade olarak değerlendirilebilir. Bir iradenin alanı yaratma ile ilgili olmakla birlikte ikinci iradenin alanı emir, rıza ve muhabbet ile alakalıdır. Tekvin-i iradenin alanına müdahale edilmezken teşrii iradeye işaret eden alanda insan özgürdür, dilediği gibi hareket etme imkânına sahiptir. Allah, insanın tercihi doğrultusunda eylemi yatır iyi yaratır. Fakat İsyan içerikli hiçbir eylemi emretmez ve buna rızası da yoktur. Şu halde hem ilahî iradenin insan eylemleri üzerinde zorlayıcı bir etkiye sahip olmadığı hem de insanın yaptığı eylemlerin sorumluluğunu taşımasını gerektiren özgür bir iradeye sahip olduğu görülmektedir[8].
Prof. Dr. Gazi ÖZDEMİR’in, Allah’ın Tek Dini İslam’a Davet KUR’AN isimli mealinde İbrahim Suresi/4. ayeti Maturidi çizgisinde Türkçe’ye aktarmıştır: “Biz, görevlendirdiğimiz her elçiye, ayetlerimizi kendi halkının ana diliyle gönderdik ki, halkına anlayacakları bir dil ile tebliğlerini yapsın. Buna rağmen Allah hala, sapkınlığı /delaleti isteyeni kendi haline bırakıp istediği yola, muhkem-kesin hükümlere uygun olumluluklar gerçekleştirilen doğru yolu isteyeni de destekleyip arzu ettiği doğruya ulaştırır (Seçtiği kaderde bırakır). Allah Aziz’dir ve her şeye Hâkim olandır[9]”.
“Dolayısıyla da, her topluma, inandığı vahiy kitabı mutlaka o toplumun ana dilinde anlamlandırılıp sunulmalıdır. Demek ki ilahi vahiy kitapları tek dil olarak ve Arapça dili ile indirilmemiştir. Aynı açıklama ayrıca Nahl-36, Yunus-47 ve Zuhruf-2-3 ncü ayetlerde de vurgulanmıştır. Bu nedenle de, tercüme etmeyi başaracak dil bilgisi olanlar için bunu gerçekleştirmek önemli bir görevdir ve bu görevi esirgememeleri gerekir. Ayetteki (tavsiye özellikli) muhkem-kesin hüküm, “Vahiy kitaplarını mutlaka her toplumun anlayacağı ana dilleriyle hazırlayın” olmaktadır. Yine diyebiliriz ki, dua etmek, her insanın anladığı ve konsantre olabileceği ana dilinde de olmalıdır[10].
Muhammed Bin Hamza’nın XV. Yüzyıl Başlarında Yapılmış, Kur’an Tercümesinde İbrahim suresi, 4.ayet: “Dakı virimedük hiç yalavaç,illâ kavm-ı dili-y-le, tâ bellü eyleye anlara. Pes azdura Tanrı, anı kim diler; dakı toğru yol göstere, an kim diler. Dakı Ol, gücü yiter bendeşsüzdür, dürüst işlü sözlü”[11]
Eski Anadolu Türkçesinde aynı ayet: “daħı viribimedük hįç yalavaç illā ķavmı dili-y-ile tā bellü eyleye anlara. pes azdura Tañrı anı kim diler daħı ŧoġru yol göstere aña kim diler. daħı ol güci yiter beñdeşsüzdür dürüst işlü sözlü[12]”.
Muhammed Bin Hamza’nın, Eski Anadolu Türkçesi ve Prof. Dr. Gazi Özdemir’in meallerinde kişinin dilemesi ve sorumluluğu vurgulanmıştır. İnsanın dilemesi doğrultusunda hidayet veya delaletin ortaya çıkışı gösterilmiştir. Bu meallerde Maturidi anlayışı açıktır.
Diyanet İşleri Başkanlığının ve birçok meal’de ise İbrahim suresi, 4. ayetin Türkçesi ise şu şekildedir: “istisnasız her peygamberi kendi kavminin diliyle gönderdik ki onlara açık açık anlatsın; bundan sonra Allah dilediğini sapkınlık içerisinde bırakır, dilediğini de doğru Yola iletir. O, güçlüdür, hikmet sahibidir”. Diyanet İşleri Başkanlığının Kur’an mealinde ayetin ikinci kısmının anlamını yukarıdaki şekilde verdikten sonra aşağıdaki açıklama ise insanlarda niçin yapıldı tereddüdünü oluşturmaktadır. Dücane Cündioğlu’ndan alacağımız şu ödünç ifade ile “Anlam Buharlaşması[13]” yahut bize göre “Anlam Kayması” olmaktadır.
“Kur’an ‘ın Arapça olarak indirilmesini yadırgayanlara cevap olmak üzere, Allah Teala, gönderilen peygamber hangi kavimden ise mesajını o kavmin diliyle gönderdiğini gerekçeli olarak bildirmiştir. Hz. Peygamber ve kavmi Arap olduğu için Kur’an da Arapça olarak gönderilmiştir. Fakat bu durum, onun sadece Araplar’a indirilmiş olduğunu göstermez. Onun davetinin evrensel olduğunu gösteren birçok ayet vardır. Allah ayetlerini gönderdikten sonra tercihini ısrarla inkâr yönünde kullananları zorla doğru yola iletmez. Bilakis onları kendi irade ve tercihleriyle baş başa bırakır; İnkârcılık ruhlarına yerleştikten sonra artık iman etmezler. Gerçeği araştırıp tercihini o yönde kullanmaya çalışanları ise Allah doğru yola iletir. İşte Allah’ın dilediğini sapkınlık içerisinde bırakması, dilediğini de doğru yola iletmesinden maksat budur[14].İbrahim suresi 4. ayet; Muhammed Bin Hamza (XV. YY), Eski Anadolu Türkçesi Kur’an meali, Prof. Dr. Gazi Özdemir, Prof. Dr. Bayraktar Bayraklı, Kamil Hayati Aydın ve Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır vd. Kur’an’ın anlamına emek verenlerin açıkladığı şekilde araştırılırsa dünden bugüne Maturidî bir çizgi görülecektir. Kamil Hayati Aydın bu ayetin anlamını dilbilim verileri ile şu şekilde değerlendirmektedir:
“Biz her elçiyi kendi toplumunun diliyle gönderdik ki, onlara iyice açıklasın. Bundan sonra Allah dileyeni sapıklıkta bırakır, dileyeni de yola getirir. Güçlü olan O, doğru karar veren O’dur:” (İbrahim, 14/4) Bu ayetin son kısmı şöyledir; “ … feyudillahu men yeşeu ve yehdi men yeşeu.” Kaç meale baktımsa hemen hepsi: “Allah dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir” diye anlam vermişler. Hâlbuki ayette geçen “men” kişidir ve öznedir. Hatta eski metinlerde “men” geçtiği zaman “şol kimse ki” diye tercüme ederlerdi. Dolayısıyla, doğru olan meal şöyledir: “Allah dileyeni sapıklıkta bırakır, dileyeni de yola getirir” Ayetteki “men yeşeu” ibaresini yok sayarak “Allah dilediğini sapıtır. dilediğini de doğru yola iletir” diye anlam verenler; Cenab-ı Allah bu durumda kullarını nasıl sorumlu tutacaktır? Bunu da mı hiç düşünmediler mi? Onların hepsine sorsak; “Kul yaptığı işlerden sorumlu mudur? Hep bir ağızdan: “Sorumlu” derler. Kulların sorumluluğuyla ilgili birkaç örnek daha verelim: “Kim yola gelirse, kendi için gelmiş olur; kim yoldan çıkarsa, kendi aleyhine çıkmış olur. Kimse kimsenin yükünü yüklenemez. Biz elçi gönderinceye kadar da azap etmeyiz” (İsra, 17/15). “De ki; bu gerçek sizin Rabbinizdendir; isteyen inansın, isteyen kafir olsun .. “ (Kehf, 18/29)[15].Biraz önce örneğini verdiğim meal yazarları acaba bu ayetlerle o yazdıklarını nasıl bağdaştıracaklar[16]? Kâmil Hayati Aydın, yeşâ(diler) fiilini ayette geçen men öznesine uygun düştüğünü ifade etmektedir. Bazı tefsirciler tarafından Yeşâ (diler) fiili gizli özne (Allah)’a uygun olduğu söylenmektedir. Fakat bunun Maturidi tarafından Tevilatında kabul görmediği görülmektedir. Bununla beraber Maturidinin Tevilat’ı Türkçeye çevrilirken bazı kaynaklarda bu ayetin mealinde sonuçları büyük yanlışlara sebep olan gramer ve anlam hatasına düşülmektedir: “İbrahim, 4. Ayet: İstisnasız her Peygamberi kendi kavminin diliyle gönderdik ki onlara açık açık anlatsın; bundan sonra Allah dilediğini sapkınlık içerisinde bırakır dilediğini de doğru yola iletir. O güçlüdür hikmet sahibidir”[17]. Tevilat Arapçadır. Ayetlerde Tevilat’ta orijinal hali ile bulunmaktadır. Çeviri sahipleri geleneksel anlayışları ile ayeti “Allah dilediğini sapkınlık içerisinde bırakır dilediğini de doğru yola iletir” şeklinde Türkçe’ye çevirmişlerdir. Hâlbuki Tevilatta ayete böyle bir meal verilmemiştir. Maturidi, açıklama kısmında tamamiyle ayetin ikinci kısmının açıklamasında kulun dilemesine vurgu yapar ve diğer anlayışı kabul etmez: “Yani sapkınlık yoluna götüren sebebi tercih edeni sapkınlığa, doğru yola götüren sebebi tercih edeni de doğru yola iletir. Bazıları da şöyle dedi: Allah dilediğini sapkınlık içerisinde bırakır, dilediğini de doğru yola iletir; peygamberleri yalanlayanları sapkınlığa düşürmek tasdik edenleri de doğru yola iletmek Allah’ın hükmüdür. Ancak bunların doğrusu ilk zikrettiğimiz yorumdur: Sapkınlık sebebini tercih edeni Allah sapkınlığa düşürür, dilediğini de, yani doğru yola götüren sebebi tercih edeni de doğru yola iletir. O güçlüdür hikmet sahibidir[18].
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR, Kur’an Işığında Doğru Bildiğimiz Yanlışlar isimli eserinde tereddütleri gideren açıklamalarda bulunur : “Tefsir ve meallerin çoğunda İbrahim suresi, 4. ayete şu anlam verilmiştir: “Biz her şeyi kendi toplumunun dili ile gönderdik ki onlara iyice açıklasın. Bundan sonra Allah dilediğini saptırır dilediğini de yola getirir. Güçlü olan o doğru karar veren odur”. Bu meal de şâe (dilemek, diledi-mazi çekimi) fiilinin muzarisi (şimdiki ve geniş zaman) olan yeşâ kullanılmıştır. Ona irade manası verilerek başka yanlışlara da yol açılmıştır. Allah dilediğini yola getirecek ve dilediğini saptıracaksa neden Elçi gönderir? Bu durumda Elçin’in o toplumun dili ile açıklama yapmasının ne anlamı olur? Böyle anlamsız bir iş doğru karar veren Allah’a yakıştırılır mı? Allah’ın sözüne çelişki oluşturacak şekilde anlam verilir mi? Yeşâ fiiline irade anlamı verenler, hiç olmazsa yeşâ’nın faili olan “o” zamirini Allah lafzını gösterir şekilde değil de men: kim’i gösterir şekilde anlasalardı ayetin iç bütünlüğü yok olmazdı. Çünkü “men yeşâ” daki men lafzı zamirin yakınında Allah lafzı ise uzağındadır. Bu sebeple zamirin Allah lafzını göstermesi için karine (delil) gerekir. Burada böyle bir karine yoktur. Ebu Mansur El Maturidi İbrahim suresinin 4. ayetini şöyle tefsir etmiştir: “Biz her elçi’yi kendi toplumunun dili ile gönderdik ki onlara iyice açıklasın. Bundan sonra Allah sapıklığı şey edeni yani sapıklık sebebini tercih edeni sapıklıkta bırakır, yola gelmeyi şey edeni Yani kendini yola getirecek sebebi tercih edeni de yola getirir. O bununla yola gelir”. Maturidi şöyle devam ediyor: Bazıları şöyle dedi: “Allah şey edeni dalalette bırakır, şey edeni de yola getirir ayeti, Allah’ın yalanlayanları dalâlette bırakma, tasdik edenleri de yola getirme kararını gösterir. Ama Allah’ın dalalet sebebini tercih edeni sapık, yola gelme sebebini tercih edeni yola gelmiş sayma prensibi sebebiyle doğru olan bizim dediğimizdir[19].
Hidayet ve delalet sonuç itibariyle birer ruhi durumdur ve bu duruma gelmenin belli sebepleri vardır. Bu sebepleri koyan da Yüce yaratıcıdır. İnsan bu sebepleri kendi özgür iradesiyle tercih eder ve tercih ettiği sebebin gerçekleştirdiği sonucu hak etmiş olur. Şu ayet insanın bu konuda bir tercih hakkı bulunduğunu açıkça ifade etmektedir: “de ki Hak ve Hakikatlerle dolu olan bu Kur’an Rab’binizden gelmiştir. Artık dileyen iman dileyen inkâr etsin (Kehf Suresi, 29)[20]”
MATURÎDÎ ÇİZGİSİ VE ATATÜRK
Atatürk Türklerin uygarlık âleminde nasıl gelişim göstereceğini tespit etmiş ve belirlemiştir. Bunun için akla bilime ve gerçekçi dünya görüşlerine dayalı İslam anlayışı ile onun yerine konan öte dünyacılığı birbirinden ayrıştırarak akılcı İslamiyet’in temellerini atmıştır. Onun inandığı İslamiyet’te akıl ve ilerleme karşıtı olan hiçbir şey yoktur Müslümanlık akıl, mantık, bilim ve bilgiye uyumluluk içinde doğal bir dindir. Atatürk Türkiye Cumhuriyeti’nin başarılı olmasını İslamiyet’in kendi içinde olan bu anlayışlı olduğunu görüyordu, bunun için akla aykırı olan öte dünyacı ikinci dini ondan ayırmıştır. 28 Ekim 1923’te üstü Fransız gazeteci Maurice Pernote verdği demeçte bu gerçeği şöyle açıklamıştır:
“Türk Milleti daha dindar olmalıdır Yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır demek istiyorum. Dinime bizzat hakikate nasıl inanıyorsam buna da öyle inanıyorum akla aykırı ilerlemeye engel hiçbir şey ihtiva etmiyor. Hâlbuki Türkiye’ye istiklalini veren bu Asya milleti içinde daha karışık suni batıl inanışlardan ibaret ikinci bir din daha vardır. Fakat bunları benimsemiş cahiller bu acizler sırası gelince aydınlanacaklardır. Eğer ışığa yaklaşmazlarsa kendilerini mahv ve mahkûm etmişler demektir onları kurtaracağız”. Atatürk’ün inandığı rasyonel İslamiyet Ebu Hanife, Maturidi, Nesefi, Farabi, İbn-i Sina, Biruni’nin oluşturduğu akla ve bilime dayalı dünyevi İslamiyet anlayışı idi. Bugün İslam dünyasının dünya bilim ve düşünce hayatındaki yeri konuşulunca sahip çıkılan bütün bilimsel eserler bu ekolün ürünüdür[21].
Atatürk kendi tarihsel ve kültürel köklerimize dayanan bu zihniyetin temel unsurlarını bulup ortaya çıkartmaya çalışmıştır. Türklerin bu zihniyeti kendi coğrafyaları olan Orta Asya’nın binlerce yıllık birikiminden süzülerek geliyordu bu bilimsel zihniyet İslamiyet ile birlikte Ebu Hanife, Matuidi, Nesefi, Farabi, İbn-i Sina, Beyruni, Uluğ Bey gibi bilim adamları birlikte şekillenerek ortaya çıkmıştı. Bu zihniyet yalnız Bilim adamlarına özgü değildi aklı eren bu dünyanın gerçekliğini bilen her orta Asyalı Türk bunun bilincinde idi işte bunun için dünyevi felsefe ve kültür Türk coğrafyasında doğmuş gelişmiş ve önce Türk dünyasına sonra da Hıristiyan dünyasına yayılmıştır. Atatürk’ün ortaya çıkarmaya çalıştığı ve bunun için asıl temeli kendi İçimizden çıkarmak mecburiyetindeyiz dediği zihniyette budur. Kendi bilimsel zihniyetimizin ortaya koyduğu dünyevi bilim hiçbir zaman fark edilmemiştir ama Atatürk bu gerçeğin temel unsurlarını çok iyi tespit etmiştir. Onun şu sözleri bunların nasıl anlaşılması gerektiğini gösteren çok Özgün ve ince bir anlam taşımaktadır “dünyada her şey için maddiyat için, maneviyat için, muvaffakiyet için en hakiki mürşit ilimdir fendir İlim ve fennin haricinde Mürşit aramak gaflettir cehalettir delalettir. İşte, Atatürk’ten başkası bu gerçeği görememiş ve açıkça ortaya koyamamıştır[22].
Atatürk’ün ortaya koyduğu bu anlayışın anahtar ismi Türklerin itikat imamı olan “Maturidi”dir. Maturudi, Türklerin maddi ve manevi hayatı için en hakiki mürşit olarak “dünyevi bilim” öngörmüştü. O, akıla ve bilime dayalı olan dünyevi “İslam” anlayışının da temel taşı idi. Maturidi’nin yaptığı Kur’ an yorumu olmadan bu gerçekliğin ortaya çıkartılması imkânsızdır. Zaten bu yapılmadığı için “ikinci din” rahatça kendini İslamiyet’in yerine koymuş ve “Din” olarak kabul görmüştü. İşte bu gerçeği tespit eden Atatürk, Maturidi ‘nin ortaya koyduğu akıla ve bilime dayalı İslam anlayışını meydana çıkartmaya karar vermiştir. Atatürk’ün istediği akıla ve bilime dayalı İslam anlayışını iyi bilen ve bu konuda çalışmalar yapan gerçek bilim adamları vardı. Bunların başında da Prof. Dr. Yusuf Ziya Yörükan geliyordu. Yusuf Ziya Yörükan’ın çalışmalarının en önemli yanı, bunların Atatürk’ün inandığı “Akılcı İslam” anlayışının temel dayanağı ve göstergesi olmasıdır. Bu çalışmalar Atatürk’ün İslam inancı hakkındaki temel görüşlerini hiç bir şüpheye yer bırakmayacak şekilde açıkça ortaya koyar. Atatürk’ün nasıl bir din ve Allah inancına sahip olduğu ortaya konan bu bilgilerde mevcuttur. Bu nedenle Atatürk ile Maturidi arasındaki “Akılcı İslam” bağının daha iyi anlaşılması için Yörükan’ın çalışmaları hakkında bilgi edinmek gerekir[23].
Bu konuda kısaca şunları aktarabiliriz: “Yusuf Ziya Yörükan, pek çok akademik kuruluşta İslam Mezhepleri, Türk Dinleri ve Mezhepleri, İslam Dini tarihi, Kelam ve İslam Felsefesi dersleri okutmuş ve ayrıca Diyanet İşleri Başkanlığı’nda da bir süre için görev yapmış bir ilim adamıdır. 1954 yılında vefat etmeden önce Ankara Üniversitesi İlahiyet Fakültesi’nde İslam Dini ve Mezhepleri Tarihi ile Kelam dersleri okutmakta idi. Prof. Yörükan, ilmi ve felsefi çalışmalarının yanında hem de bütün akademik hayatı boyunca, din eğitimini rasyonel bir temel üzerine oturtmaya çalışmıştır. ..”[24]
Oğlu Turhan Yörükan’ın verdiği bilgilere göre, Yusuf Ziya Yörükan, öğretmen okullarında okutulmak üzere altı kitap yayımlamıştır. Akademik çalışmalarının bir yan ürünü olarak yapmış olduğu bu yayımlar, özellikle Atatürk Döneminde ve sonrasında okullarda uzun bir süre okutulmuştur. “ Yusuf Ziya Bey, Atatürk’ün isteği üzerine 1932 yılında yazdığı ve bugün Çankaya Atatürk Özel kitaplığı’nda bulunan yayımlanmamış Müslümanlıktan Önce Türk Dinleri ve Müslümanlıktan Sonra Türk Mezhepleri (2 k.y.y., 1932. 4/238) adlı kitaplarında Türklerin ne gibi dini telkinlerin ve mahalli kültürlerin etkisi altında kalmış olduklarını ayrıntılı bir incelemeye tabi tutarak, halkın bu telkinlere halen büyük bir itibar gösterdiğini, bunun da dinin aslını bilmemekten kaynaklanmış olduğunu söylemektedir. Halkın benimsediği “tevekkülün, Müslümanlığın kabul ettiğinden çok daha farklı ve yanlış bir manada kullanılmış olduğundan yakınıyor”[25]. Yusuf Ziya Bey, 1933 yılında kapatılmış olan Darü’l Fünun İlahiyat Fakültesi’nin yerine Ankara’da yeni bir ilahiyat kurulması çabalarına ve gücüyle katkıda bulunmuş, modern sosyal ilimlerin bulgularıyla takviye edilmiş, felsefi tartışmalar açık bir eğitim anlayışının hayat bulması için elinden gelen gayreti göstermiştir. Felsefi ağırlıklı temel İslami konulardaki derslerin tümünü kendisi vermiştir. Bozuk olan sağılığını düşünmeden büyük bir özveriyle çalışmıştır[26]. Doğru bulduğu ve asırlarca Türklerin benimsediği Akılcı Müslümanlık esaslarını, daha önce çeşitli baskıları yapılmış olan popüler kitaplarıyla ve son baskısı “TC. Kültür Bakanlığı’nca Müslümanlık ve Kur’an-ı Kerim’den Ayetlerle İslam Esasları (1998) adıyla yayımlanmış bulunan kitabıyla halka anlatmaya …. İslam akaidinde meydana gelen gelişmeler ve vardığı sonuçlar açısından felsefi ve sosyolojik bir tahlile tabii tutmaya çalışmıştır.” Yörükan’ın yaptığı çalışmalarda ki, en önemli tespiti Türklerin gerçekçi dünya görüşüne dayanan yorumu ortaya çıkartması olmuştur. Bu tespiti ile Türklere özgü mezhep anlayışını, diğerlerinden ayıran farklılıkları özet bilgilerle ortaya koymuştur. O, Ehl-i Sünnet akidesinin oluşması sırasında doğan farklı mezheplerin içinde Türk yorumunu en tutarlı yol olarak görmüştür. Bir Türk mezhebi olarak nitelendirdiği “Maturidiliğe” ulaşmasının gerekçelerini çeşitli karşılaştırmalar yaparak izah etmeye çalışmıştır. Yörükan, bu karşılaştırmaları her iki kitabında da yaparak, Türk Sünniliği olarak gördüğü Maturidiliğin diğer mezhepleri arasındaki yerini ve önemini ortaya koymuştur. “Onun yaptığı genel değerlendirmeye göre, Selef mezhebine aksülameden (tepki) doğmuş olan Akılcılar, Mu’tezile mezhebinin şubelerini oluşturmuştur. Hepsinde hakim olan vasıf Akılcılıktır. Yani din ve şeriat meselelerinde fikir ve nasları esas alarak, nasları akla tabi tutmaya çalışmaktadır. Selef ve onun ifrata (aşırı) götürülmesinden doğmuş olan mezheplerin hâkim vasfı ise Nassiyyeciliktir, yani din meselelerinde aklı şer’e, yani ayet, hadis ve icma-i ümmet üzerine bina edilmiş şeriat esaslarına tabi kılmaktadır[27]. Mutavassıt (ortalama) bir yol güdenler ise, Sünnilik adıyla anılmakta olanlardır ki, bunlar akıl ile dini birleştirmeye çalışmışlar; şer’i esas almakla birlikte onu fikir ve nazarla teyit etmişlerdir. Yusuf Ziya Bey, İslam Akaid Sisteminde Gelişmeler- İmam-ı Azam Ebu Hanife ve İmam Ebu Mansur-i Maturidî– adlı eserinde, bu yolun en büyük mezhep imamı olarak gördüğü Maturidi’yi ayrıntılı bir şekilde tanıtmaya çalışmış, Türk Müslümanlığının bu Akılcı yolunun halen yaşanmakta olan kötü gidişlerin önüne set çekeceğine inanmıştır.”[28]
Bu inançla yola çıkan Yusuf Ziya Yörükan yaptığı akademik çalışmalar ile İslam Mezhepleri, Türk Dinleri ve Mezhepleri, İslam Dini Tarihi, kelam ve İslam felsefesi konularında Akılcılığın yolunu açmıştır. Atatürk’ün istediği “Akılcı İslam”ın temellerini ortaya çıkartmıştır. “İkinci Din”i kesin olarak İslamiyetten ayırmış, Kur’an’ın özünü ortaya koymuştur. Bu özün ancak “aklın ve bilimin,” mürşitliği ile kavranabileceğini göstermiştir[29].
Sonuç olarak Diyanet Din İşleri Yüksek Kurulu; Mustafa Kemal Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyetini kurmuş olduğu çizgiye, ilk Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi’nin emeklerine ve Yusuf Ziya Yörükan gibi ilahiyatçıların eserlerine bakarak Türk’ün İslam algısının temsilcisi olan Maturidi düşüncesini anlamaya çalışmalıdır. Laik, demokratik Türkiye Cumhuriyetinde Sosyal bilimciler başta olmak üzere her disiplin yirmi birinci yüzyılda çağın gerçekleri ile uyumlu bir şekilde bilimsel gelişmelerin kuramcısı ve uygulayıcısı olmalıdır. Aksi halde sahih hadisler konusunu bile halledememiş bir İslam dünyası ve fetva yöntemi ile bu çağı ve önümüzdeki hiçbir çağı yakalanamayacaktır. Türkiye Diyanet İşleri Yüksek Kurulu “uzay teknolojisi, uzay yolculuğu, uzay ticareti vb. gelişmeler hakkında da bin dört yüz sene önceki olaylardan cevap aramaya mı çalışacaktır? Yoksa “Allah size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Doğrusu Allah, bununla size ne güzel öğüt veriyor! Şüphesiz ki Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir” (Nisâ, 58) ayetine riayet edecekler midir? İslam Dünyası çağa uygun bilimsel metotlar izlemelidir. Bir tarihçi bir ilahiyatçı belgelerin önce doğruluğunu yani sahihliğini incelemelidir. İslam tarih arşivindeki her veri doğru olarak değerlendirilmemelidir. Emevi Krallığı ve sonrasında ne kadar çok mevzu (uydurulan) hadisin ortaya atıldığı bilinmektedir. Sahih hadis kaynakları diye ifade edilen eserler de bile çelişkiler mevcuttur. Peygamber Efendimize ithaf edilen bazı sözlerin birbirleri arasında ve bu sözlerin de Kur’an’la çelişkileri bulunmaktadır. Kur’an ve Peygamber Efendimiz doğru söylediğine göre bahsi geçen kaynakların sorgulanması gerçeği ile Müslümanlar karşı karşıdır.
Din bilimlerine fen bilimlerinden bir yöntem örneği verilebilir: Biyokimya laboratuarında insanlara ait analizler herhangi bir cihaz ile yapılabilmektedir. Fakat önemli olan o cihazların verdiği sonuçları değerlendirecek bir hekim gözü ve hekim aklı gerekmektedir. Cihazın verdiği sonuçların diğer bulgularla çelişkili olduğunu gören hekim o cihazın ölçümleme yahut başka bir problemi olduğunu düşünür. Laboratuar sonuçlarını tekrar ettirir veya yeniden kontrol eder. Tarih ve dinî metinler de kendi içinde tutarlılık dairesinde karşılaştırılır ve kontrol edilir. Bu bilimsel bir metottur. Analitik bir düşüncenin uygulanış şeklidir. Günümüzde gençlerin sorgulayıcı analitik bakışlarına cevap veremeyen teknisyen yaklaşımlı akademisyenlerin bir kez daha düşünmeleri gerekmektedir. Din adamları Müslümanları iki cihanda aziz etmek istiyorlarsa İslam’ın ilk emri “ikra” (oku) başta olmak üzere düşünmeyi tavsiye eden ilme, liyakate önem veren ayetleri hatırlamalıdır. Aksi halde gençlik içinde artan; deist ve ateist yaklaşımların sebeplerini mevcut yanlış yöntemlerde aramak gerekmektedir.
Kuantum çağını yakalayacak olan gençler geleceğin inşasında analitik ve sistematik düşünce çerçevesinde geleceği inşa edeceklerdir. Bunun yolu da Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda, Rıfat Börekçi’nin Başkanlığındaki Diyanet İşleri’nin yapmış olduğu hizmetleri bilmekten geçmektedir. Millî Mücadele’nin mayalanmaya başladığı dönemden itibaren aydın din adamlarının Anadolu Türklüğünü nasıl aydınlattığını genç kuşaklara aktarmak her Türk’ün sorumluluğundadır. Atatürk aklı ve metodunun; İslam’ı Türk milletinin doğru anlaması için yaptığı çalışmaları yeni baştan halkımızla buluşturmak gerekmektedir. Ortadoğu’yu yıllardır kasıp kavuran Selefi zihniyetin Türkiye’ye metastaz yapması (yayılması) tehdit aşamasındadır. Bunu önlemenin yolu Kur’an-Kerim, Hz. Muhammed (O’na, Ashab-ı Güzine, Ehl-i Beytine selam olsun), Ehl-i Beyt yolunun İmam-ı Azam Ebu Hanife, Maturidi, Ahmet Yesevî çizgisindeki Türk’ün İslam algısını çağın ilimleriyle buluşturarak Türk Türk, mümin mümin, insan insan yaşamak gerekmektedir.
DİPNOTLAR
[1] https://www.birgun.net/haber/diyanet-ten-hayat-pahaliligi-fetvasi-fiyatlari-tayin-eden-allah-tir-396777
[2] https://www.yenisafak.com/gundem/cumhuriyet-gazetesi-diyanetin-hadisi-serife-dayandirarak-yaptigi-
aciklamayi-carpitarak-dini-degerlerle-alay-etti-3840541
[3] Hasan el-Basrî, Kader Risalesi ve şerhi, Hazırlayan: Mustafa İslâmoğlu, Düşün Yayıncılık, 2015.
[4] Harun Işık, maturidi’de İnsan Özgürlüğü, Araştırma Yayınları, Ankara, 2013, s. 90., Matuidi kitabü’t-tevhid, sayfa 226.
[5] Harun Işık, a.g.e., s.102.
[6] Harun Işık, a.g.e., s.105.
[7] Harun Işık, a. g.e.,s. 135. Matuidi kitabü’t-tevhid, sayfa 294; Tevilat, cilt 2 sayfa 173, 336, 371.
[8] Harun Işık, a. g. e., s.136-137.
[9] Prof. Dr. Gazi ÖZDEMİR, Allah’ın Tek Dini İslam’a Davet KUR’AN, Şira Yayınları, 2013, İstanbul, s.429
[10]Prof. Dr. Gazi ÖZDEMİR, a. g.e., s.430
[11] Muhammed Bin Hamza, XV. Yüzyıl Başlarında Yapılmış, Kur’an Tercümesi,(hazırlayan Dr. Ahmet Topaloğlu), Kültür Bakanlığı yayınları, İstanbul, 1976, s. 195.
[12] https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=14&ayet=4
[13] Geniş Bilgi Bakınız: Dücane Cündioğlu, Anlamın Buharlaşması ve Kur’an, Kapı Yayınları, 2018, İstanbul, Dücane Cündioğlu, Kur’an Çevirilerinin Dünyası, Kapı Yayınları, 2018, İstanbul.
[14] Hayrettin Karaman ve ark., Kur’an Yolu Meali, Diyanet İşleri Başkanlığı, Ankara, 2020.
[15] Kâmil Hayati Aydın, İslâm’ın Şart Beş mi? İrfan Yayıncılık, İstanbul, 2017, s.126.
[16] Kâmil Hayati Aydın, a.g.e.,s.127-128.
[17] Prof. Dr. Yusuf Şevki Yavuz, Çeviren: Prof.Dr. S. Kemal Sandıkçı, Ebû Mansûr el Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l Kur’an Tercümesi, Editör: Cilt: 7, Ensar Neşriyat, İstanbul, 2017, s. 487.
[18] Prof. Dr. Yusuf Şevki Yavuz, Çeviren: Prof.Dr. S. Kemal Sandıkçı, a. g.e., s. 488.
[19] Abdülaziz Bayındır, a. g. e., s. 130, Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed el-Mâturîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, Thk: Hatice Boynukalın, Dâru’l-Mîzân, İstanbul, 2006, c: 7, s: 458.
[20] Mustafa yıldırım, Kader risalesi, Tibyan Yayıncılık, İzmir, 2015, s. 47.
[21] Orhan DÜNDAR, Atatürk Aklı, Alp Yayınevi, Ankara, 2006, s.21.
[22] Orhan Dündar, a.g.e., s. 32.
[23] Orhan Dündar, a.g.e., s. 32-33.
[24] Orhan DÜNDAR, a. g. e.,s.33-34., Yusuf Ziya Yörükan, Müslümanlık, T.C.Kültür Bakanlığı Yayınları, 2002, Ankara.
[25] Yusuf Ziya Yörükan, İslam Akaid Sisteminde Gelişmeler, İmam-Azam Ebu Hanife ve İmam Ebu Mansur-İ Maturidî, T.C.Kültür Bakanlığı Yayınları, 2001, Ankara, s. XIII-XIV.
[26] Yusuf Ziya Yörükan, a. g.e., s. XIV-XV.
[27] Orhan DÜNDAR, a. g. e.,s.37., Turhan Yörükan, a.g.e. s.XVI
[28] Orhan DÜNDAR, a. g. e., s. 36, Turhan Yörükan, a.g.e. s. XXXII.
[29] Orhan DÜNDAR, a. g. e., s. 37.
[1] Prof.Dr., ESOGÜ Tıp Fakültesi Anatomi Bölümü Öğretim Üyesi