Yeni Anayasa Tartışmaları Çerçevesinde Kamu Yararının Sürdürülebilirliği)[i]
Prof. Dr. Recep KÖK[ii]
GİRİŞ
Bu çalışmanın temel amacı, yeni anayasa çalışmalarının tartışıldığı zamanımızda siyasi iradenin yarınları kurmaya yönelik teşebbüse yardımcı olabilmek için bu çalıştay vesilesiyle tartışmalara yeniden katılmaktır. Bu bağlamda akademik bir sorumlulukla temel kısıtımızı bilerek, bütüncül bir anayasada yer alması gereken iktisat temelli birçok ilke yerine, özellikle kamu yararının sürdürülebilirliği açısından iki temel ilkenin önemini, doktriner yaklaşımlarla gerekçelendirerek, tartışmaya açmak kıymeti haiz bir husustur. Konunun önemini daha iyi vurgulamak açısından Türkiye de KİT-ÖZELLEŞTİRME pratiği ve TÜRKİYE VARLIK FONU kuruluş gerekçesine ilişkin kısa bir değerlendirme yapmak yararlı olacaktır.
Tarafımızdan yapılan önerilerin gerekçeli arka planını ele alırsak; ülkemizin iktisadi kalkınma sürecini, Türkiye’de KİT’lerin gelişime seyrine bağlı olarak kronolojik bir yöntemle de incelemek mümkündür. 20.nci yüzyılın ilk üç çeyreğini iktisadi sistem arayışı içinde geçirdiğimiz bilinmektedir. Bu yüzyılın ilk yarısında Türkiye’de iktisadi hayata yapılan dinamik müdahalelerin (regülasyon / deregülasyon), bazen geçici bazen da kalıcı olması fikri hep tartışılmıştır. Türkiye ekonomisi dönem içinde oluşmuş bilgi birikimi ve KIT ekonomileri temelli sermaye stoku desteğinde 1980’li yıllara taşınırken; 1960 yılındda başlayan ihtilaller süreci 19701i yılların sonunda şahit olunan dünya konjonktürü, hatta nispeten netleşen dünya-ekonomik sistem deneyimleri, salt devletçilik fikrinin ideolojik boyutunu önemli ölçüde sarsmıştır. Ülkemizde kaotik ortama rağmen ulaşılan bilgi birikimi ve gelişme bilinciyle sosyal-kültürel ve siyasal uyumun da işler hale gelmesi beklenirken; kontrolden çıkmış değişim ihtiyacı muhtemelen iç ve dış şartların etkisi ile siyasi buhranı daha da derinleştimiştir. Nitekim 12 Eylül 1980 de Türk Silahlı Kuvvetlerinin yönetime el koymasıyla Türkiye’de, demokratik hakların dondurulduğu bir dönem yaşanmıştır. Ardından ANAP iktidarları ve 1990’lı yılların koalisyonlar döneminde ortaya çıkan 28 Şubat buhranının yanı sıra AK PARTİ iktidarında ortaya çıkan, “FETÖ kalkışması” Cumhur Başkanlığı Hükümet Sistemi’ni getirmiştir. Topal-ördek şeklinde de olsa işleyen demokrasimizin yeniden yeniden askıya alınması hatırlandığında; son 60 yıldır, yeni bir ANAYASA’nın gerekliliği (ara ara kısmî düzenlemeler yapılmakla birlikte) gündemden hiç düşmemiştir
Ülkemizde 20. nci yüzyılın sonları ve 21.nci yüz yılın başından itibaren gündemden düşmeyen deregülasyon politikaları hala en tartışmalı konularımızdan biridir. Türkiye ekonomisinde sermaye birikiminin (stokunun) ana kaynağının KİT’ler olduğu bilinmektedir. 100 milyar doları aşan bu kurumsallaşmış yapı ağırlıklı olarak ÖZELLEŞTİRME’ye konu olup ilgili kurumların satışından (farklı yöntemlerle) sağlanan gelirlerin kullanım şekli bazı ekonomik ilkelerin Anayasa da yer alıp almaması konusunu gündeme taşımaktadır. Bu gelirlerin nerede ve hangi amaçlarla kullanıldığı konusu başka bir çalışmayı gerektirmektedir.
Şimdilerde ise dünyanın gündeminde olan ve kamu kaynağı olarak bilinen Bağımsız Varlık Fonunun (Sovereign Wealth Funds) Türkiye’ de de kurulmasının adından; bu fonların KİT kaynakları gibi özelleştirmeye konu olup olmayacağını tartışmaya açmakta yar vardır. Bu bağlamda bu çalışma aynı zamanda kurumsal bir düzenlemenin, anayasada yer almasının gerekliliğini ortaya koymaktadır. Böyle bir düzenlemenin temel gerekçesi, özellikle kamu yararının sürdürülebilirliği ilkesi ile çelişen KİT satışı uygulamaları ile açıklanabilir. Nitekim KİT satışlarından doğan kaynak kullanım biçiminin doğurduğu tatminsizlik; Varlık fonunun daha etkin değerlendirilmesinin gerekliliğini düşündürmektedir. Nitekim dünyada bu fonların kuruluş amacı daha ziyade cari işlem fazlası olan ülkelerin ihtiyaçları ötesindeki rezerv birikimlerini karlı bir şekilde değerlendirilmesine yöneliktir. Resmi rezervler ülkelerin Merkez Bankalarında biriken döviz ve altın rezervlerinden oluşurken, bu fonlar ülkelerin resmi rezervleri dışında oluşan birikimlerini ifade etmektedir. Başlangıçta (1950) Körfez ülkelerinin uygulamalarında kendini gösteren ulusal varlık fonları, zaman içinde ihraç patlaması sonucu cari fazlalığa kavuşan Asya ülkelerince de benimsenmiştir. Bugün için Çin, Birleşik Arap Emirlikleri ve Norveç gibi petro-doğal gaz ihracatcısı en büyük 15 ulusal varlık fonunun 11 trilyon dolara ulaştığı bilinmektedir. Türkiye özeline gelince, sermaye piyasasında araç çeşitliliğine ve derinliğine katkı amacıyla özel hukuk hükümlerine göre 2016 yılında kurulan, 200 milyar dolarlık bir büyüklüğe oluşan Türkiye Varlık Fonu (THY, Ziraat Bankası, Petkim, HalkBankası, Borsa İstanbul, Milli Piyango İdaresi, BOTAŞ ve TURKSAT gibi stratejik kurumların devri) kullanım stratejisinin Anayasal da yer alması oldukça önemlidir. TVF dünya örneklerinde gördüğümüz ülkenin doğal kaynak gelirlerini ya da bütçe fazlarını yöneten geleneksel bir ülke fonu olmaktan uzaktır. Fon kuruluş yasasına göre yerli ve yabancı şirket paylarının, borçlanma araçlarının, kıymetli madenler ve emtiaya dayalı sermaye piyasası araçlarının, fon katılma belgelerinin, kira ve gayrimenkul sertifikalarının alım-satımı, para piyasası işlemlerinden tutun da her tür ticari ve finansal faaliyeti yapabilecek, bağımsız denetime tabi, vergi ayrıcalıkları olan 200 milyarlık liralık varlığa hükmeden özel hukuk hükümlerine bağlı “süper bir anonim şirket” statüsündedir”.
Dünya uygulamalar göstermektedir ki, Fondan çekişler ancak bütçenin özel durumlarda açık vermesi ya da emtia fiyatlarının kritik bir düzeyin altına inmesi durumunda mümkündür. Kanaatimize göre, ekonomik ve politik risklerimizin arttığı ve de dış kaynak imkânlarının giderek daraldığı günümüzde; Türkiye Fonu dış kredi temini, Eurobond, Sukuk( kira sertifikası- (her türlü varlık ve hakkın finansmanını sağlamak amacıyla varlık kiralama şirketleri tarafından ihraç edilen ve sahiplerinin bu varlık veya haktan elde edilen gelirlerden payları oranında hak sahibi olmalarını sağlayan, faizsiz bankacılık ilkelerine uygun bir yatırım aracı). varlığa dayalı menkul kıymet ihraçları ile uluslararası piyasalardan kaynak sağlamaya çalışması amaçlanmaktadır. Ancak “Fona” sağlanan özel ve esnek yapı ile de özelleştirmede etkinlik yaratma amaçlanırsa, kamu yararı bir kez daha ikinci plana itilmiş olur. Ayrıca fonun iç piyasada istikrar sağlayıcı bir tür”stabilazatör” görevi üstlenmesi de beklenmektedir. Yine varlık fonunun “mali harcama kuralı” doğrultusunda hükümetin bütçe için fon değerinin yüzde kaçını; hatta yurt dışı yatırım fonu alımı ve yurt dışı yatırım fonlarına satışta yüzde kaçının kullanabileceği gibi hususların Anayasa da yer alması, milli menfaatlerin korunması yönünde bir zorunluluktur diyebilirim. Diğer bir ifadeyle ekonominin yabancılaşmasını engelleyecek en önemli anayasal teminatı sağlamak mümkündür.
Ülke fonları arasında en başarılı örnekler arasında sayılan Norveç Fonu (Global-Norway) 960 milyar dolarlık varlık büyüklüğünü, Onu 1.462 milyar dolar ile Çin Yatırım Fonu ve 1.247 milyar dolar ile Birleşik Arap Emirlikleri izlediği dikkate alınırsa; organize küresel ekonomileri kontrol eden Çok-Uluslu şirketler, mevcut uluslararası varlık fonu hareketlerine egemen olacağı için, ulusal ekonomilerin küresel ekonomiler içindeki payı giderek daha da azalacaktır( bu fonların varlık dağılımı incelenirse, genelde yüzde 60’ı aşan payla hisse senedi önde gelmekte onu devlet tahvili ve gayrimenkul yatırımları izlemektedir).
Tarafımızdan önerilen aşağıdaki ilkelerin ekonomik gerekçelerinden önce, bir milletin kendi kendisiyle yaptığı siyasi sözleşme metni olana ANAYASA, aslında hukuk metni olduğu kadar nasıl yönetilmesi gerektiği ile ilgili siyaset ve iktisat vb. sosyal teoriler içerikli bilimlerin çıktılarını da ihtiva den ilkeler manzumesi olarak bilinir. Dolayısıyla gerekçeli çerçeveyi felsefi bağlamıyla doktrinden bilinenlerle ortaya koymak oldukça önem kazanmaktadır. Burada önce Liberal Düşünce geleneği’nin günümüzdeki önemli temsilcilerinin (F. A. von Hayek’in, J. M. Buchanan ve Kamu Tercihi Okulu) modern (Sınırsız) demokrasilerde politik yapının ekonomiyi yönlendirme konusundaki doktriner görüşlerine yer vereceğiz. Ardından da, Türkiye Varlık Fonu Türkiye Cumhuriyeti Devlet Anayasa tartışmalarının iktisat yönlü boyutuna(ekonomik anayasa) zemin oluşturacak şekilde önerilen Birinci ilke: Kamu Yararının Sürdürülebilirliği Üzerine Türkiye Başarım Değerlendirme Üst Kurumunun (TBDÜK) Gerekliliğidir. Bağlamları itibariyle:
Demokrasi, Liberalizm ve Liberal Demokrasi
Aslı Eski Yunan’dan başlatılan yaklaşık 25 asırlık bilinen tarihinden bugüne kadar henüz kesin ve herkesçe kabul gören bir tanımına ulaşılamayan bir kavramdır demokrasi. II. Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda Unesco tarafından yaptırılan bir araştırmada dönemin Doğulu ve Batılı bilim adamlarının yüz kadarının demokrasi kavramı ile ilgili görüşlerine başvurulmuş, neticede hiçbirisinin demokrasiye karşı olmadığı ortaya konmuştur. Ancak, araştırma sonucuna göre, “belki de tarihte ilk defa olarak “demokrasi”, çeşitli siyasi sistemleri ve sosyal organizasyonları savunan kuvvetli ve bilge kişiler tarafından bu siyasi sistem ve toplumların örgütşü ve ortak yaşamasını amaç edinen ideal görüş olarak” vasıflandırılmıştır.[1] Siyaset bilimci Burns’a göre de “demokrasi kadar gevşek, demokrasi kadar çeşitli tanımları yapılan ve tartışmalı pek az sözcük vardır”. Öyle ki “demokrasi neredeyse herkese herşeyi verecek bir şey anlamına gelir olmuştur”.[2] Keza, Şaylan, bu hususla ilgili olarak “demokrasi sözcüğünün günümüzde sihirli bir anlam taşıdığını; siyasal sisteme ilişkin en yüce insan idealini temsil ettiği ileri sürer. Bununla beraber, günümüzün dünyasında “demokrasi” kavramının tanımında tam bir birlik olduğu söylenemez”[3] değerlendirmesini yapmaktadır. Buchanan’a göre de demokrasi olumlu çağrışım yapan bir kavram olması itibarıyla “yapısı, amaç ve işleyişi cihetiyle geniş ölçüde çeşitlenen siyasi rejimlerin tasvirinde kullanılmaktadır”.[4]
Aslında 18.nci asrın sonlarına değin çoğu kimse ve özellikle de iyi eğitim görmüş kesimler ile yöneticiler demokrasiye itibar etmemiştir. Kavramın bir kelime ve sistem olarak isim yapması 19.ncu asır sonlarındadır. I. nci Dünya Savaşı’ndan sonra demokrasi tartışmaları büyük bir dalga halinde bütün dünyayı kaplamıştır. Ancak bu kavramın tarifinin tam yapılamayışı ve müphemliği nedeniyle tartışmacılar, genellikle, demokrasiye kendi dünya görüşlerinin ve ideolojilerinin değerlerini yüklemiş; görüşlerini meşrulaştırıcı bir kavramolarak hep olumlu imajları ön plana çukarmışlardır. Öyle ki, otoriter nitelikteki sistemlerin dahi demokratik olarak takdim edildiği ve uygulama eğilimi sergilendiği bilinmektedir.[5] Bütün bu zihin karmaşasına ve kasıtlara rağmen, yine de demokrasinin bazı belirleyici unsurlarından sözedilebilmektedir. Eski Yunan’da, hükümet ve devletler, siyasi karar alanların sayısına bakılarak üç gruba ayrılmıştır. Buna göre, eğer bütün vatandaşlar ya da belirli bir çoğunluk nihai kararı alıyorsa sistem demokrasidir. Eğer tek bir kişi karar veriyorsa monarşi ya da dejenere şekli olan tiranlık sözkonusudur. Bir azınlığın karar verme yetkisine sahip olduğu durumda ise sistem aristokrasi ya da yine dejenere haliyle oligarşidir.[6]
Görüldüğü gibi, bir siyasal sistem olarak demokrasinin ayırt edici niteliği, amme işlerinin yürütülmesine müteallik siyasal karar alma sürecinde ‘çoğunluğun’ etkin ve belirleyici olmasıdır. Schumpeter’in de sarahatle vurguladığı gibi, “demokrasi bir siyasi metot, yani siyasi (idari ve teşrii) kararlara varmak için düzenlenen bir müessese tipidir. Bu sebepledir ki, kendi içinde bir gayesi olamaz ve belirli tarihi şartlar altında sebep olduğu kararlara karşı ilgisizdir. Bu nokta onu tarife çalışanların bir başlama noktası” olmalıdır. Toplum olarak tarihsel kazanımlarını ve milli bütünlüğünü tehdit/feda edecek bir yanlışa sürürüklenmekten de sakınmalıdır. Bu ifade, kanaatimize göre, demokrasiyi tarif ederken “iyi hükümet” ve “iyi siyasi sistem” gibi ideali ifade eden terimlerle işe başlamanın, demokrasi tanımını benimsenen ideallerle sonuçlandırmanın, teorinin muhtevasını gözardı etmek anlamına geleceği şeklinde yorumlanabilir. Yine bu çerçevede, demokrasi sadece bir siyasal sistemdir; bir hayat tarzı ya da sosyal ve ekonomik nitelikli bir düzen değildir.[7] Burns’a göre demokrasi tarihi süreç içerisinde başlıca iki anlam kazanmıştır: Birincisi, dar anlamıyla demokrasi, yukarda vurguladığımız şekliyle “çoğunluk yönetimi ilkesine dayanan bir yönetim sistemi”dir. Buna göre “çoğunluğun iradesi, siyasal alanda neyin doğru olduğuna karar veren bir yargıç”tır. Bu, Rousseau tarafından geliştirilen demokrasi anlayışına tekabül etmektedir, ikincisi, ya da geniş anlamıyla demokrasi ise, John Locke’un öğretileriyle belirli bir şekle sokulmaktadır ve bir sosyal teori olarak liberalizmle paralellik arzetmektedir. Burada demokrasi kavramından çıkarılması gereken temel ilkeye göre “tüm erkin bir elde toplanması tehlikelidir ve bu nedenle tek doğru yönetim, sınırlı yetkiye sahip olan yönetimdir”. Buna göre “bir otokratın ya da bir aristokratın mutlak erkine ne kadar güvenilirse, çoğunluğun mutlak erkine de o kadar güvenilmelidir. Tüm yönetimler, hem azınlıkların hem de bireylerin korunması için, frenleme ve sınırlama yöntemleriyle denetim altına alınmalıdır. Bu sınırlamaların bir bölümü erkin kötüye kullanılmasını önlemek için başvurulacak mekanik yöntemler biçimindedir ama daha büyük bölümü, vatandaşlık hakları ve kişisel haklar için verilecek güvencelerden oluşur. John Locke bu hakları doğal hukukun temel Öğeleri olarak görmektedir. John Stuart Mill ise bunların, uygarlığın gelişmesi için mutlaka tanınması gereken haklar olduğunu düşünmektedir. Kısacası demokrasi düzenden çok özgürlükle ilgilidir ve bireyin dokunulmazlığı ile toplumun çıkarı arasında bir dengeyi esas alır”.[8]
Hayek ise, Burns’tan farklı olarak, yukardaki ayrımdan ilkine demokrasi (ya da demokratizm) ikincisine ise liberalizm demektedir. Ona göre Voltaire, Rousseau, Condorcet ve Fransız İhtilali’nin temsil ettiği,19.ncu asır İngiliz düşünürlerini (Bentham gibi) ve İngiliz Liberal Partisi’ni de etkileyen düşünce geleneği olan demokratizm, çoğunluğun gücünün sınırsızlığı prensibinden hareket etmiş ve hükümet gücünün kimin elinde olacağıyla ilgilenmiştir. Buna mukabil, Hayek’e göre libcral düşünce geleneğinin temel prensibi, kanun altında bireysel özgürlüktür. Bu temel prensip üzerinde yükselen liberalizm bireysel temel hak ve özgürlüklerin doğal ya da pozitif nitelikli hukuk kurallarıyla koruma altına alınmasını ve yönetim sisteminin (demokrasi, aristokrasi, monarşi v.s.) türü ne olursa olsun, kanunlarla, hukuk kurallarıyla sınırlandırılmasını esas almaktadır.[9] Hayek’e göre, liberalizm ile demokrasi arasında bazı temel farklar bulunmaktadır. Bunlardan en önemlisi kanun tanımı ve yapımına ilişkin olanıdır. Buna göre, demokrasi, daha ziyade kanunların nasıl yapıldığıyla alakalı olup, kanunların içeriğiyle ikinci derecede ilgilidir. Buna mukabil liberalizm kanunların içeriğine büyük önem verir. Demokrasi kanunun ne olacağının nasıl belirleneceği ile ilgili-bir doktrindir; bu açıdan kabul ettiği formül ise çoğunluk iradesinin ağır basmasıdır. Liberalizm ise, kanun yapma yöntemi olarak çoğunluğun fikrinin hâkim belirleyici olması yöntemini kabul etmez; demokratik siyasi katılım sürecini kabul etse dahi, çoğunluğun ya da temsilcilerinin yaptığı kanunların illa ki iyi-olduklarını, olacaklarını öngörmez. Hayek’e göre, temsili demokrasilerin temelinde yer alan ve yasama ve yürütme güçlerini tek bir mecliste birleştiren güçler ayrılığı prensibinin kanun yapımını temsilciler meclisinin inhisarına vermesi ve esasi (intrinsic) bir kriterle köklerinden bağımsız olarak ele alması neticesinde yasama organından geçen herşeye kanun denmiştir. Bu oluşum, demokratik hükümetin sınırsız hükümet olarak yorumlanmasının ve kanunların hepsini yasama organının beyan edilmiş iradesi (will) olarak gören legal (hukuki) pozitivizmin bir neticesidir.[10]
Demokrasi teorisyenleri bir asırdan uzun bir süre çoğunluğun her arzusunun adil (just) olduğunu öğretmişlerdir. Legal pozitivizm de bu görüşe, kanunun adalet (justice) kavramına bağlı olmadığını fakat adil olanı belirlediğini söyleyerek katkıda bulunmuştur. Demokratik teorinin günümüzde de süren bu yanlış kavramlaştırması, temelde, Rousseau’nun, Genel Fikir (yargı) (popular opinion) kavramı yerine, Genel İrade (popular will) kavramım ikame etmesinden kaynaklanmıştır; sonuçta, temsilciler meclisinden çıkan her karar herkesi bağlayıcı kanunlar olarak düşünülmüştür. Temsili hükümetin ilk teorisyenlerinin kanunu bu derece dar tanımlamaları, neticede Kanun Hâkimiyeti ve “kanun altında hükümet” kavramlarını tahrip etmiştir. Güçler ayrılığı prensibinin yasama ve yürütme güçlerini tek bir mecliste toplaması uygulamada hem yasama hem de yürütme faaliyetlerini çoğunluğun temsilcilerinin eline vermiş, legal ya da hukuki pozitivizmle birlikte bu durum yasama fonksiyonunun yürütme organının kontrolüne girmesine yol açmıştır. Bütün bunlar, yasama organının, klasik anlamda kanunları en uygun yapmayı mümkün kılacak şekilden farklı olarak, etkili hükümeti mümkün kılmak için gerekli şekilde örgütlenmesine yol açmıştır.[11] Hayek yürütme organının aşırı, hatta kanunlarm üzerinde tasarrufta bulunacak, icraatına uygun olarak kanunlarla oynayabilecek kadar, güç kazandığı bu durumu “hukuksuz hükümet” olarak tanımlamaktadır.[12]
Liberalizm ile demokrasi arasındaki bir diğer önemli fark ise demokrasinin “temelde egemenliğin kimde olduğuyla, kimlerin yönettiğiyle ilgili olan ve bu konuyu gündemin başına oturtan bir öğreti” olmasına mukabil liberalizm’in ” egemenliğin, kimin elinde olursa olsun, kim tarafından kullanılırsa kullanılsın, nasıl kullanıldığı ve idare edenlerin bizi nasıl ve ne dereceye kadar idare ettiği” ile ilgili bir öğreti olmasıdır… Kısaca ifade edersek, “demokrasi yöneticilerin nasıl seçildiğini, hangi yöntemlerle işbaşına getirileceğini belirlerken, liberalizm bu yöneticilerin bizi hangi sınırlar içinde ve ne gibi kayıtlar ve sınırlamalar altında idare edebileceğini ve yönetim esnasında özellikle neleri yapamayacağını belirler”.[13] Bu husus Niskanen tarafından şöylece izah edilmektedir.
“Herhangi bir toplum, genel (common) bir kurallar ve kanunlar kümesinin konusu olan insan grubu olarak tanımlanmıştır. Bir liberal toplum ise, bireylerin kuralları dayatan (yönetici) birimlerin ve kurallar dışındaki bireyler ve birimlerin zorlayıcı eylemlerinin maliyetleri toplamını minimize eden ve toplumdaki bireylere eşit olarak tatbik edilen kurallar bütünüyle karâkterize edilir. Bir demokrasi ise, nüfusun, kuralları ve yönetici birimi seçmede köklü (fundamental) yetkiye sahip olduğu toplumu ifade eder. Buna göre, bir liberal demokrasi, liberal kuralların demokratik süreç içerisinde seçildiği bir toplumdur”[14]
Görüldüğü gibi demokrasi, siyasal sistemin sınırlarını çizmekte, liberalizm ise muhtevasını tayin etmektedir. Hayek liberalizmin ve demokrasinin mefhum-u muhaliflerini sırasıyla totaliterizm ve otoriterizm olarak belirtmek suretiyle bu hususu daha net bir şekilde ortaya koymaktadır.[15] Bu ayrım çerçevesinde liberal düşünürler, “egemenliğin halkta olduğu ve kanunların halkın temsilcisi parlamento tarafından yapıldığı bir rejimin dahi despotik olabileceğini kabul eder”.[16] Muhtevası tayin edilmemiş bir demokratik sisteme ve sınırlandırılmamış bir çoğunluk idaresine karşı duyulan korku, çoğunluğun, nihayetinde popüler bir diktatöre, halk tarafından idareyi halk için idareye çevirecek bir kesime ya da kişiye, az ya da çok hür bir seçimle kudret ve iktidarı teslim edebileceği düşüncesine dayanmaktadır. J. L. Talmon da, kendisinin “totaliter demokrasi” dediği; çoğunluk adına hareket eden fakat muhalefete müsaade etmeyen ve popüler tasvibi “yöneten” fanatik bir azınlık sisteminden bahsetmektedir.[17] Niskanen ise totaliter demokrasiyi” seçmenlerin ya da temsilcilerin çoğunluğunun etkili bir anayasanın, oy verme hakkı (franchise) ve seçim kuralları dışında, her şartını (provision) değiştirebilmeleri” şeklinde tanımlamıştır.[18]
Çoğunluğun iradesine yönelik bu kaygılar Eski Yunan’dan bu yana mevcuttur. Bu kaygıların özünde, demokrasinin er ya da geç sosyalizme götüreceği düşüncesi yatmaktadır. Mesela Aristo’ya göre “demokrasi… eşit mülkiyet isteğini de getirecektir”.[19] Mayo’ya göre de” çoğunluğun (avamın, “büyük canavarın”) hali vakti yerinde olanların mülklerini zaptedeceği korkusu, tarihte çoğunluk prensibine karşı duyulan korkunun en kalıcı sebebidir.[20] Hayek de, hükümet gücünün sınırlandırılması yerine çoğunluğun gücünün sınırlandırılmamasını idealize eden Voltaire, Rouşseau, Fransız ihtilalinin temsil ettiği düşünce geleneğinin sosyalizme kaynaklık ettiğini vurgulamıştır.[21]
Liberal düşünce geleneği, esası itibarıyla, müdahale edilemez bireysel sahaların belirlenmesi ve güvence altına alınması çabalarıyla özetlenebilir. Bu temel espriden hareketle liberal düşünce geleneğinde esas olan, hukukun üstünlüğünün ve kanun hâkimiyetinin sosyal, siyasal ve ekonomik yapıya yön vermesidir. Bu anlamda, liberalizm, bir kanun yapma ve yönetim sistemi olarak demokrasiyi reddetmemektedir, ancak, temel hak ve özgürlükleri ve kanun hâkimiyetini gözettiği sürece diğer yönetim şekillerini de reddetmemektedir.
Bu liberal prensipler, bütün siyasal sistemler için, özellikle de demokrasiler için hayati önem taşımaktadır. Sartori’nin deyişiyle “liberalizmsiz demokrasilerden sözedilmesi hiçbir zaman o rejimlerin demokrasi olduğunu kanıtlamamıştır. Liberal demokrasinin sönmesi demek, demokrasinin de ölümü olmaktadır”[22]. Öte yandan, liberalizmin prensiplerinden hareket edildiğinde, siyasi yöneticileri belirlemenin ve denetlemenin demokrasiden daha etkin bir yolu olmadığı da söylenebilir[23]. Bu çerçevede, demokrasilerde sağlıklı bir yapının tesis edilebilmesi için hukuk düzeninin ve kurumsal yapının, çoğunluk iradesinin liberal düşünürlerce dile getirilen dokunulamaz, devredilemez ve vazgeçilemez nitelikli bireysel hakların ve sahaların ihlal edilmesine izin vermeyecek şekilde sınırlandırılması gerekli olmaktadır.
Demokratik hükümetin sınırlandırmasıyla ilgili olarak Hayek’in görüşleri oldukça önemlidir. Ona göre, “demokrasi kavramının yaygın bir şekilde yalnızca özel bir demokrasi türünü ifade edecek şekilde kullanılması zihinlerde karmaşaya yol açmaktadır. Bu anlamıyla demokrasi kavramı mevcut en üstün gücün (ultimate power) halkın çoğunluğunun ya da temsilcilerinin elinde olması gerektiğini ifade etmekte, ancak, bu gücün genişliğiyle ilgili olarak herhangi birşey söylememektedir. Çoğunluğun güce hâkim olması gerektiği talebini, çoğunluğun belirli konulardaki iradesinin smırlandırılmaması gerektiği talebi izlemiştir”[24]
Hayek, demokrasi kavramının, adeta kesin olarak, çoğunluğun sınırsız gücünü ifade edecek şekilde kullanılması karşısında, yönetim sistemini, yine çoğunluğun en üstün güç olduğunu kabul eden, ancak, bu gücün genel nitelik arzeden bir takım kurallara uymaya zorlandığı yeni bir kavramla ifade etme yoluna gitmektedir: Demarşi (demarehy). Ona göre demarşi, adaletin ne olduğu konusunda Rousseau’nun öngördüğü genel irade (popular will) kavramını değil, genel yargı (fikir) (popular opinion) kavramını idealize etmektedir. Hayek demarşi kavramını oluştururken, demokrasinin, oya dayanan çoğunluk yönetimini ifade eden demos’unu en yüksek otorite olarak kabul eder; ancak çoğunluğun bir düşünceye ve mantığa dayanmayan gücü (brüte power) anlamına gelen kratos yerine, çoğunluğun gücünün, yürürlükte olan ve insanlarca bilinen kurumsallaşmış ve yerleşik kanunlarla kayıt altına alınmasını ifade eden arehein kavramını ikame eder. Kendi ifadesiyle Hayek, yukardaki anlamda bir demokrat değil fakat bu anlamda bir demarşisttir[25]. Kanatimize göre Hayek bu ayrımı yaparken günümüzdeki batı demokrasilerinin genellikle liberal demokrasiler olarak tanınmasından hareket etmekte ve kendi görüşlerinin bir kavram kargaşası içerisinde anlamsız hale gelmesini önlemeyi amaçlamaktadır. Zira aşağıda daha ayrıntılı olarak ele alacağımız gibi, Hayek’in çoğunluğun sınırsız gücüne dayanması itibarıyla karşı çıktığı demokrasi kavramı, günümüzün liberal denilen demokrasilerini tanımlamaktadır. Ona göre, “günümüzde batı demokrasilerinin hepsi az ya da çok olsun sınırlandırılmamış (unlimited) demokrasilerdir.Günümüzün problemi demokrasi değil sınırlandırılmamış demokrasidir”[26]. Ancak demokrasi kelimesinin tek bir anlam ifade edecek kesinlikte kullanılması onu yeni kavram arayışlarına itmiştir.
Batıdaki demokrasiler de bireysel özgürlük (ki bir yandan bireylerin üstün (kamusal) bir otoritenin dış müdahalesinden bağımsız olması anlamında negatif bir boyutu, diğer yanda bireyin kendi kişisel yaratma yeteneğine sahip olması anlamındapozitif bir boyutu vardır), bireysel (siyasi katılım ve haklardan istifade etmek, genel ve eşit oy hakkı anlamında) eşitlik ve siyasal otoritenin anayasal çerçeve ile sınırlandırılması prensiplerine dayanmakta[27] [28], ancak yukarıda izah ettiğimiz genel irade nosyonu ve kanun anlayışı, çoğunluğun gücünün sınırsız olduğu telakkisi ve güçler ayrılığı prensibinin yasama fonksiyonunu icra organının kontrolüne sokması gibi olgular realitede yukardaki temel prensiplerin uygulanabilmesini engellemektedir. Bu olgular, günümüzde çoğunluğun hakimiyeti fikrinin giderek parlamentonun, hatta daha da ötesi parlamentoda çoğunluğu elinde bulunduran siyasal partinin ve parti tüzüklerine bağlı olarak parti genel başkanının mutlak hakimiyetine dönüşmesine de neden olmuşlardır28. Hayek’in düşünce sistemine göre, temsili demokrasiler bu nedenlerle bireyin özgürlüğünü korumada başarısız olmuştur.[29]
1.1. Temsili Demokrasilerin Çıkmazı: Oy-Çıkar Alışverişi
Liberal düşünürlere göre en kıymetli değer bireysel özgürlüktür. Bireysel özgürlüğün temeli ise ekonomik özgürlüktür. Ekonomik özgürlükle piyasa ekonomisi arasında içice bir ilişki vardır. Öyle ki Ludwig von Mises’e göre “piyasa ekonomisinin olmadığı yerde ekonomik özgürlük de yoktur. Piyasa ekonomisi ortadan kaldırıldığında bütün siyasi özgürlükler ve haklar ortadan kalkar. Özgürlüğü yaratan kanunlar, anayasalar vs. değildir; piyasa ekonomisidir. Bu sayılanlar sadece rekabetçi ekonomik sistemin insanlara sağladığı özgürlüğü polis gücüne karşı korur… Piyasa ekonomisi özgürlüğü “rekabct” ile sağlar”[30]. Friedman’a göre de piyasa ekonomisi ve rekabet mekanizması ile siyasal özgürlük arasında yakın bir ilişki vardır. Ona göre, “piyasa sistemi, siyasal kanallar aracılığıyla karara bağlanması gereken sorunlar dizisini olabildiğince azaltarak, siyasal otoritenin (devletin) toplumsal yaşama, bireylerarası ilişkilere katılması gereğini en aza indirmektir. Öte yandan, insanlar ancak piyasa sistemi mevcutsa siyasal sisteme muhalefet edebilme imkânına sahip olabileceklerdir”[31]. Zira, ekonomik gücün siyasal gücün kontrolundan çıkması siyasal iktidarın zor kullanma gücünü azaltmaktadır.
Hayek’e göre, günümüz batı dünyasında hâkim bulunan siyasi kurumlar, kollektivistlerin piyasa ekonomisi yerine planlı bir sistem ikame etme çabalarından çok daha etkili bir şekilde, piyasa ekonomisini tahrip etmeye yönelik tehditlere kaynaklık etmektedir; bunu önleyebilmek ancak bu kurumların değiştirilmesiyle mümkündür[32]. Zira, ona göre “modern politik kurumların öyle müşevvik bir yapısı vardır ki, bu yapı hatalı politikalar ürettiği gibi hatalı politikalar sürdürülmesine yol açan mekanizmalara da sahiptir”[33]. Yukarıda, günümüz batı kurumlarının bu şekilde “kötülük” üretmesine neden olan unsurları izah etmiş ve bu kötülüklerin mevcut demokrasilerin yapılanmasından kaynaklandığına ilişkin olarak Hayek’in görüşlerini incelemiştik. Bu çerçevede Hayek, Joseph Schumpeter’in demokrasi ile kapitalizm arasında bir uyuşmazlık olduğuna ilişkin iddiasına katıldığım belirtmekte, ancak bir şerh düşerek, şimdilerde demokrasinin tek mümkün formu telakki edilen siyasal organizasyon tipinin, tek demokrasi formu değil, demokrasinin, halkın çoğunluğu piyasa ekonomisini yerleştirmeyi irade etse bile hükümetin iktisadi hayat üzerindeki kontrolünün giderek genişlemesine yol açan bir türü olduğunu vurgulamaktadır.[34]
Batı demokrasilerinin piyasa ekonomisini tahrip edici etkiler üretmesinin nedeni, Hayek’e göre, çoğunluğun desteğine dayanan ve adeta sınırsız güce sahip olan hükümetin, çoğunluğun sürekli desteğini güvence altına almak için, sınırsız gücünü -belirli ticari faaliyet erbabı, belirli bir bölge halkı ilh.- muhtelif özel çıkarların hizmetinde kullanmasıdır. Zira, halk kütlesinin piyasa sisteminden yana ve hükümet müdahalesine karşı olduğu bir toplumda bile, normal olarak, grupların büyük bir kısmı kendi çıkarlarına bir istisna yapılması arzusundadır. Bu sosyo-politik şartlar altında güç (power) sahibi olmayı ve bunu korumayı ümit eden bir siyasal partinin, gücünü, belirli grupların desteğini satınalmada kullanmaktan başka bir seçeneği yoktur; eğer özel çıkarlarına yönelik sözler vererek belirli grupların desteğini satınalamazsa çoğunluğun desteğini elinde tutamayacağı açıktır. Aynı şekilde, bir devlet adamı, kendini tamamen toplumun çıkarma adamış olsa bile, kendisince toplum açısından önem arzeden işleri başarabilmek için ihtiyaç duyduğu çoğunluk desteğini, ancak belirli özel çıkarlan tatmin ederek sağlayabilecektir.[35]
Galbraith, batı demokrasilerinde çoğunluğun değil belirli özel çıkar gruplarının belirleyici ve yönlendirici olduğu konusunu şöylece ifade etmektedir:
Bizim sistemimiz seçmene yetki verir. Bu arada hiç kuşkunuz olmasın ki paraya da yetki verir. Çoğunluğu halk oluşturur, zengin sayısıysa azdır. Fakat politikacılar paraya gereksinim duyarlar. Varlıklı kişiler bir şeyi açıkça dile getirmeyi sıradan bir yurttaştan çok daha iyi becerirler. Bu nedenle de, onların ağzından çıkan yakınmalar çoğu zaman halkın sesi sayılır yanlışlıkla. Sonuç, seçmenlerle para arasındaki bir dengeden ibarettir”.[36]
Neticede, oy-çıkar alışverişi şeklinde seyreden bu siyasi süreç (political process), Hayek’e göre, mevcut kurumların ve temsilciler meclisinin (bir diğer ifadeyle yasama meclisinin-souvereign legislature) çoğunluğun gerçekte istemediği yönde faaliyet göstermesine yol açmaktadır. Bunun nedeni ise, meclisin gücüne konmuş resmi sınırlamaların olmayışıdır.[37] Hayek, demokratik yöntemlerin benimsenmesi ile birlikte siyasi iktidar üzerinde başka bir sınırlamaya gerek kalmadığı “yanılgısını”, parlamento çoğunluğunun çoğunluk olarak kalabilmek için çeşitli çıkar çevrelerinin desteğini satınalmak ve bunun için ne istiyorlarsa yapmak zorunda olmalarının bir keyfilik ve tarafgirlik kaynağı olması ve çoğunluğun ahlaki prensipleri ile bağdaşmayan sonuçlar yaratması nedeniyle,”asnmızın trajik hatası” olarak değerlendirmektedir.[38]
Hayek, temsili demokrasilerde, çoğunluğun sınırsız gücünün giderek yerini meclisin gücünün sınırsızlığına bıraktığını görerek, batı demokrasilerindeki mevcut meclislerin organizasyonu dışında ve bu gücün sınırlandırılmasına yönelik bir kurumsal form arayışına girmiştir. Önceki bölümde izah edilen değerlendirmelerine paralel olarak temsili demokrasinin temelinde yer alan güçler ayrılığı prensibinin işlerliğini kaybettiğini, bu prensibe dayanan temsilciler meclisinin gücünü, bütün bir toplumun değil belirli grupların özel çıkarlarına hizmet etmede kullandığını, kanun tanımına bağlı olarak, çoğunluğun iradesine, arzu ve beklentilerine aykırı karar ve politika tercihlerinin kolayca kanun hükmü kazandığını vurgulamaktadır.
Hayek’e göre, güçler ayrılığı prensibinin işlerliğini kaybetmesinin nedeni, “organize menfaatlerin koalisyonları” olan siyasal partilerdir. Liberal anayasacılığın fikir babalarının, mesela J. Locke’un güçler ayrılığı prensibini benimsedikleri dönemde siyasal partiler henüz ortada yoktu; bu nedenle yüksek meclisin uygun yasama işleriyle (legislation proper), yani nomos’un ihdasıyla iştigal ettiğini düşünmekte makuldular. Siyasal partiler somut irade (concrete will) meselesiyle, yani kendilerini teşkil etmek üzere birleşen insanların özel menfaatlerini tatmin etmekle ilgilidir. Oysa legislation proper (yani uygun yasama), bir konuda genel yargı anlamına gelir; bu nedenle özel menfaatlerin temsilcileri elinde değil, genel yargıyı temsil eden ve özel menfaatlerin baskısından bütünüyle korunmuş insanların elinde olmalıdır.Hayek siyasal partilere karşı değildir; siyasal partileri hükümet işlerinin gerçekten etkin demokratik yönetimi (conduct) için gerekli görür. Ancak, yasamayla görevli bir temsil organının seçiminin organize partilerden bağımsızlaştırılmasını önermektedir.[39]
Hayek’e göre bunun yolu birbirinden farklı iki ayrı meclis ihdas etmektir; bu meclislerden biri yasama diğeri de yürütme fonksiyonunu üstlenmelidir. Yasama meclisi yalnızca dar anlamda adil yönelimli (just conduct) yasaların geçirilmesiyle uğraşmalıdır; mensupları belirli çıkarların seslendiricisi olmamalıdır. Yürütme meclisi de, hükümetin organizasyonunun, hükümetin insiyatifindeki araçların nasıl kullanılacağının ve hükümetin yerine getireceği hizmetlerin karakterinin belirlenmesiyle ilgilenmelidir. Kendi başına birey vatandaşlar üzerinde zorlayıcı güç kullanamayacaktır; bu tür güçler, mesela hükümetin yerine getireceği hizmetlerin finansmanında kullanılacak vergilerin yükseltilmesi yetkisi de dahil olmak üzere, yalnızca yasama meclisinin ihdas ettiği just conduct yasalara bağlı olarak genişletilebilecektir. Yine de, özel menfaat gruplarının, küçük bir ihtimal de olsa, baskısından etkilenme ihtimallerine karşı her iki meclis de bir yüksek yargı organının denetiminde olmalıdır; bu yüksek mahkeme, denetim fonksiyonu yanında, yasama ve yürütme organları arasındaki anlaşmazlıkların giderilmesi hususunda başvurulabilecek bir karar organı da olmalıdır.[40]
Hayek, batılı siyasal kurumlann piyasa sisteminin ve dolayısıyla bireysel özgürlüğün, temel hak ve özgürlüklerin aleyhine politikaların üretimine ve uygulanmasına yol açtığını vurgulamış, bunun nedenleri üzerinde durmuş ancak bunun mekanizmalarını incelememiştir. Bu boşluk Kamu Tercihi Okulu’nca doldurulmuştur.[41]
1.2. Kamu Tercihi Ekolü: Modern Siyasal Kurumlann Ekonomiye Etkisi
Ekonomi, siyaset bilimi ve hukukun kesiştiği bir alt disiplin olan kamu tercihi teorisi, 1930 ve 1940’lann hâkim düşüncesi olan ve piyasanın başarısızlığı teorisini (the theory of market failure) ortaya atan refah ekonomisi yaklaşımına karşı devletin başarısızlığı teorisini (the theory of government failure) geliştirmiştir. Kamu Tercihi Ekolü iki farklı ama birbiriyle ilişkili alanda gelişmiştir: Bunlardan birincisi mevcut siyasal kurumlar dâhilindeki karar alma süreçlerini tahlil eden pozitif nitelikli Kamu Tercihi Teorisi, diğeri ise daha ziyade normatif nitelikli olan ve mevcut siyasal kurumlar dâhilindeki karar alma süreçlerinin aksaklıklarını gidermeye yönelik olarak muhtelif hukuk kuralları geliştirmeyi amaçlayan Anayasal İktisat yaklaşımıdır. Burada inceleme konumuz itibariyle bizi ilgilendiren daha ziyade Kamu Tercihi Teorisi’dir.
Kamu Tercihi Teorisi’nin metodolojisi pozitif nitelikte olup, konusu toplumsal kurumların, özellikle de modern politik kurumların nasıl işlediklerinin (operate) analiz edilmesidir. Bu amaçla iktisat teorisinde oldukça sofistike bir analitik seviyede geliştirilmiş araçları ve yaklaşım melodlarını almış, devlet sektörüne, siyasete ve kamu ekonomisine tatbik etmiştir[42]. Bu cihetle Mueller, kamu tercihi teorisini, piyasa-dışı karar alma sürecinin ekonomik incelemesi ya da basitçe iktisat biliminin siyaset bilimine tatbiki olarak takdim etmektedir; ancak politikayla ilgili daha önceki çalışmalardan iktisadın analitik araçlarını kullanması yönüyle ayrılmaktadır[43]. Buchanan kamu tercihi teorisini iktisat teorisinden hareketle tanımlamaktadır: Ona göre iktisat teorisi” ekonomi dediğimiz karmaşık (complex) mübadele sürecinin anlaşılmasına ve açıklanmasına yönelik bir analizler bütünüdür. Piyasa faaliyetlerine alıcılar, satıcılar, yatırımcılar, ve üreticiler, müteşebbisler olarak katılan bireylerin davranışlarını, ayrı ayrı katılımcıların kendilerinin bilgisi ve amaçlan dâhilinde olmayan, ancak, bir bütün olarak toplum için ulaşılan sonuçlarla ilişkilendirmemizi sağlayan bir analizler bütünüdür…(Bu anlamda iktisat teorisinin geliştirilmesinde Avusturya’nın önemli bir yeri vardır)”. Buchanan göre kamu tercihi teorisinde de “iktisat teorisinde olduğu gibi, analizler, birey aktörlerin davranışlannı devlet sektörüyle; yani seçmen, bir kamu görevi adayı, seçilmiş temsilciler, siyasi partilerin liderleri ve üyeleri ile bürokratlar (ki bunlar kamu tercihi rolleridir) olarak insanların çeşitli kapasiteleri içindeki davranışlarını, gözlediğimiz ya da gözleyebileceğimiz hasılaların bileşiği (composite) ile ilişkilendirmeyi amaçlamaktadır. Kamu tercihi teorisi, politika sektörü dahilinde süren kompleks kurumsal karşılıklı etkileşimlerin (interaetions) anlaşılmasını ve açıklanmasını sağlamaya çalışır”. Bu çerçevede, analitik çalışmalarında başlıca iki temel varsayımdan hareket etmektedir:[44] (1) Metodolojik bireycilik prensibi ve homo cconomicus tipolojisi, (2) Politik mübadele (catallaxy).
1.2.1. Kamu Tercihi Okulu’nun Metodolojik Bireyciliği ve Homo Economicus
Kamu tercihi teorisi, metodolojik bireycilik prensibini benimsemiştir; bu metodolojik tercihin gerisinde, diğer unsurlar yanında, Avusturya Okulu’nun metodolojik görüşlerinin de etkili olduğunu belirtmek mümkündür[45]. Metodolojik bireycilik prensibine göre “toplumsal bilimlerin konusu olan … insan davranışları ve toplumsal kurumlar, onları oluşturan bireylerden hareketle incelenmelidir. Devlet ya da ulus gibi olgular büyük bir karar alıcı olarak değil, çok sayıda bireysel karar alıcıların karmaşık bir bileşimi olarak düşünülmelidir… Toplumsal bilimlerde metodolojik bireyciliğin tam tersi yaklaşım, metodolojik bülüncülük (holis”m) olarak bilinmektedir. Bu yaklaşımda önemli olan, grup ya da kurumların bir bütün olarak özelliklerinin anlaşılmasıdır. Bireylerin sosyal olgu üzerindeki etkisinden ziyade, sosyal bütünlerin (social wholes) bireylerin davranışlarını kontrol ya da etkileme yolları vurgulanmaktadır”.[46]
Buchanan’a göre “kamu tercihi teorisi metodolojik olarak iktisat teorisiyle aynı anlamda bireycidir”.[47] Buchanan ve Brennan, bireyler açısından ‘saf seçim mantığını’ esas alan ve bireyin fayda fonksiyonunun argümanlarını tayin etmeyen, yani ‘boş’ bırakan iktisat teorisi ile, ampirik olarak reddedilebilir hipotezler vücuda getiren ve bireylerin servet maksimizasyonu motiviyle hareket ettiklerini öngören iktisat bilimi arasında bir ayrım yapmaktadırlar. Bu çerçevede, onlara göre iktisat teorisindeki bireyin illa ki kişiselleştirilmiş anlamda bir çıkar gütmesi gerekmemekte, birey farklı kesimlerin çıkarlarını dâ temsil etmekte ve temsil ettiği çıkarlan maksimize etmeye çalışmaktadır[48]. Bir diğer ifadeyle, kamu tercihi okulu, homo economicus’u klasik anlamıyla tanımlamaktadır; burada homo economicus’un fayda fonksiyonundaki argümanların kesin olarak belirlenmesine gerek yoktur, yani fayda fonksiyonunun iktisat biliminde olduğu gibi dar anlamda tanımlanmasıyla kamu seçicisinin (public chooser) bireysel refahı dışında kalan diğer argümünları da içermesi arasında metodolojik olarak bir fark yoktur[49]. Ekonomik ilişkilerde birey, objektif olarak tanımlanmış çıkarını elde etmesini sınırlandıracak ahlaki ve moral telakkilerden etkilenmez. Homo economicus postulasınm çıkarını artırma dışında davranacağı öngörülmemiştir; kendisinin veya temsil ettiği parti ya da partilerin net çıkarını artırma doğrultusunda faaliyette bulunacaktır. Bu, ekonomik alanda olduğu kadar ekonomik olmayan alanlar, mesela siyaset için de geçerlidir[50]
Kamu Tercihi Teorisi, homo economicus postulasını kamu tercihi rollerine tatbik etmektedir. Böylece “kişisel çıkar kaygısı, piyasada olduğu gibi siyasi faaliyetlerde de insan faaliyetlerini yönlendiren temel faktör olarak belirmektidir”[51]. Buchanan’a göre birey, “kamu ekonomisi karar alma sürecinde, özel ekonomideki (piyasa ekonomisindeki) davranış motivasyonunun bir benzerini rasyonel seçimler yaparak gösterir. Başka bir ifadeyle bireyler, piyasa ekonomisinde olduğu gibi, kamu ekonomisindeki karar ve tercihlerinde de “Özel çıkarlarını maksimize etme eğilimindedir..”[52] Buchanan bu nedenle kamu tercihi teorisine “Politikanın Bireysel Teorisi”de demektedir.[53]
Buchanan ve Brennan, ‘Anayasal tercih’ (constitutional choice) (yani kurumlararası tercih) ile ‘Anayasal ötesi dönem tercihi’ (postconstitulional choice) (yani kurumlar veri iken alternatif seçenekler arasındaki tercih) arasında bir ayrım yapmaktadırlar. Bu ayrımı yaptıktan sonra, homo economicus tipolojisinin, en mükemmel (genuine-dahiane) kurumsal tercihin yapılmasına yönelik mukayeseli kurumsal analize çoğu açıdan en uygun bireysel davranış postulasını sunduğunu kabul etmektedir. Onlara göre, homo economicus, anayasal tercih sürecinde kabul edilebilecek en uygun davranış postulası olup, metodolojik olarak benimsenmektedir; yoksa bu davranış konstrüksiyonunun bir bütün olarak bilimsel savunusunu yapmak anlamında değil.[54]
Bu konuyla ilgili olarak şunları söylemektedirler: “Alternatif toplumsal düzenleri -ekonomik, politik ve toplumsal oyunun alternatif kurallarını- değerlendirmede kullanılacak insan modeli, ne olursa olsun, mukayese edilecek ihtimallerin hepsine de aynı şekilde (uniformly) tatbik edilmelidir. Bu metodolojik bir gerekliliktir… Sınamanın (exercising) nihai amacı, alternatif insan modelleri değil, alternatif kurallar kümesi arasında bir seçim yapmaktır. Bu nedenle öncelikle tek bir insan modeli seçmemiz mecburidir. Aksi halde, kurumların etkilerini izole etmemiz analitik olarak imkânsız hale gelir”.[55]
Kamu Tercihi teorisyenlerinin, alternatif modeller arasından homo economicus postulasım benimsemelerinin gerisinde, klasik liberalizmin, bireysel çıkar maksimizasyonu peşinde koşturan kişilerin eylemlerinin kollektif çıkarın da maksimizasyonunu sağlayacak şekilde transformasyonunu sağlayacak kurumsal yapıları bulma eğilimi vardır. Liberal düşünce geleneğine göre iktisadi alanda bu dönüşümü mümkün kılacak kurum piyasa ve kurallar da piyasa kuralları idi. Böylece insanın ahlaki açıdan en bencil bir davranış formunu izlediği, yalnızca kişisel çıkar maksimizasyonu motiviyle faaliyette bulunduğu durumda bile, piyasa kuralları (görünmez el), bu faaliyetleri, toplum çıkarını da maksimize edecek şekilde dönüştürecektir. Kamu tercihi okulu teorisyenleri de konuya bu mentalite ile yaklaşmakta, kişisel çıkar saikiyle hareket eden kamu tercihi rolleri arasındaki ilişkilerin toplumsal çıkarı da yükseltmesini sağlayabilecek kurumsal yapıları tesbite çalışmaktadırlar[56]. Brennan ve Buchanan bu konda şunları söylemektedir: “Bir toplumsal düzeni sorgularken (posing about) ilgilendiğimiz mesele, bireysel faaliyetleri koordine eden kuralların,, katılımcıların kendi özel çıkarları, için üstlendikleri faaliyetleri, diğerlerinin çıkarlarında da bir getiriye (outcomes) dönüştürecek türden olup olmadığıdır. Bu acaip alşiminin (curious alchemy) esasında – görünmez elin, az ya da çok belirlenmiş şartlar altında, özel çıkarı kamu çıkarına dönüştürecek yönde işlediği (operates)- piyasa tarafından çalıştırıldığım biliyoruz. Mukayeseli kurumsal analiz (comparative institutional analysis)’in ilk görevi (prime task), diğer kurumların da bunun aynısını yapıp yapamayacağını, eğer yapıyorsa hangi sınırlar içinde yaptıklarını araştırmaktır. Bu görevin tek varsayımı da bireylerin, en azından ‘bazı zamanlar’, dar anlamda tanımlanmış özel çıkarları dâhilinde davrandıklarıdır… Bireysel çıkarların kollektif çıkara dönüştüğünü göstermek için, tabiatıyla birimlerin (agents) özel çıkarla motive edildiklerini varsayarak işe başlarız”.[57]
Homo-economicus tipoiojisinin tercih edilmesinin bir diğer nedeni de, karşılıklı güvenin derecesi ne olursa olsun, insanlararası ilişkilerde, mesela bir sözleşme yapılırken, muhtemel en kötü şartların, doğabilecek zararların esas alınması, bunlardan korunulmaya çalışılmasıdır. Kamu tercihi ekolünde anayasaya bir toplum sözleşmesi olarak bakılmasından dolayı, her türlü ahlaki ve moral sınırlamalardan uzak olarak yalnızca kendi maddi çıkarları peşinde koşan bireye işaret eden homo-economicus, bu cihetle, bireylerin en bencilce davrandıkları durumda dahi toplum açısından olumlu sonuçlar doğmasını sağlayacak bir anayasal ve kurumsal düzenleme arayışına en uygun davranış postulasım sağlamaktadır. Buchanan’m değerlendirmesiyle özetlersek; “Hâkimler hukukun gereklerini gözetse de, hükümet görevlileri kendi kamu yararı kavramlarını gerçekleştirmeye çalışsa da, seçilmiş politikacılar ‘iyi toplum’ arayışında olsa da, kurumsal düzenlemeler, ilgililerin dar anlamda tanımlanmış kişisel çıkarları gözönünde tutularak yapılmalıdır”[58]
Özetle; Kamu Tercihi Teorisi’ne göre, (1) mukayeseli kurumsal analizlerde kullanılacak insan modeli, karakteristikleri ne olursa olsun, analitik nedenlerden ötürü kurumlara tektip (uniform) olarak tatbik edilmelidir, (2) bu uygulama, ampirik bulgular aksini gösterse bile sürdürülmelidir, (3) mukayeseli kurumsal analizlerde kullanılacak spesifik insan motivleri, birincil insiyaki güç olarak özel çıkar arayışını ve maksimizasyonunu vurgulamalıdır, zira mesele bireysel motivleri kamusal açıdan arzu edilir faaliyetlere dönüştürecek alternatif kurumsal yapıların ve kuralların incelenmesidir.[59]
1.2.2. Politik Mübadele (Catallaxy) ve Demokratik Sistemlerde Politik Süreç
Catallaxy, bazı 19. asır düşünürlerince ekonomi kavramı yerine, önerilen “mübadele” bilimidir; Hayek de, ekonomi alanında kıt kaynakların etkin kullanımını sağlamaya yönelik ekonomi anlayışı yerine, piyasa kurallarının işlemesini esas alan catallaxy kavramının kullanılmasını önermektedir[60]. Buchanan’a göre ekonomi alanındaki bu yaklaşım, araştırma konusu olarak dikkati ‘mübadele, ticaret, anlaşma ya da sözleşme sürecine’ çekmekte, buna bağlı olarak da ‘kendiliğinden oluşan düzen’ (spontenaous order) fikrini Öne çıkarmaktadır; yani vurguyu insanlararası ‘gönüllü anlaşmaların’ bütününe, basit mübadele alanından kompleks mübadele alanına kaydırmaktadır. Kamu tercihi teorisi, catallaxy kavramı çerçevesinde politikayı ‘güç’ açısından değil mübadele paradigmasıyla modellemektedir.[61]
Buna göre politik mübadele sürecinin ekonomik mübadele sürecinden daha karmaşık olmasının nedeni, ekonomik mübadelede iki taraf olmasına mukabil, politik mübadele sürecinin toplumun bütün mensuplarını kapsamasıdır. Dolayısıyla, Buchanan’a göre, politikayla mukayese edildiğinde iktisat teorisi daha basit kalmaktadır. Politik mübadele, anayasal tercih sürecinde de anayasal ötesi terpih sürecinde de sözkonusudur. Konumuz çerçevesinde bizi ilgilendiren bu süreçlerden birincisi, yani anayasal tercih sürecidir. Ancak bir anayasal sözleşmenin teşekkül etmesinden sonra, kompleks politik mübadelenin, ‘koruyucu devlet’in hizmetlerinden yararlanan herkes için bir net kazanç elde edilmesini sağlayabilecek şekilde nasıl organize edileceği de önemlidir. Bu süreçte ilgilenilen konular ise ‘oy verme ve oy verme kuralları, seçim ve parti rekabeti ile bürokrasi teorileri’dir. Kısaca, devlet faaliyetlerinin rolü bir kere belirlendikten sonra şu sorular gündeme gelmektedir: Devlet kararları nasıl ve kim tarafından alınacaktır? Hangi kurallar dâhilinde? Ve, muhtelif kurallar nasıl çalışacaktır.[62]
Teori, bu noktada iki ayrı tipte mesele ortaya koymaktadır. Birincisi ortak masraflar (joint outlay) üzerindeki farklı bireysel tercihlerin nasıl uzlaşacağı ya da uzlaştırılacağıdır; ya da insanların farklı prosedürel kurallar altında kollektif kararlara nasıl ulaşacaklarıdır. Bu mesele, ‘devlet’ le değil, bir arz teorisinden bağımsız olarak ‘devlet mal ve hizmetlerine olan talep’le ilgilidir, ikincisi ise, devlet gücünü elinde bulunduran ve vatandaşlarca talep edilebilecek mal ve hizmetlerin arzıyla ilgilenen kişilerin davranışlarıyla ilgilidir[63]. Bu meselelerden birincisine kamu tercihi ekolünün talep yönü, ikincisine ise arz yönü diyebiliriz.
Buchanan’a göre, 19 ve 20. nci asırların legal siyasal toplumunda, devlet veya hükümet adına faaliyette bulunmakla yetkili kimselerin, ‘kamu görevlileri’nin (public man) ya da genel olarak ‘meclis’in bir ‘aziz’ gibi davrandığı kabul ediliyordu. Buna göre, kamu görevlileri, yani meclis adına faaliyet gösteren, seçilmiş yasa koyucu (selected legislator), hâkim, bürokrat vs. vatandaşların özgürlüklerini sınırlayacak tercihler arasından seçim yapan bir kimsenin kendi kişisel çıkarım gözeterek davranışta bulunacağı düşüncesi tasvip edilmiyordu. Buna mukabil, piyasa sürecinde, işadamlarının, genel çıkarı artırırken esasında kendi çıkarları peşinde koştukları, yani birer homo-economicus oldukları görüşü benimseniyordu[64]. Modern siyaset bilimciler de, çoğunlukla, gözlediğimiz baskıcı (predatory) politikaya rasyonalizasyon ve tasvip kazandırmaya, özürler bulmaya çalışmaktadır. Bu tür bir baskıcılık, politikanın, hakikat (truth), iyilik, sosyal adalet, Tanrı’nın şanını yüceltme vs. transandant, birey-dışı ve birey-üstü amaçları gerçekleştirme peşinde olduğu gibi, teleolojik (amaç yönelimli) yorumlar getirme eğilimindedir. Bu husus, siyasal gücü elinde bulunduranlann, aynı zamanda, fiili ya.da potansiyel olarak halkı sömürme imkanına sahip olmaları anlamına gelmektedir; ki böyle tanımlanan bir politikanın tabii eğilimi de bu yöndedir[65]. Kamu tercihi teorisinden önce, siyasal alandaki insanların da kişisel çıkar motiviyle faaliyette bulunduğu görüşü bir esas olarak mevcut değildi. Buchanan’a göre “devlet adına faaliyette bulunacak konuma yerleşmiş bir kimsenin, eğer yetkilerini ve bu yetkiler dahilinde nasıl davranabileceğini tanımlayan legal-anayasal sınırlamalar uygun bjr şekilde düzenlenmişse, kendi net servetini maksimize etmeye çalışan bir tip olarak modellenmesini” ilk kez kamu tercihi teorisi öngörmüştür[66]. Bu noktada, insanların kendi çıkarlarını maksimize etme saikiyle faaliyet gösterdiği basit mübadeleye dayanan piyasa sürecine mukabil, yine katılımcıların homo-economicus davranış postulasına sahip olduğu kompleks mübadeleye dayanan politik süreç bir inceleme konusu olarak ortaya çıkmaktadır.
Kamu tercihi okulunun politikayı bir süreç olarak algılamasının temeli Avusturya Okulu’nun piyasa süreci kavramına dayanmaktadır. Buna göre piyasa, kendi başına mevcut olan etkinlik, sosyal adalet veya Tanrı’nın şanını yüceltme gibi, kendisinden ‘bağımsız’ amaçların gerçekleştirilmesini sağlayacak bir mekanizma ya da enstrüman değil, sosyal faaliyetlerin hulasa edildiği bir süreçtir[67]. Kısaca piyasa, bireylerin bir diğeriyle, kendi ayrı bireysel amaçları adına ilişkide bulunduğu kurumsal bir süreçtir. Bu süreç dâhilinde, uğruna faaliyette bulunulan bireysel değerler sürecin dışında ve bağımsız olarak mevcut değildir, ve süreç, ancak katılımcıların değerlerini maksimize edebiliyorsa etkindir. Dolayısıyla burada önemli olan, bireysel değerlerin maksimizasyonunu sağlayan kurumsal düzenlemelerin neler olduğudur. Buchanan’a göre, piyasa, çok iyi tanımlanmış, saygı duyulan ve korunan bir mülkiyet hakkını kapsayan ve sözleşme gereklerinin yerine getirilmesini garanti altına alan uygun kanunlar ve kurumlar olmadan, ‘bireysel değerlerin maksimızasyonu anlamında bir etkinlik’ vücuda getiren kendiliğinden düzeni ortaya çıkaramayacaktır. (Burada, insanların davranışlarını yönlendiren, yönelimleri ayrı iki saik olduğu kabul edilmektedir: Birincisi dar anlamda tanımlanmış ve kısa vadeli bireysel çıkarlar, ikincisi ise karşılıklı faaliyet sürecinde diğer bireylerin eşit haklarına saygılı olma anlamında sofistike ve uzun dönemli bireysel çıkarlar. Yasaların, geleneklerin ve moral telakkilerin hep dar anlamda tanımlanmış kişisel çıkarın muhtemel tahripkâr sonuçlarını sınırlamaya ve kontrol altında tutmaya yönelik olarak düzenlendikleri ya da evrildikleri (evolate) düşünülmektedir). Piyasa süreci, ancak bu kurumsal sınırlamalar başarılı olarak işlerse, birbirinden ayrı oldukları tasavvur edilen bireysel değerlerin maksimizasyonundan bağımsız bir kendiliğinden düzenin tezahür etmesini mümkün kılacaktır.[68]
Kamu tercihi teorisine göre, politik süreçte de, piyasa sürecinde olduğu gibi, toplumsal amaçlar, ulusal hedefler veya sosyal refah fonksiyonları gibi şeylere yer yoktur[69]. Politik süreç, özellikle anayasal ötesi dönem tercihinin incelenmesini, yani mevcut kurumlar ve kanunlar dâhilinde faaliyette bulunan bireylerin kendi kişisel çıkarlarını maksimize etme arayışları içerisinde, devlet mal ve hizmetini talep edenlerle bu mal ve hizmetleri arzetme yetkisine sahip olanların davranışlarını ve aralarındaki ilişkinin incelenmesini içermektedir. Bu da, oy verme ve oy verme kuralları, seçim ve parti rekabeti ile bürokrasi teorilerinin incelenmesiyle ilgilidir:
Oy verme ve oy verme kuralları: Bu, bütünüyle bir devlet ya da politika teorisi değildir. Sosyal grupların, arz yetkisine sahip olan birimlerden nelerin talep edilebileceğine ilişkin karar ve tercihlere nasıl ulaştıklarının teorisidir. Bu teoriye ilişkin analizler, zımnen, mal ve hizmetlerin talepten bağımsız, pasif bir şekilde arzedildiğini varsayar ve arzedenlerin motivasyonlarını yadsır[70]. Kısaca, bu teori, politik mübadele sürecinin talep yönünün incelenmesidir.
Seçim ve parti rekabeti: Bu teori ise politik mübadele sürecinin arz yönüyle ilgilidir. Buna göre, temsili demokrasilerde, seçilen ya da bir grup adına faaliyette bulunmakla yetkilendirilen temsilcilerin ya da idarecilerin çıkar ile seçmenlerin ve ilgili grup üyelerinin çıkarları arasında belirli bir ilişki vardır. Bu cihetle seçim rekabeti, piyasa rekabetinin ekonomideki etkisine benzer bir rol oynamakta, seçmenler meclisi (souvereign) ile tüketiciler meclisi (consumers souvereign) etkileri itibarıyla benzeşmektedir. Ancak, burada, siyasal alanda kişilerin ve partilerin seçmenlerin çıkarlarını temsil etmek üzere yarışmaları, piyasadaki satıcıların eksik rekabet şartları altında rekabet etmelerine benzetilmektedir. ‘Politik rekabet’, piyasa rekabetinden, sadece bir adayın kazanması ve diğerlerinin hepsinin kaybetmesi yönüyle ayrılmaktadır. Sadece bir parti iktidar partisi olacaktır (bu arada kamu tercihi ekolünün bir Amerikan ekolü olduğuna, koalisyon kavramına ve olgusuna yabancı olan Amerikan demokrasisi şartlarına göre geliştirildiğini belirtmekte yarar vardır); kaybedenler devre dışı kalmaktadır. Türkiye özelinde de Cumhurbaşkalığı Hükümet Sistemi benzer bir durum doğurduğu için ekonomik mübadelede kararlar ‘marjlar’‘ kıyaslanması suretiyle alınırken, politik mübadelede ya hep ya hiç şeklinde, diğer bütün alternatiflerin dışlanması pahasına alınmaktadır. Öte yandan seçim rekabetinin yapılan seçimlerden sonra da sürmesi, seçimi kazanan partinin ya da adayın keyfi yetki kullanımına kalkışmasını sınırlandırması gerekir. Yeniden seçilme tarifnamesi (prospect), politikacıyı, kendi kişisel çıkarını ortalama seçmenin makul karşılayacağı saha içinde gözetmeye sevketmektedir.[71]
Bürokrasi teorisi: Seçmenler parlamento üyelerini seçmekte, yasama meclisi üyeleri de çeşitli politika alternatifleri arasında seçim yapmaktadır. Ancak devlet politikasının icracılan bürokratlardır. Seçim ve parti rekabeti teorisinden bahsederken seçmenlerle seçilenler arasındaki menfaat bütünlüğünden bahsetmiştik; burada ise mesele bürokratlar ile seçmenler ve seçilenler arasındaki menfaat çatışmasının nasıl uzlaştmlabileceğidir. Modern devletlerin çok yönlü olması ve yasama organlarının bütün siyasal kararları alabilmesinin fiziki olarak imkansızlığı bürokrasiye geniş bir ihtiyari karar alma sahasının tanınmasına yol açmıştır. Daha da ötesi, bürokrasi, yasama faaliyetinde bulunan kesimleri kendi özel çıkarı doğrultusunda hasılalar elde etmek ve korumak amacıyla manipule edebilmktedir. Bu itibarla bürokrasi diğer taraflar karşısında ayrı bir taraf olarak oynamakta ve genellikle bütçenin makul etkin sınırlarını taşmasına neden olmaktadır.[72]
Herbirisi, kamu tercihi teorisinin homo-economicus tipolojisinin fayda fonksiyonuna izafe ettiği argümanlara uygun olarak servet maksimizasyonu anlamında kişisel çıkar motiviyle hareket ederse; tarafların böyle dar anlamda tanımlanmış kısa vadeli çıkar maksimizasyonu arayışlarının kayıt altına alınmaması ekonomi ve sosyal sermaye üzerinde tahripkâr etkiler üretebilecektir. Bu tür etkilerin üretilmesine neden olan siyasal mekanizmanın tahlili şu şekilde yapılabilir:
Seçmenler ile politikacılar arasındaki çıkar birliği, politikacının güç arayışı ve ne pahasına olursa olsun seçilme isteği, politik rekabetin yalnızca tek bir tarafın kazanmasına yol açmaktadır. Dolayısıyla seçim öncesi dönemlerde seçmenler, daha doğrusu organize özel çıkarların temsilcisi olan baskı ve çıkar grupları ile politikacılar arasında bir ‘çıkar-oy alışverişi’ başlamaktadır. Baskı ve çıkar grupları, kendi mensuplarının çıkarına en çok hizmet edecek siyasi partiye oy verme ve seçim sonrası dönemde de, siyasi iktidar üzerinde, çıkarlarını koruyacak yönde önlemler alması ve politikalar geliştirilmesi yönünde baskı yapma eğilimindedir. Bu nedenle, daha önceki bölümlerde de belirttiğimiz gibi, günümüzde ‘siyasi iktidarların temel gayesi’ “özel çıkarları” gözetmekten ibaret olmuştur. Bu şekilde özel çıkar gözeten bir politika, küçük bir seçmenler grubuna önemli kişisel yarar sağlayan ve bunun yükünü diğer seçmenlere (az olsun çok olsun ama) dağıtan bir politika olarak tanımlanmaktadır[73]. Bireylerin ve çıkar gruplarının, devletin uyguladığı politikalar kendi özel çıkarları doğrultusunda değiştirmeye yönelik faaliyetlerine de ‘rant-kollama’ (rent-seeking) denmektedir.[74]
Rant kollama: Buchanan’a göre politik mübadelenin tabii bir ürünü olarak belirmekte; rant unsurları “basit mübadeleden çok kompleks mübadelede, bu nedenle iki insan arasmdakilerden ziyade çok taraflı ilişkilerde ve piyasa benzeri düzenlemelerden ziyade politik düzenlemelerde” ortaya çıkmaktadır.[75]
Rant kollama olgusu, ekonominin politize olmasıyla yakından ilgilidir. Sınırlandırılmamış demokratik politik sürecin ve politik rekabetin uzantısı olarak beliren rant kollayıcılığı, devletin koruyucu, minimal ya da gece bekçisi tabir edilen konumundan çıkıp ekonomiye müdahale etmesini de beslemektedir. Kamusal tercih teorisi devletin koruyucu devlet olarak kalmasını ve sadece bölünmez nitelikte olan kamusal mal ve hizmetlerin ya da bireylerin piyasa aracılığıyla gerçekleştiremedikleri mal ve hizmetlerin üretimini üstlenmesi görüşünü benimsemiştir.[76] Ancak, politik realite, eğer ‘kamusallık’ (publicness) ‘ekonomik’ anlamda tanımlanmış ise, bireylerde, gruplarda ve onları temsil eden politik müteşebbislerde kollektif-politik faaliyeti makul kabul edilmiş ‘herhangi bir kamusallık sınırının’ ötesine taşırma eğilimi olduğunu göstermekledir. Bu yolla herhangi bir ekonomik faaliyetin politizasyonundan kasıt özel olması gerekenin kamu faaliyetine dönüştürülmesidir. Böylece politika, her zaman için, suni olarak tanımlanmış bir kamusallığı içermektedir. Bu çerçevede yetkililer, devlet faaliyetinin makul kabul edilen sınırlarına ilişkin normatif yargıları bir kenara bırakarak, belirli koalisyonların mensupları için farklı kazançlar elde etme ve bunları güvence altına alma çabası içerisinde olmaktan fayda göreceklerdir[77]. Politikacıların bu şekilde özel çıkar ve fayda maksimizasyonu arayışları kamusal olanın sınırlarının özel olan aleyhine genişlemesine, ekonominin ve piyasanın giderek politik tercih ve kararlara açık hale gelmesine, kısaca ekonominin giderek politize olmasına yol açmaktadır.
Kamusal malların karakteristiği, bu tür malların tüketiminin, genellikle, malın bedelini ödeyenle sınırlı tutulamamasıdır ya da tululmamasıdır. Sınırsız demokrasilerde, ya da günümüz demokrasilerinde çıkar gruplarının rant arayışları, oy-çıkar alışverişi, ekonominin giderek politizasyonu gibi etkenler, neticede, iktidardaki siyasal partinin, kamusal nitelikteki mal ve hizmetlerin faturasını kendi seçmenleri dışında kalan kesimlere ödetecek politikalar geliştirme arayışında olmasına yol açmıştır. Ancak bu tür politikaların kamu harcamalarının yalnızca, kamu tercihi ekolünce bütçenin tek meşru geliri olan, vergilerle finanse edilmesi halinde yapılabilmesi mümkün değildir. Buchanan bu hususu basit bir modelden hareketle açıklamaktadır: Bu basit modelde kapalı bir ekonominin ve istikrarlı bir nüfûsun varlığı, dışsal etkenlerin (tabii afet, savaş vs.) yokluğu, devletin temsili çoğunlukçu demokrasi esasına göre örgütlendiği ve temsilcilerin iyi tanımlanmış anayasalar dâhilinde periyodik seçimlerle ve çoğunluğun oyuyla seçildiği, kollektif kararların meclis çoğunluğunun oylarmca alındığı, bu kararların bürokratlarca manipule edilmediği gibi temel varsayımlar yapılmakladır. Buchanan’a göre bu basit modelde, bir kamu seçicisi, kamu mal ve hizmetlerini ‘iyi’, ödediği vergileri ise ‘kötü’ olarak sınıflandıracak, politik denge, yasama organındaki ortalama seçmenin (t6msilcinin) harcamalardaki bir dolarlık artışın temsil ettiği ‘iyi’yi, vergilerdeki bir dolarlık artışın temsil ettiği ‘kötü’ye eşit gördüğü noktada gerçekleşecektir. Politikacı bu durumda vergi oranını, finansmanın vergilerle yapıldığı ‘başlangıç dengesi’nin öngördüğünden daha fazla yükseltmekten, yeni kamusal mal ve hizmet üretmek için dahi olsa kaçınacaktır. Zira, bireyler kendilerine verilene göre ellerinden almana daha duyarlıdır.
Para aldanmasının bulunmadığı durumda para basımı da bir tür vergi etkisi yapacaktır[78]. Basit model şartları altında rant kollama ve ekonominin politizasyonu gibi olgular görülmeyecektir. Zira hiç kimse başkalarının yararlandığı mal ve hizmetlerin parasını Ödemeye yanaşmayacak, yani mali yanılma sözkonusu olmayacaktır. Öte yandan, demokratik süreç de mali farklılaştırmaya yönelik politikaların geliştirilmesine izin vermeyecektir.
Politikacıların, oy-çıkar alışverişi ve politik rekabet sürecinde vergileme ve harcamalarda mali farklılaştırma yapabilmeleri, ancak kamu harcamalarının iç ve dış borçlanma, dolaylı vergileme, para basımı gibi yollara başvurma imkânlarının var olmasıyla mümkündür. Bu noktada tartışma artık iktisat teorisine kaymakta, günümüz çoğulcu demokrasilerinde yukardaki olguların doğmasına neden olan iktisadi düşünce temellerinin incelenmesi gereği ortaya çıkmaktadır. Bu çerçevede öncelikle kendisinden sonra gelen iktisadi düşünceleri de besleyen ilk sistemli iktisat teorisi olan Klasik iktisat Teorisi, daha sonra da Keynesyen İktisat Teorisi ve sonuçları üzerinde durulmaktadır.
1.2.3. Klasik İktisat Teorisi ve (Sınırsız) Demokrasiler
Kamu tercihi okulu teorisyenlerine göre klasik iktisatçılar iktisadi faaliyette dalgalanmaların olacağını kabul etmekle beraber uzun dönemde serbest teşebbüs (piyasa) ekonomisinin, parayı bir örtü (şal) olarak gören ve ‘her arz kendi talebini yaratır’ prensibiyle ifade edilen Say Denkliği (mahreçler kanunu) anlamında istikrar göstereceğini ve tam istihdam seviyesini koruyacağını öngörmüşlerdir. Bir diğer ifadeyle, kısa dönemde ortaya çıkabilecek üretim yetersizlikleri arızi olup, ekonomide mevcut bulunan kendi kendini düzeltici (self-regulating) güçler tam istihdamın normal seviyesini yeniden tesis edecek şekilde bu aksaklıkları giderecektir. Buna göre, üreticilerce satışa arzedilen mamullerin talep edilmemesi gibi bir korkuya gerek yoktur; üretim faaliyeti, tüketicilerin kazançlarını üretilen herşeyin satınalınmasnı mümkün kılacak şekilde talebe dönüştürecektir. Öte yandan, klasik faiz teorisine bağlı olarak tasarruf talepte bir azalma anlamına gelmemektedir; tasarruf tüketici mallarından sermaye mallarına, yani yatırıma bir kaymayı temsil etmektedir. Bu çerçevedei iktisadi konjüktürün durgunluk dönemlerinde devletin, (fiyat kontrolleri, borçlanma, borç monetizasyonu (debt monetization), karşılıksız para basma gibi yollarla) şu ya da bu şekilde ekonomiye müdahalesi, ilave istikrarsızlık unsurları enjekte edeceği gerekçesiyle hoş görülmemekte, zenginliği başarmanın yolu olarak devletin borçlanmasının (tasarrufu azaltacaktır) önlenmesi ve vergileri düşük tutması politika olarak önerilmektedir.
Bu genel çerçeve içerisinde klasik iktisat teorisinin mali görüşleri kamu harcamalarının küçük olması, denk bütçe (ki bu prensip ekonomik denge yerine mali denge prensibinin benimsendiğinin bir ifadesidir), kamu giderlerinin dolaylı vergilerle karşılanması, bütçe açıklarının borçlarla karşılanmaması ya da zorunlu hallerde sadece uzun vadeli borçlara (sermaye piyasasına) başvurulması, kamu harcamalarının dolaylı vergilerle karşılanması ve dolaysız vergilerle karşılanmaması prensipleri ile ifade edilmektedir. Bu prensiplerin hepsi de ‘zaruri bir fena’ olarak görülen ve yalnızca tükettiği, hiçbir şey üretmediği varsayılan devletin toplumsal ve ekonomik hayata olabildiğince az müdahale etmesini sağlamaya yöneliktir. Borçlanmaya, vergilerin yükseltilmesine ve sadece mübadelelerde kullanılan bir örtü olduğu gerekçesiyle ekonominin gereklerinin ötesinde bir para basımına karşı olan klasik öğreti bu çerçevede yukarda belirtilen rant kollama, ekonominin politize olması ve mali farklılaştırma gibi, günümüz demokrasilerinin sosyal-siyasal ve ekonomik açıdan tıkanmasına yol açan tahripkar sonuçların doğmasını önleyici bir muhtevaya sahip olduğu iddiası büyük buhranla (1929) birlikte hayli tartışmalı hale gelmiştir. “Keynesyen devrimden önce politikacılar, milli bütçe tercihlerini yaparken bir sınırlama altında oldukları hissine sahiptiler” ifadesini de bu bağlamda değerlendirmek mümkündür. Kamu tercihi teorisyenleri, Buchanan’m yukardaki ifadesinde de açıkça görülebileceği gibi, sınırsız demokrasilerin popülistleşmesine ve neticede tıkanmasına yol açan olguların düşünsel-teorik temelini Keynesyen yaklaşımla ilişkilendirmektedir.
Yukarıdaki doktrin retoriğini referans alırsak, demokrasinin sınırlandırılması ile kurumsallaşma arasındaki ilişkiyi esas aldığımızda aşağıdaki önerilerizin Türkiye Cumhuriyeti anayasasında yer alması daha da önem kazanmaktadır.
II. Yeni Anayasa Düzenlemelerine yönelik Önerilen Birinci İlke:
Kamu Yararının Sürdürülebilirliği Üzerine Türkiye Başarım Değerlendirme Üst Kurumunun(TBDÜK) Gerekliliği
Burada yukarıda yer verilen doktriner görüşler ve teorik çerçeve dikkate alınırsa yeni anayasada TBDÜK’e yer verilmesinin temel gerekçesi şu şekilde sıralanabilir:
- Siyasi liberalizm ve bundan ortaya çıkan mutlak iktidar doktrini iktisadi olayları79 tek başına açıklamada yetersizdir. Dünyadaki piyasa mekanizmaları iyi tetkik edildiğinde, düne göre bugün “açıklık ilkesi” daha fazla telaffuz edilmesine, haberleşme iletişim teknolojisindeki gelişmenin sonucu daha mükemmelleşmesine rağmen, klasik iktisatçıların varsayımına uygun tam rekabet piyasalarına hiçbir zaman ulaşılamadığı, gelişmiş ülkelerde bile popülist demokrasi ile beslenen oligopol ve monopollü rekabetin hakim bir piyasa türü olduğu bilindiği için Kamu Tercihi Teorisi güncelliğini korumakta ve kurumsal dinamikler çerçevesinde ekonominin bütüncül bir tasarımına( Economic Design) ihtiyaç duyulmaktadır.
- İktisat ve ahlâk gibi zıtların birliğini gerçekleştirme doğrultusunda, vicdanımızın/kabiliyetimizin ana güdüsü olan âdil bölüşüm olgusunu başarma meselesini hesaba katarsak; günümüzde bireysel dengeleme süreci tek boyutlu olarak “homo-economicus” üzerine kurulamaz. Nitekim “homoethicus”un hâkimiyet alanı giderek daha da daralmakta; küresel sistem, sanal-medya (çevirim içi ortamlar) yoluyla parçalanmış kişilikler (ahlaki zaafla giderek kendine yabancılaşan insan) üzerinde egemenliğini pekiştirmektedir. Bu durum karşısında “tersine sistematik bölüşüm” olgusu kurumsallaşmakta; başka bir ifadeyle geniş kitlesel kesimler yoksullaşma kültürüne razı edilmektedir. Hatta bu durum tabii düzenin kaçınılmaz parçası ( Fukuyama meteforuyla tarihin sonu) olarak görülmeye başlanmıştır.
- İnsan “homoeconomicus” değil, bir o kadar da “homosociologicus” varlıktır. Bu varsayım Adam Smith yanılgısının düzeltimesiyle açıklanabilir: Simith’e göre rekabette bireysel menfaat tutkusu toplum menfaatini maksimize eder, diğer bir ifadeyle “ortak iyi” yi sağlar. Kaldı ki, herkes “gökten düşen” daldaki aynı büyüklükteki “ kızıl elma” ya koşarsa ya birbirinin yolunu keser, hiçbiri onu ele geçiremez ya da sadece herkesi ezen birey kazanır. Bu da tekelleşme demektiryi kaçınılmaz kılar, geride de yaralı bir toplum kalır. Daha akılcı bir yaklaşımla herkes aynı güdüyle aynı kızıl elmaya değil, elmaların bulunduğu ağaçlara koşarsa, hem birbirimizi engelleyip diğer elmalardan olmayız.
Yani hem kendimiz hemde grup için eniyi olan koşuyu tercih ederek hepimiz “ortak iyi” de yaşama şansını elde ederiz. J. Nash “sarışın kız” meteforunu kullandığı benzer yakıylaşımıyla, A. Simith’in itici güç olarak gördüğü “homoeconomicus” yanılgısına dikkat çekmiştir. Dolayısıyla genel refah kurumsal yapıya işlerlik kazandırmak ve grup dinamiklerini itici güce dönüştürmekle mümkündür.
Bu üç unsur birlikte değerlendirildiğinde, devletleştirme açısından kamu hizmetinde belirleyici olmanın “genel ve toplumsal gerekçesi” ihtiyacın karşılanması temelli bir yargı üzerinedir. Özelllikle ulusal güvenlik açısından stratejik mal grubu veya yatırım tanımının yanı sıra dışsallık- içsellik analizlerine bağlı olarak net yarar etkisini ortaya çıkaran ölçüt referanslar içermemektedir. Aslında Millileştirmenin Rasyonalitesini (teorik ve yöntemsel yönüyle) açıklayabilen Anayasal ilkenin özelleştirmenin rasyonelitesini de açıklaması bir gerekliliktir. Kamu yararı düzleminde özelleştirme ve kamulaştırma uygulamaları güçlü bir açıklayıcı zemine oturtulmalıdır ki, büyle bir düzenleme (bireysel ve toplumsal refah olgusu açısında eşanlı denge anlayışına bağlı olarak) genel siyasi irade tarafından kabullenilmiş olsun.[79]
Yine özelleştirmenin hukuka uygun olup olmadığı tesbitinin yanı sıra yerellik ilkesine dayalı başarım göstergelerinden hareketle, özelleştirmeye/devletleştirmeye konu doğru tanımlamaların, doğru yöntemlerin kamu nezdinde doğru bir yürütme tasarrufu olarak algılanması ve vicdanlar da kabul bulması için TBDÜK’ün gerekçeli yol göstericiliği oldukça önemlidir.
Türkiye de ve dünya da bir özelleştirme /devletleştirme işleminin hukuka uygunluğu denetlenirken, sadece özelleştirme/devletleştirme kanununda öngörülen “ekonomide verimlilik artışı ve kamu giderlerinde azalma” amaçlarının gerçekleşmesi yeterli olmamaktadır. Özelleştirme/devletleştirme işlemlerinin düzenlemesinde veya işleminin hukuka uygunluğunun denetlenmesinde, “kamu hizmeti, imtiyaz” ve/veya “tekel” olmanın nedenlerinin kalkıp kalkmadığının ve/veya yapılan özelleştirmenin/devletleştirmenin gerekçesini açıklayacak kurumsal ve analitik unsurlar içerip içermediği oldukça önemlidir. Bu bağlamda TBDÜK ve kanunla düzenlenmiş teşkilat şeması bir gerekliliktir. Yasama Kurumu adına SAYIŞTAY Denetleme Kurumu olma görevini sürdürür iken, Türkiye de iktisadi birimlerin Performans/Başarım izleme süreci SAYIŞTAY’dan ayrıştırılmalıdır. Yeni anayasada TBDÜK içinde Rekabet Kurulu, SPK, BBDK, Enerji, Telekominikasyon vb. Ust kurullar ile Türkiye Özelleştirme İdaresi, Sanayi ve Ticaret Bakanlığı Verimlilik İzleme Genel müdürlüğü, Kalkınma Bakanlığı vb. ile İşveren (tüm ana faaliyet kollarını kapsayacak şekilde) ve işçi temsilcisi kuruluşların üyelerinin bulunduğu “özerk” bir kurum olarak ekonomik anayasa teminatı altında alınmalı bu yol gösterici (icra-i ve denetleme yönüyle) kurumun görev ve yetkileri kanunla düzenlenmelidir…
Mevcut uygulama sonuçlarına bakıldığında yürütmenin kararını müteakip, kararı öncesi ve sonrası arasındaki gelişmeyi/farkı izlemeye yönelik standart veri tabanları oluşturulmamaktadır. Bu bilgilerden yoksun bir kamusal tasarruf veya ilgili birimler tarafından hazırlanmamış veri tabanından yoksunluk, sadece bilimsel araştırmaya kapalı olma sonucunu doğurmamakta; aynı zamanda yürütmeye keyfilik kazandırmaktadır. Nitekim özelleştirme sonuçlarının izlenmesi ve bireysel/toplumsal fayda/maliyetinin (dışsallık-içsellik analizleri kapsamında) hesaplanması, kamu yararı argümanının korunmuş olması ve sürdürülebilirliği açısından son derece önemli idi. Bu gün için Özelleştirme İdaresi Başkanlığının teşkilat yapılanması altında faaliyet gösteren Özelleştirme Sonrası Takip Birimi, özelleştirilen firmaların, özelleştirme sonrasına yansıyan yükümlülüklerini denetlemekle birlikte “yürütme organının” tasarrufları çerçevesinde ve kamusal yarar ekseninde ne tür olumlu sonuçlar doğduğu bilinmemektedir. Aslında hükümet tarafından tanımlanmış amaçlarla paralel uygulamalar, TBDÜK tarafından ne kadar etkin ve kurumsal tarzda izleniyorsa, hem kamu vicdanı o kadar tatmin olmuş demek, hem de hükümetler ekonomik uygulamalarına politik destek bulmuş olacaklardır.
Bu bağlamda İktisat politikasına yönelik amaç fonksiyonu iyi belirlenmiş bir Türkiye ekonomisinin resmi çekildiğinde; TBDÜK, yüksek katma değer yaratan stratejik yatırım malları üretiminin teşvikini, sürükleyici sektör analizleri çerçevesinde geliştirmelidir. Yeni kalkınma sürecini harekete geçirecek politika oluşumuna katkı sağlamalıdır.
Bu kurum hükümetler tarafından geliştirilen politikalara yönelik selektif kaynak tahsisini öngörme, yönlendirme ve ekonominin bütün etkileşim sinyallerini analiz etme sorumluluğuyla donatılmalıdır. TBDÜK organizasyonu altında her iki yılda bir rekabette yol göstericiliği referans alan kalkınma şuraları toplantıya çağrılmalı. Her on yıl da bir Türkiye İktisat Kongresi geleneği yenilenmeli ve ekonomi politikalarının sonuçları tartışmaya açılmalıdır.
Sonuç Yerine Birinci Öneri: Bu çalışmada önerilen TBDÜK iç ve dış dinamiklerden (iç politika uzayında yer alan TOBB, Üniversite, İşveren ve İşçi Kuruluşları,vb. Kurumlar ile dış politika uzayında yer alan WTO, , UNDEP vb. Kuruluşlardan aktarılan küresel bilgileri paylaşma zorunluluğu olan icrai birim yetkilileri ) toplanan bilgileri, işlenmiş stratejik planlara(sinyal akımına) dönüştürecek ve tüm bulguları Türkiye Cumhuriyeti Hükümet’lerinin politika üretimine katkı sağlayacak bir Anayasal bir kurumdur. Görev ve sorumluluklar kanunla düzenlenir. İlke olarak yeni anayasada yer alması, ekonomik anayasa ilkesi ile paralellik arzeder.
TEKLİF: Kamu veya kamudan özele ya da özelden kamuya dönüşmüş, mal ve hizmet üretimi niteliği taşıyan tüm teşebbüslerin performansı, kamu yararının sürdürülebilirliği ve rekabet ilkesini esas alan bir düzenleme ile izlenir. Bu amaçla Türkiye Başarım Değerlendirme Üst Kurumu (TBDÜK) kurulması önerilir. Bu kuruluşa ilişkin esas ve usuller kanunla düzenlenir.
Kaynakça
Buchanan, J. M. and R. D. Tollison, G. Tullock, Toward a Rcnt Seeking Society, College Station: Texas A. and M. Univcrsity Press, 1981.
Buchanan, James M., “Politics Without Romance: A Skelch of Positive Public Choicc Theory and ils Normative Implications”, The Theory of Public Choice-U, Ed. Buchanan, James M. and Robert Tollison, The Univcrsity of Michigan Press, Michigan, 1984.
Buchanan, James M., Liberty, Market and State, New York.1985.
Burns, Edvvard Mcnall, Çağdaş Siyasal Düşünceler 1850-1950, (çev: Alaattin Şenel), Ankara, 1984.
Brennan Gcoffrey and James Buchanan, “The Normative Purpose of Economic Science:
Rediscovery of an Eightcenth Ccntury Mcthod, The Thcory of Public Choice-II, Ed. Buchanan, James M. and Robert Tollison,
The University of Michigan Press, Michigan, 1984 Democracy in a Wold of Tensions, Unesco,Paris,1954.
Uygur, Ercan (2012); Ankara; Türkiye Ekonomi Kurumu, Discussion Paper No. 2012/108
Galbraith, J. K., Kuşku Çağı, (çev: Reşit Aşçıoğlu ve Nilgün Himmetoğlu), istanbul, 1989.
Hayek, F.A., New Studies in Phisophy,Politics and Economics, Routledge-Kegan Paul, London, 1978.
Hayek,F. A., Law,Legislation and Liberty, Vol.1,Rules and Order; Chicago,The Üniversty of Chicago Press, 1973.
Kök, R., Çetin,M., (2019); İktisat Metodolojisi ve Bölüşüm Ahlakı,Nobel Yayınları, NO:2533, Ankara Kök, R.; vd. 2021);Mikro İktisat; Nobel Yayınları, NO:40340, Ankara
Köker, Levent, “Rousseau ve Demokrasi ya da Liberal Teorinin Eleştirisi Üzerine Bir İnceleme” Türkiye Günlüğü, Haziran 1989.
Mayo, Henry B., Demokratik Teoriye Giriş,Ankara, 1964.
Mueller, Dennic C, “Public Choice: A Survey”, The Theory of Public Choice-II, Ed. Buchanan, James M. and Robert Tollison, The University of Michigan Press, Michigan, 1984.
Niskanen, William A., “The Prospect for a Liberal Democracy”, Fiscal Responsibility in Constitutional Democracy, Ed.
Buchanan James and Richard YVagner, Leiden-Boston, 1978.
Recep Kök, Ekonomi-Politik Popülizm(Özelleştirme ve KIT’ler), Dergah Yayınlan, 1995, İstanbul
Parkinson, C. Northcole, Siyasal Düşünce’nin Evrimi, İstanbul 1993.
Savaş, Vural, Anayasal İktisat, İstanbul:Beta Basım-Yayım ve Dağıtım A.Ş. 1989.
Schumpeler, J.A., Capitalism, Socialism and Democracy, New York, 1950.
Talas, Cahit, “Endüstriyel Demokrasi ve Türkiye’de Uygulanma Olanakları”, AÜSBF Dergisi, Haziran 1970.
The Essencc of Hayck, Ed. Nıshıyama, Chiaki and Kurt R. Leube, Hoover Institution Press, Stanford, USA, 1984.
Yayla, Atilla, Liberalizm, Ankara, 1992.
Yayla, Atilla, Liberal Bakışlar, Ankara, 1993.
Dipnotlar:
[1] Democracy in a Wold of Tensions, Unesco,Paris,1954, s.527’den aktaran Mayo, Henry B., Demokratik Teoriye Giriş, Ankara, 1964, s. 17.
[2] Burns, Edvvard Mcnall, Çağdaş Siyasal Düşünceler 1850-1950, (çev: Alaattin Şenel), Ankara, 1984, s 4.
[3] Şaylan, Gencay, Çağdaş Siyasal Sistemler, Ankara, 1981, s. 36; bu konuda bkz. Talaş, Cahit, “Endüstriyel Demokrasi ve Türkiye’de Uygulanma Olanakları”, AÜSBF Dergisi, Haziran 1970.
[4] Buchanan, James M., Liberty, Market and State, New York.1985, s 248.
[5] Mayo, s.21.
[6] Mayo, s. 23.
[7] Schumpeler, J.A., Capitalism, Socialism and Democracy, New York, 1950, s.220’den aktaran Mayo, s. 27.
[8] Burns, age, s.4 ve 5.
[9] The Essencc of Hayck, Ed. Nıshıyama, Chiaki and Kurt R. Leube, Hoover Institution Press, Stanford, USA, 1984, s. 364; bkz. Hayek, F. A., New Studies in Phisophy, Poliücs and Economics, Roulledge-Kegan Paul, London, 1978, s. 161.
[10] Yayla, s.230
[11] Hayek, New Studics, ss. 98-115.
[12] Hayek, s. l53.
[13] Yayla, s. 230.
[14] Niskanen, William A., “The Prospect for a Liberal Democracy”, Fiscal Responsibility in Constitutional Democracy, Ed. Buchanan James and Richard YVagner, Leiden-Boston, 1978, sf. 159.
[15] The Essence of Hayek, s.364;Yayla, age, s.228; Yay, Turan, F.A. Hayek’te İktisadi Düşünce, Bursa, 1993, s.62.
[16] Yayla, Atilla, Liberalizm, Ankara, 1992, s. 189.
[17] Mayo, ss. 156-157.
[18] Niskanen, s. 159
[19] Parkinson, s. 166.
[20] Mayo, s. 157.
[21] The Essence…, s.364. / …
[22] 22 Yayla, Liberal Bakışlar, s.230.
[23] 23 Yayla, Liberal Bakışlar, s.231.
[24] Hayek, New studies…, ss.92-93.
[25] Hayek, New studies…, ss 96-97 ve 104.
[26] The essence…, s.353; bkz, Ilayek, age, sl53.
[27] Köker, Levent, “Rousseau ve Demokrasi ya da Liberal Teorinin Eleştirisi Üzerine Bir İnceleme” Türkiye Günlüğü, Haziran 1989, 4, s.40.
[28] Bkz. Savaş, Vural, Anayasal İktisat, İstanbul, 1989, ss.1-48; bkz. Yayla, Liberal Bakışlar, .s232.
[29] Hayek, New Studies…, ss.98-99.
[30] Yayla, Liberalizm, ss. 164-165; genel olarak özgürlükle ekonomik özgürlük arasındaki ilişki için ayrıca bkz. Köker, age, s.33 ve Yayla, Atilla, Özgürlük Yolu, Ankara, 1993.
[31] Yayla, Liberalizmy~ss166-167
[32] Hayek, s.107.
[33] Yay, s.71.
[34] Hayek, s.107.
[35] Hayek. ss.107-108.
[36] Galbraith, J. K., Kuşku Çağı, (çev: Reşit Aşçıoğlu ve Nilgün Himmetoğlu), istanbul, 1989, ss. 310311.
[37] Hayek, s. 108.
[38] Hayek, F. A., La w, Legislation and Liberty, Vol.l, Rules and Order; Chicago, The University of Chicago Press, 1973, s.5.
[39] Hayek, New Studies.,.,s.95.
[40] Hayek, s. 115-118
[41] Yay, s.71.
[42] Buchanan, James M., ”Politics Without Romance: A Skelch of Positive Public Choicc Theory and ils Normative Implications”, The Theory of Public Choice-U, Ed. Buchanan, James M. and Robert Tollison, The Univcrsity ofMichigan Press, Michigan, 1984, ss. 11-13
[43] Mueller, Dennic C, “Public Choice: A Survey”, The Theory of Public Choice-II, Ed. Buchanan, James M. and Robert Tollison, The University of Michigan Press, Michigan, 1984, s..23.
[44] Buchaman, “Politics Wilhout Romance…” , ss. 12-13.
[45] Buchanan, s.13.
[46] Yay, s.46.
[47] Buchanan, s.3.
[48] Brennan Gcoffrey and James Buchanan, “The Normative Purpose of Economic Science: Rediscovery of an Eightcenth Ccntury Mcthod, The Thcory of Public Choice-II, Ed. Buchanan, James M. and Robert Tollison, The University of Michigan Press, Michigan, 1984, ss.384-385.
[49] Buchanan, “Politics Without…”, ss.13-14.
[50] Brennan, ss.384-385.
[51] Savaş, ss.43-46; Buchananan, Liberty, Market and State, s. 26.
[52] Aktan, Coşkun Can, “James M. Buchanan’ın Politik İktisada Katkdan”, Türkiye Günlüğü, Sayı 26, Ocak-Şubat 1994, ss.42.
[53] Buchanan, “Politics Without…”, s.13.
[54] Brennan, ss.382-383.
[55] Brennan, ss.382-383.
[56] Brennan, ss.382, 389 ve 391.
[57] Brennan, s. 389.
[58] Brennan, s. 392.
[59] Brennan, s.390
[60] Hayek, New Studies…, ss. 90-92.
[61] Buchanan, Liberty…, ss. 20-21.
[62] Buchanan, “Poliıics…, ss.14-16.
[63] Buchanan, s. l6.
[64] Buchanan, Liberty…, ss. 37- 38.
[65] Buchanan, ss.89-90.
[66] Buchanan, ss. 37- 38.
[67] Böyle bir süreçten pareto etkinliği benzeri etkinlik beklemek, hipotetik bir yaklaşımdan öteye geçmez.
[68] Buchanan, ss 87-88. Piyasa sürecinin bu anlamda yorumu için bkz. Hayek, New Studics… ss 90-92 ve Yayla, Liberalizm, Kendiliğinden düzen bahsi
[69] Buchanan, Liberty, s.87
[70] Buchanan, “Politics…, s.18.
[71] Buchanan, s. 19.
[72] Buchanan.s.19
[73] Savaş, s. 10.
[74] Buchanan, J. M. and R. D. Tollison, G. Tullock, Toward a Rcnt Seeking Society, College Station: Texas A. and M. Univcrsity Press, 1981, s.316.
[75] Buchanan, Liberty…, ss21-22.
[76] Savaş, s.25
[77] Buchanan, s. 255.
[78] Buchanan, ss.211-212.
[79] Kök, 1995: 111
——————-
[i] Yazarın Notu: 12-13 Nisan 2012 Tarihlerihli İstanbul Aydın Üniversitesi Anayasa Çalıştayına sunulmuş ve dönemin anayasa komisyonu üyelerine gönderilmişti. Bu tebliğ konusu özellikle “varlık fonunun kurulması” nın ardından güncelliği yeniden artan kamu yararının sürdürülebilirliği ilkesinin siyaset kuramlarına yeniden iletilmesinin önemini konu edinmektedir. Anayasa tartışmalarının gündemde olduğu 2021 yılında, Nişantaşı Üniversitesi tarafından gerçekleştirilen İnterdisipliner Çalıştayda, Cumhur Başkanlığı Hükümet Sistemi ile ilişkilendirilerek yeniden ele alınmıştır. Önceki sunumdan farkı için Bakınız, Siyaset Kurumu’nun Dikkatine: http://kisi.deu.edu.tr/recep.kok/ )
[ii] Nişantaşı Üniversitesi, İİSBF Ekonomi Bölümü Öğretim Üyesi