Türklerde Devlet-Kimlik İlişkisi: Devlet Kimliği

 

Türklerde Devlet-Kimlik İlişkisi: Devlet Kimliği[i]

Şafi TEKİN[1]

 

ÖZ:

Türkler, Orta Asya’dan başlayarak günümüze kadar gelen en eski ve en köklü medeniyetlerden biri olup, devletin kutsal bir varlık olarak tanımlandığı bir devlet felsefesine sahiptirler. Yaşadıkları coğrafya, bozkır kültürü, dini inançları, göçebe hayat tarzları onları dünyanın farklı bölge­lerinde yaşamaya itmiş ve gittikleri bölgelerde birçok devlet kurmayı ge­rektirmiştir. Siyasal kültür ve devlet geleneğinin etkisiyle, dünyaya hâkim olma ve Tanrı’nın yeryüzünde kurduğu sarsılmaz düzenin devam ettirile­bileceği düşüncesi Türkleri dünyaya hâkim olma ideasına yönlendirmiştir. Bu bağlamda çalışmaya, Türklerde devlet kavramının açıklanmasına yer verilerek giriş yapılmıştır. Daha sonra eski Türklerde devletin nasıl tanım­landığı ve devlete hangi özelliklerin yüklendiği Orhun Yazıtları baz alına­rak açıklanmaya çalışılmıştır. Türklerde kutsal devlet düşüncesi, yaşanılan coğrafya, göçebe hayat, bozkır kültürü gibi siyasi kültürü oluşturan un­surlar temel alınarak tanımlanmaya gayret gösterilmiştir. Bozkır coğrafya­sında milletin bağımsızlığı devletin var olması düşüncesine bağlanmıştır. Bu durum Türk siyasal kültüründe, devletin devamlılığının sağlanması gerektiği düşüncesini doğurmuştur. Bu çalışmanın temel varsayımı, Türk- lerde devletli olmak aynı zamanda kimlik sahibi olmanın izdüşümüdür. Bu doğrultuda, devletli olmak ile milli kimlik bilinci arasındaki ilişki ve Türk kimliğinin oluşmasında “devlet” kavramının nasıl bir fonksiyona sahip olduğu, bu çalışmanın konusu olmuştur. Bu noktada çalışmanın me­todolojik çerçevesini, tarihsel karşılaştırmalı literatür yöntemi oluşturmak­tadır.

Anahtar Kelimeler: Devlet kimliği, Milli Kimlik, Türklük

STATE-IDENTITY RELATIONS IN TURKS: STATE IDENTITY

ABSTRACT:

The Turks are one of the oldest and most established civi- lizations starting from Central Asia to the present day and have a state philosophy in which the state is defined as a sacred being. Their geog- raphy, steppe culture, religious beliefs and nomadic lifestyles have led them to live in different parts of the World and the establishment of many states in their regions. Under the influence of political culture and state tradition, the idea of dominating the world and maintaining the unsha- kable order established by God on the earth led the Turks to the idea of dominating the world. Under the influence of political culture and state tradition, the idea of dominating the world and maintaining the unsha- kable order established by God on the earth led the Turks to the idea of dominating the world. In this context, the study is explained by explaining the concept of state in Turks. Then, how the state was defined in the old Turks and what features were loaded on the state were tried to be explai- ned based on Orkhon Inscriptions. The idea of sacred state in Turks, geog- raphy, nomadic life, steppe culture and other elements of political culture have been tried to be defined. This is because the political culture in the Turks has led to the idea that the continuity of the state should be ensured and the independence of the nation in the steppe geography is connected to the idea of the existence of the state. The basic assumption of the study is that being a state in the Turks is also a projection of identity. In this res- pect, the relationship between statehood and national identity conscious- ness and the function of “state asında concept in the formation of Turkish identity have been the subject of this study. This point constitutes the met- hodological framework of the study, the historical comparative literature method.

Key words: State Identity, National Identity, Turkishness

  1. GİRİŞ

Kimlik günümüz dünyasında psikoloji, sosyoloji, antropoloji, siyasal bilim gibi birey veya toplumsal yapıyla ilgili olan birçok bi­limsel alanda güncelliğini hala korumakta ve en popüler kavramlar arasındaki merkezi konuma sahip olma özelliğini halen devam et­tirmektedir.

Kimlik (identity) terimi, ayniliği ve sürekliliği içeren Latince “idem” kökünden ve Fransızca “ayniyet” anlamına gelen “identie” kelimesinden türetilmiştir. Türkçe’de ise kimlik, “kim” soru kökün­den türetilmiş olup aynı şekilde zorunlu bir mensubiyeti (aidiyet), aynı olmayı, tek olmayı, hangi kişi olmayı ifade eder. Sosyolojik ola­rak kimlik var olmak için farklılığa gereksinim duyar ve kendi ke­sinliğini güven altına almak için farklılığı ötekiliğe dönüştürür (Dal- bay, 2018: 162). Kimlik bireyin, toplumun veya örgütlü herhangi bir yapının nasıl, ne için olduğu ile birlikte aynı zamanda ne ve niçin olmadığının ortaya konması durumları üzerinden tanımlanır.

Kimliği tanımlayan en önemli iki kıstas: süreklilik ve farklılık­tır; süreklilik zaman içerisindeki durumu, farklılık ise diğerine, öte­kine göre sahip olunan konumu ifade eder. Başka bir ifadeyle, sü­reklilik kimlik referanslarının geçmişten günümüze kadar gelen ve geleceğe uzanan bir varlık olarak kavranmasından doğar. Bireyler bu sürekliliği zamana yayılmış bir deneyler birikimi aracılığıyla al­gılar ve sadece kendilerinin veya topluluk üyelerinin anlayabileceği ortak bir amaç etrafında birleşir. Farklılık ise bireysel olarak benlik unsurlarından veya toplumsal olarak da bir kültür, somut bir top­rağa bağlılık ve bir toplum oluşturma bilincinden kaynaklanır (Va­tandaş, 2010: 17).

Kimliğin farkına varılan ve farkındalık yaratmak için kullanı­lan bir olgu halini alması, Fransız İhtilali’ne kadar götürülebilir. Kimlik Fransız İhtilali’nin getirdiği ulusçu düşüncelerin ortaya çık­ması ile sosyologların ilgini çekmiştir. Her ne kadar ulus, milliyet­çilik gibi akımlarla kimlik, sistematik bir şekil aldıysa da kimlik kavramını insanoğlunun kendisine “Ben kimim”, “Ben nereye ai- tim” sorularını sormasına kadar götürebiliriz (Dalbay, 2018: 162).

Kimlik, kişinin bir insan olarak kendini tanımlayan temel ni­telikleri anlaması gibi hususları gösterir ve kısmen tanınma veya ta­nınmama, çoğu zaman da başkalarının yanlış tanıması yoluyla şe­killenir. Dolayısıyla çevredeki insanların veya toplumun onlara kendileriyle ilgili aşağılanan, iğrenç, tiksindirici görülen bir imaj yansıtmaları halinde, insanların veya grupların zarar görmeleri söz konusu olabileceği gibi, tanınmama yahut yanlış tanınma, insanı, gerçeği yansıtmayan ve çarpıtılmış bir kimliğe hapsederek baskıya dönüşebilir (Erincik, 2011: 222). Diğer taraftan kimlik kişinin veya bir sosyal grubun çeşitli mensubiyetlerini açıklayan, onun tanınma­sını sağlayan ve gözlemle kavranabilen özellikleri olarak da tanım­lanır (Kösoğlu, 2015: 89). Bu özellikler bireyin veya toplumun siyasi, dini, ailevi özellikleri hakkında bilgi vermekte fakat sabit kalma­maktadır. Özellikle her kimliği bir kültür olarak kabul edersek, kül­türün zaman içinde değişmeden aynı kalması imkânsız hale gel­mektedir.

Çalışmanın temel varsayımı, Türklerde devletli olmak aynı zamanda kimlik sahibi olmanın izdüşümüdür. Bu doğrultuda, dev­letli olmak ile milli kimlik bilinci arasındaki ilişki ve Türk kimliği­nin oluşmasında “devlet” kavramının nasıl bir fonksiyona sahip ol­duğu, bu çalışmanın konusu olmuştur. Bu noktada çalışmanın me­todolojik çerçevesini, tarihsel karşılaştırmalı literatür yöntemi oluş­turmaktadır.

  1. TÜRKLERDE DEVLET KİMLİK İLİŞKİSİ: DEVLET KİMLİĞİ

Bir devlet haline gelmenin en müstesna özelliği, halkın yaşa­masının, hayatının devam ettirilmesinin sağlandığı, her türlü işleri­nin görüldüğü, sorunların çözüldüğü bir teşkilata sahip olmaktır. Zira devletin içerisinde yaşayan bireyleri daha mesut kılmak için belirli bir düzene ve aynı zamanda teşkilata ihtiyaç vardır. Bu teş­kilat yapısı devletin milli şuur, adalet, egemenlik gibi konularının tamamlayıcısı, düzen ve disiplini sağlayan unsurdur (Baykara, 2001:169).

Devlet teşkilatı din, töre, coğrafi ve iktisadi yapı, hayat tarzı ve benzerleriyle yakından ilgilidir. Türklerin büyük bir kısmı geçi­mini hayvancılıktan sağladığı için yağmuru, yeşil alanları, kışın ılık bölgeleri, yazın yaylaları kovalamak zorunda kaldıklarından, de­vamlı olarak göç halinde bulunuyorlardı. Nüfusu kendilerinden çok fazla olan Çin Devleti’nin asimilasyon politikası ve Çin’e karşı bağımsızlıklarını kaybetme tehlikesinin varlığı, yerleşik hayat ter­cihlerini önlüyordu. Göç halinde yaşayabilme, bozkırda dağılıp yok olmamak için teşkilatlanmak önemli idi. Yaşamın devamı için sık sık karşılaşılan çatışmalar ve birlikte yaşamanın dokuduğu oymak­lar, gittikçe gelişen oymağa bağlılık şuurunun da Türklerde teşki­latçılığı mili bir özellik haline getirdiğinin üzerinde çok durulmuş­tur (Özdemir, 2017: 65).

Türklerin en bariz özelliklerinden birisi güçlü bir teşkilatçılık yeteneğine sahip olmalarıdır. Yaşanılan coğrafya ve hayat tarzı on­ları hürriyete, bağımsızlığa alıştırdığı için tarihsel süreçte Türklerin devletsiz kaldığı bir zaman diliminin olmadığı görülmektedir. Dün­yada her daim bir veya birkaç Türk devleti bulunmuş veya yıkılan devletin devamı niteliğinde başka bir devlet kurulmuştur. Türkler devlet kurma sürecinde en büyük desteği Tanrı’dan almıştır. Çünkü tanrı yeryüzünde Türk milletini diğer milletler üzerinde egemenlik kurmak ve yönetmek için göndermişti. Türkler, farklı milletler üzerinde kuracakları egemenliği ancak güçlü bir devlet düşüncesi ile gerçekleştirebilirlerdi (Güngör, 1997: 51).

Orta Asya’da senelerce aynı hayat tarzını yaşayan ve aynı teh­likeler içinde yaşamını idame ettiren Türk milleti, şehirlerde veya surlarla çevrili yerlerde yaşayan topluluklardan farklı bir teşkilat­lanma yoluna gitmiştir. Bu bağlamda, Türklerde istiklal ve egemen­lik duygusunun temeli Türk kültüründe yatmaktadır. Bozkır kültü­ründe yaşayan Türkler daima yer değiştirme imkânına sahipti. Bu imkân onu, yaşama ihtiyaçlarını topraktan karşılayan, bu ihtiyacı için toprağını terk edemeyen köylü durumuna düşmekten uzat tu­tuyordu. Baskı ve işgaller karşısında boyun eğen ve işgal eden boya katılmak zorunda kalan köylünün aksine, Bozkır insanı, geçim va­sıtası olan hayvanlarını sürerek başka iklimlerde özgürlüğünü de­vam ettirmiştir (Kafesoğlu, 2016: 225). Özgür yaşama alışkanlığı so­nucu oluşan bağımsızlık anlayışı küçükten büyüğe herkesin içine işlemiş ve Türkler için vazgeçilmez bir amaç olmuştur. (Çandarlı- oğlu, 2003: 94). Yıkılan Türk devletlerinin yerine sürekli yeni dev­letler kurulmuş ve Türklerde bağımsızlık anlayışı her daim kendini canlı tutmuştur.

  1. TÜRKLERDE DEVLET-KİMLİK İLİŞKİSİNİ OLUŞTURAN MADDİ FAKTÖRLER 

3.1. Bozkır Kültürü

Sert bozkır coğrafyasında hayat şartları acımasızdı ve ancak bir topluluk etrafında birleşen ve topluluk yasalarına uyan bireyler sağ kalabilirdi. Bu bölge 1200-1400 metre arasında değişen yüksek­liklerde yaylalara sahipti. Büyük çöküntüler ve yükseltilerden olu­şan bu arazide Altay dağlarının yüksekliği 4600 metreye yakındı. Yağışların az olduğu bu bölgede kıtlıklar yaşanır, kışın soğuklar şiddetlenir ve nehirler buz tutardı. Böyle bir coğrafyada yaşamanın yolu güçlü bir teşkilat yapısından geçerdi. Türkler bu coğrafyada uzun yıllar egemenlik kurduklarından kendilerini “güçlüler” ola­rak adlandırmışlardır (Roux, 2004: 119).

Bozkırın geniş ve uzun tarihi, en güzel otlakları ele geçirmek için mücadele eden, itişip kalkışan ve bazı durumlarda gezinmeleri asırlar süren hayvan sürülerini yaylak ve kışlıklar arasında getirip götüren Türk-Moğol kavimlerinin tarihinden ibarettir. Bozkır tabi­atı ve zor koşulları o uçsuz bucaksız bozkırlarda at sürmek için ge­rekli her şeyi, fiziki yapıyı ve hayat tarzını vermeyi de ihmal etme­miştir (Rene, 1980: 14).

Bozkır coğrafyası ve zorlu iklim şartları Türk yaşayışı, dü­şünce tarzı, inancı, dünya görüşü kısaca “Türk kültürüne” yön ve­rici etkiler bırakmıştır. Toplumlar kendi içerisinde görülen her türlü kültür belirtisini kabul etmemekle birlikte, kendi yaşam tarzına uy­gun olanları benimsemektedir. Binlerce yıllık Türk tarihinin geçtiği bu coğrafyanın Türkler üzerinde bir etki bırakacağı muhakkaktır.

Türk toplumlarının kendilerine mahsus bu kültür tipi ”Bozkır kül­türü” olarak ifade edilmektedir (Balcı, 2018: 73).

Bozkır kültüründe göçebe kültürünün devam etmesinde hay­vancılık faaliyetleri ile birlikte nüfusu kendilerinden çok olan Çin’e karşı bağımsızlıklarını koruyamamak, esaretlerini kaybetmek kor­kusu Türk toplumlarının yerleşik hayat anlayışı tercih etmemele­rinde etkili olmuştur (Özdemir, 2017: 65). Bu yüzden bağımsızlığın yolu sürekli göç etmekten geçerdi. Göçebe kültüründe düşmanın ne zaman görüneceği, saldıracağı belli olmadığından oba halkı oba re­isinin isteklerine göre teşkilatlanır, bu amaçla dâhil olduğu toplu­mun kimliğine bağlı kalmaya çalışırdı.

Toplumlar yaşadıkları coğrafyanın etkisi altındadırlar. Bu yüzden Orta Asya’nın bozkırlarında tarih sahnesine çıkan ilk Türk- ler, kültürel ve siyasal teşkilatlanmalarını bozkır kültüründen esin­lenerek şekillendirmişlerdir. Bozkır kültürün etkisiyle meydana ge­tirilen ve şekillenen Türk Kimliğinin merkezinde Türk Devlet’i var­dır. Bozkır coğrafyasında özgürce dolaşmanın yolu bir topluluğa dâhil olmakla ve bu topluluğun kurduğu bir devletle gerçekleşebilirdi. Bozkır coğrafyasının sert ikliminde hayatını idame ettiren top­lulukların geçim kaynağı hayvancılık ve yağma üzerine kuruluydu. İlk Türk devletlerinde doğal bir devlet sınırının olmaması, toplu­mun yağma tehlikesine karşı korunmasız hale gelmesine sebep olurdu. Düşmanın ne zaman ve nerede karşılarına çıkacağı belli ol­madığından, yaşamak için savaşmaya hazır olunmalıydı. Bu amaçla disiplin ve düzen önemli birer etkendi (Özdemir, 2017: 29).

Eski Türk toplumlarında Bozkır kültürü diye ifade ettiğimiz kültür tipinin merkezinde at yetiştiriciliği ve çobanlık faaliyetleri bulunsa da Bozkır kültürünün çetin hayat koşulları Türk devlet an­layışının şekillenmesinde büyük etki yapmıştır. Atın evcilleştirilip Türk toplumlarında bozkır coğrafyasında kullanılmasıyla birlikte geniş otlaklarda hayvan sürülerinin kollanması ve takip edilmesi kolaylaşmıştır. İlkönce binicilik alanında kullanılan at manevra ve hız özelliği sayesinde kısa zaman içerisinde askeri değer kazanarak “Bozkır Savaşçılığı”nın temeli olmuştur (Durmuş, 2016: 85). At kül­türü ile birlikte gelişen demircilik faaliyetleri savaş ile ilgili silahla­rın yapılmasını kolaylaştırmış, Türk topluluklarının Orta Asya’da uzun yıllar hüküm sürmelerini sağlamıştır. At sayesinde Türkler sürat kavramı ile tanışmış, komşuları üzerinde tesis ettikleri hâki­miyet ile dünyanın ilk fatihleri olmuşlardır (Kafesoğlu, 1970: 2).

 

3.2. Aile, Boy, Bodun

Türklerde toplumun temeli aile idi. Eski Türklerde aile kan akrabalığına dayanır. Aile genellikle anne, baba ve çocuklardan olu­şur. Türk ailesinde kadınlar, erkeklerle hemen hemen aynı haklara sahiptiler. Evlenen kız evlatları aile mirasından kendi üzerine dü­şen hakları alarak evlenir ve aile kurardı (Güngör,1997: 53).

Türk ailesi tip olarak geniş aile şeklinde görülse de, Türk aile­sinin küçük aile tipinde olduğu daha doğrudur. Çünkü Türk ailesi Yunan’daki “genose” ve Roma imparatorluğunda görülen “zadruga” tipi ailelerinden farklıdır. Türk aile tipi liderlerin hane hal­kına köle gibi davrandığı ve aile bireylerinin reisin birer mülkü ola­rak görüldüğü aile tipinden farklıdır. Türk aile yapısında eşitlik ve ortaklık esastır. Ortaklık, aile içinde olduğu gibi aileler arasında da görülür. Otlaklar ve hayvanlar ortak mülktür (Kafesoğlu, 2016:220).

Türklerde sosyal yapının temelinde, toplumun çekirdeği olan aile vardır. Türk ailesi kan akrabalığı esasına dayanırdı. Aile yapı­sına verilen önem sayesinde dünyanın dört tarafına dağılan Türk- ler, varlıklarını korumayı başarmışlardır (Balcı, 2018: 80).

Türk ailesi, birçok yönüyle devlet teşkilatı ve siyasi sistemin temeli olmuştur. Çünkü birçok açıdan aile ile devlet arasında ben­zerlikler vardır. Dünyanın neresinde olursa olsun varlığını devam ettiren Türk aileleri Türk devletinin devamlılığı için çalışmışlardır. Türk devleti adeta ailenin gelişmiş halidir. Türk ailesinin başında aile reisi olarak ailenin en yaşlı üyesi bulunur ve tüm aile onun em­rindedir. Devlet ailenin bir genişlemesidir. Bozkır coğrafyasının sert hayat koşullarına karşı hayatlarını sürdürmek isteyen toplumların mücadele etmesi gerekirdi. Türk ailesi bu mücadele gücünden yok­sun olan kadınları ve çocukları korumayı gaye etmiştir. Türk ailesi­nin bu özelliği Türk devletinin bir özelliği haline gelmiştir. Türk devletinin bu anlayıştan yola çıkarak babalık görevini üstlendiği öne sürülmüştür (Özdemir, 2017: 30).Bu babalık vasfı, Türk aile sis­teminin sosyal, siyasi hemen hemen bütün kuruluşlarına ve fertle­rinin davranışlarına yansımasının bir sonucu olmuştur. Eski Türk devletlerinde adalet, hürriyet ve istiklal gibi konularda ve insanları yönetmeye yönelik sosyal davranışlarda, bütün bu saydıklarımızı yerine getirme ve korumakla görevli olan devletin “baba” kavramı ile anılmasının temelini Türk ailesinin ana, baba ve evlat arasındaki ilişkilerinde görmek mümkündür. Türk aile anlayışına göre aile re­isi, öncelikli olarak hane halkını düşman tehlikesinden, kötü alış­kanlık ve işlerden korumalı, ailesinin tüm fertlerini gerekli olgun­luğa ulaştırmalı ve onları eğitmelidir. Aile reisi ailesinin sağlığını korumalıdır. Kendi ailesinden başlayarak toplumdaki bireylere eşit davranmalıdır (Kafesoğlu, 2016:221).

İlk Türk toplumlarının oluşmasında aile bağlılığının yanı sıra, karşılaşılan sorunlar, tehlikelere karşı koruyabilmek ihtiyacından kaynaklanan bir araya gelme ve geçimi kolayca sağlayabilme dü­şüncesi gibi faktörler rol oynamıştır. Ailelerin bir araya gelmesiyle “boy”, eski Türkler’de “bod” gibi siyasi bir örgütlenme ortaya çık­mıştır. Kaşgarlı Mahmud, Oğuzca bir kelime olan boyun “kavim, kabile, aşiret” anlamında olduğunu belirtmiştir. Boy içindeki sorun­ları çözmek, dayanışmayı artırmak, hak ve adaleti sağlamak üzere boyun başında görevli bir boy beyi bulunurdu. Boy beyi sadece boy içindeki sorunlarla uğraşmaz boy ile devlet arasındaki ilişkileri kontrol eder, gerektiğinde boyun menfaatleri için devlete isyan ederdi (Balcı, 2018: 86).

Siyasi bir örgütlenme olan boy, aralarında dil birliği olan aile­lerin bir araya gelmesiyle oluşurdu. Kendi toprakları ve savaşçıları vardı. Malları başka topluluklarınkinden farklı ve özel damgaları ile ayırt edilmekteydi. Aile ve soyların temsilcileri seçici heyeti mey­dana getirirdi. Bu heyet eski Türk devletlerinde mevcut meclislerin, ilk küçük örnekleridir. Bu heyet boy beyini seçmekle görevliydi. Boy içinden cesareti, mali kudreti ve doğruluğu ile tanınan kimseler arasından boy beyi seçilirdi (Çandarlıoğlu, 2003: 93).

Boyların büyümesi sonucunda daha büyük bir siyasi örgüt­lenme biçimi olan bodun ortaya çıkmıştır. Bodun kısaca boylar bir­liği olarak da tanımlanabilmektedir. Boyun başında boyun büyük­lüğü, arazinin genişliği, halkın çokluğuna göre yabgu, şad, ilteber gibi unvanlar taşıyan yöneticiler vardı. Bodun bağımsız olabileceği gibi bir devletedetabii olabilirdi. Boylar genellikle soy ve dil birli­ğine sahip oldukları halde, bodunların daha ziyade, boyların sadece sıkı işbirliğinin neticesine meydana gelen siyasi topluluklar olduğu anlaşılmaktadır (Kafesoğlu, 2016:223).

Bir boy, savaş ya da başka bir yolla nüfuz kazanmışsa, onun beyi, boylar birliği olan bodunun başbuğu olurdu. Boyun büyüyüp, askeri gücü ve arazinin genişlemesiyle, birliğin sosyal, ekonomik birliğini ve statüsünün devamlılığını koruyabilmek için, boy beyi­nin ailesi “sülale” sıfatı kazanmaktaydı. Seçime ancak olağanüstü hallerde gidilmekteydi (Özdemir, 2017: 87).

Türk ailesi ile başlayan siyasi örgütlenme zamanla genişlemiş ve güçlenmiştir. Kan birliğine dayanan Türk ailesi zamanla bir araya gelmiş, bozkır kültürünün tehlikelerinden korunmak üzere aile birliğini oluşturmuştur. Aile birliğinin genişlemesi ile birlikte boy, boyların zamanla büyümesi teşkilatlanması sonucunda devle­tin ilk aşaması olan budunlar ortaya çıkmıştır. Türk devleti neticede en küçük toplumsal birim olan ailenin büyümesi, boy ve budun gibi safhalardan geçmesiyle ulaşılan bir sonuçtur. Bu nedenle devletin birçok özelliği Türk ailesinin iç ve dış ilişkilerinden gelen özellikler­dir.

 

3.3. Sosyal Tabaka

Eski Türkler bozkırın uçsuz bucaksız topraklarını at üzerinde boydan boya gezerek kendilerine özgür bir kültür yapısı geliştir­mişlerdir. Bozkır kültürünün getirdiği sert hayat koşulları, karşı karşıya kaldıkları sorunlar, üyesi oldukları toplumlar, karşılaştık­ları farklı medeniyetler Türk devlet anlayışının şekillenmesini sağ­lamıştır. Türk toplumunun sürekli göç halinde olması, toprağa bağlı olmamasından dolayı Avrupa’da ortaya çıkan aristokrat sınıfı gibi farklı bir sınıf ortaya çıkmamıştır. Türk toplumlarında halk ve beyler gibi iki zümre bulunmaktaydı. Birde bunların üstünde buy­ruklar, yüksek rütbeli devlet ricali sayılan tutun, çur, tar ve tarkan vardır. Sonra da hükümdar ailesinden teginler, hakanın vekili yabgu, şad ve hepsinin üzerinde hakan yer alırdı. Bu unvanlar kalıcı olmamakla beraber yönetimle ilgili yetkileri ifade etmektedir. Bu kişiler yönetici zümreden olsalar bile, vergi, cezalardan ve diğer yü­kümlülüklerden muaf değillerdi (Özdemir, 2017: 237).

Türk toplumunda sınıf olarak bey ve halk vardı. Halk sınıfın­dan olan biri büyük bir başarı kazandığı zaman bey sınıfına yükse­lebilirdi. Aynı zamanda bey olan biri beyliğin gerektirdiği özellik­leri kaybederse, halkına kötü davranırsa beyliği son bulurdu. Orta­çağ Avrupa’sında olduğu gibi aristokrasi ve halk arasındaki ilişki­den farklıydı. Halk ve bey bozkır coğrafyasında aralarında bir uyum olacak şekilde toplumu oluştururlardı. Kutadgu-Bilig’deki hükümdara ait şu sözler sınıf farkı gözetilmediğinin delilidir: “Ben işleri doğruluk ile hallederim; insanları bey ya da kul olarak ayır­mam.” ifadesi Bey ile Halk arasındaki ilişkiyi göstermektedir (Balcı, 2018: 106).

  1. DEVLET VE KİMLİK İLİŞKİSİNİN MANEVİ UNSURLARI

4.1. Töre

İnsanların birbiriyle ilişkilerini düzenleyen, toplum içindeki yerini ve sahip olduğu hakları belirleyen, bazı kurallar mevcuttur. Eski Türk devlet anlayışının şekillenmesi, devlet ve insan arasın­daki ilişkileri düzenlenmesinde etkili bu kurallar töre olmuştur. Eski Türk tarihi araştırmalarında Töre’ye “kanun” anlamı verip bu kaynaklara bakmak eğilimi baskındır (Başer, 2015: 108).Ziya Gö- kalp töreyi her ne kadar kanun olarak tanımlamışsa da törenin ka­nun gibi sadece yazılı kaynakları ifade etmediğini dile getirmiştir. Töre, yazılı kaynaklarla birlikte yazılı olmayan teamülleri de ifade eder. Bu yüzden Töre eski Türklere atalarından kalan bu kuralların bir araya toplanmış halini ifade eder. Buradan yola çıkarak Gökalp töre kelimesini Türk kelimesiyle aynı cevherde olabileceğini söyle­mektedir (Gökalp, 1976: 14). Kafesoğlu ise, töreyi kanun anlamında kullanmış ve töreyi Türk sosyal hayatını düzenleyen mecburi kai­deler olarak tanımlamıştır (Kafesoğlu, 2016:237).

Bütün bozkır toplumlarında binlerce seneden beri yaşayan bir töre vardır. Büyük Türk hükümdarlarının bizzat kendileri, halkın sosyal yapısında yaşayan bu törelere tabi olmuşlardır. Bu kanunlar bizzat ataların yüzyıllarca süren ve biriktirilen düşüncelerinin neti­cesinde ortaya çıkmıştır. Türk beyleri, devlet ve milletleri eskiden beri var olan töreye tabi kaldıkça, Türk cemiyet ve devlet hayatı tam yolunda ve normal olarak cereyan ediyor demektir; hükümdardan istenen de ancak bu törenin yürürlüğünü temin etmektir (Togan, 1981: 195).

Türk töresinin oluşumunda Orta Asya’nın göçebe yaşamının etkisi büyük olmuştur. Devletlerin kuruluş ve yıkılış süreleri teşki­lat yapılarına göre uzun veya kısa olabilmekteydi. Devletin uzun yıllar ayakta kalması için kesin ve katı kanunlara ihtiyaç duyulmak­taydı. Bu kanunların bir düzen için yürütülmesine Türk Töresi den­mekteydi. Türkler etrafları daima düşmanla çevrili bir hayat yaşa­dıkları için teşkilatlı, disiplinli bir şekilde birlik ve beraberlik içinde yaşamak zorundaydılar. Bu yüzden Türk ülkesinde düzeni sağla­yan töre her şeyden önce gelirdi.

Töre yazılı hukuk kuralları değildi. Atalardan kalan bu ku­rallar bütünü Türk örf ve adet olarak sağlam bir şekilde yerleşmişti. Orhun Abidelerinde töresiz bir devletin var olamayacağı belirtil­miştir. Kurulan Türk devletleri bu düşünce çerçevesinde kurulmuş ve töreye uygun olarak yönetilmiştir. Kağanlar emirlerini, yargıçlar da kararlarını töreye göre vermiştir. Hakan töre kurallarına uymak zorunda kaldığından halka karşı görevlerini yerine getirmek ve hal­kına iyi davranmak zorundaydı. Böylece halk doğrudan doğruya törenin himayesi altındaydı (Hassan, 2015:122). Türk töresi, alanına göre oldukça sert ve kesin hükümler ihtiva etmiştir. Cezalar çok ağır olmasına rağmen, töre Türk cemiyetinin bel kemiği olduğun­dan, hiç kimse cezalara ya da oranlarına itiraz etmemiştir. Törenin daima doğru ve adaletli olanı emrettiğini herkes en baştan kabul etmiştir. Çünkü töre, milletin binlerce yıllık hayat birikimlerinden süzülerek gelmiş kurallar bütünüdür. Türklerin birlik beraberlik içinde yaşamasını sağlayan en önemli unsur töredir. Töre, her şey­den önce gelir ve sosyal nizamı oluşturur ve aynı zamanda devlet bütünlüğünü sağlardı (Güngör, 1997: 57). Böylelikle töre, ahlaki, sosyal, siyasi birçok kural koymuş, müesseselere kaynaklık etmiş, insanlığa kendi hakikatlerini bildirmek ve onları huzur, refah içinde yaşatmak maksadıyla devlet gibi insanlığa en büyük faydayı geti­ren yüksek bir merkez müessese meydana getirmiştir. Yani törenin devleti de, insanı kendi hakikatine götürmek maksadının bir aracı­dır (Tatar ve Tatar, 2005: 277).

Orhun Abidelerinde töre ve il sürekli birlikte zikredilmiştir: “üstte mavi gök, altta yağız yer kılındıkta, ikisi arasında insanoğlu kılın­mış. İnsanoğlunun üzerine ecdadım Bumin Kağan, İstemi Kağan otur­muş. Oturarak Türk milletinin ilini töresini tutu vermiş, düzenleyi ver­miş” (Ergin, 2016: 41).Burada il devlet anlamında töre ise kanun an­lamında kullanılmıştır. Türk devleti töresiz, kanunsuz olamazdı. Kanunun olduğu yerde halk kendini devlete yakın bulur, içinde ya­şadığı devleti sahiplenirdi (Gökalp, 1977: 14).

Törenin anayasa niteliğinde değişmeyen bazı ilkeleri vardır. Kutadgu Bilig’de bunların “Könilik” (adalet), “Uzluk” (iyilik, fay- dalık), “Tüzlük” (eşitlik) ve “Kişilik” (insanlık, evrensellik) olduğu anlaşılmaktadır. Devletin adil, iyi bir toplumun faydasına olması töreye göre hükümdarın devletinin uzun ömürlü olmasının temel kuralıydı. Devlet töreye uydukça ayakta kalır ve uzun ömürlü olurdu. Bu yüzden Türk milleti devlet ve töreye saygı duyar devlet ve töreyi beraber zikrederdi. Türk töresi de adalet anlayışının bir sonucu olarak bütün insanlara eşit uygulanırdı (Balcı, 2018: 144­145).

Orhun Abidelerinde “Öyle kazanılmış, düzene sokulmuş ilimiz, töremiz vardı. Türk, Oğuz beyleri, milleti, işitin: Üstte gök basmasa, altta yer delinmese, Türk milleti, ilini, töreni kim bozabilecekti? Türk milleti vazgeç, pişman ol! Disiplinsizliğinden dolayı, beslemiş olan bilgili kağa­nınla, hür ve müstakil iyi iline kendin hata ettin, kötü hale soktun.” de­nilmektedir (Ergin, 2016: 49). Türk töresinin kaybedilmesi veya Türk töresine karşı gelmek, devletin yıkılması ve Türk milletinin yok olması için bir neden olarak görülüyordu. Töre devletin otur­duğu temel düzendi. Türk töresi Türk milletinin düşünce ve tarihini içine işlemiş ve onları kendi düzeni içine almıştı. Çünkü yalnızca töre ile devletin var olması imkânsızdı. Bundan dolayı milletin tö­reyi bilmesi, benimsemesi ve ona uymuş olması gerekirdi (Ögel, 2016: 282).

Töre ilk Türk toplumlarında ortaya çıkmışsa da dönemin şart­larına ve ihtiyacına göre zamanla değişmiş veya değiştirilmiştir. Bu değişim hareketi millet veya kağan eliyle olmuştur. Eski Orta Asya Türk toplumunda hukuk kuralarının ortaya çıkışında üç yoldan bahsedilebilir: Kağan eski Türk hukukunda yasamanın bir kaynağı sayılırdı. Bu yüzden başa geçen kağan töreyi bir nebze olsa da dü­zenlerdi. Eski Türk Orta Asya devlet sisteminde kağanın hukuk ku­ralı koyma görevi, ülkeyi düzenleme, idare etme ve halkı bir arada tutma ödevinin bir sonucudur. Kağan töreyi düzenlerken bu görevi şahsi düşüncelerine göre değil Tanrı’dan altığı Kut düşüncesine uy­gun olarak yapmıştır. İkinci yol ise kurultaylar tarafından alınan ka­rarlardır. Kurultay eski Türk devletlerinde büyük bir öneme sa­hipti. Üçüncü yol ise Türk toplumlarında zamanla meydana gelen, yavaş yavaş ve kendiliğinden oluşan kurallar, kağanın kabul ettiği nispette Türk Töresinden sayılırdı (Pamir, 2009: 363-368).

İlk Türk Devletlerinden beri görülen ve siyasi telakki hedefini güçlendiren siyasi erkin denetlenmesi töre ile olmaktaydı. İlk Türk devletlerinde İslamiyet öncesinde bu denetleme töre ile olmuşken İslamiyet’in kabulüyle birlikte bu durum etkisini devam ettirmiş, zamanla İslami kurallar ışığında “töre”, yani yazısız anayasal ku­rallar, mahiyet ve içeriğinden olmasa da kapsamından tedrici ola­rak uzaklaşarak, örfi hukuka doğru evrilmeye başlamıştır. Bu ev­rilme, gerek hâkimiyet sahasına gerekse güçlü devlet yapısına sü­reklilik katmıştır. Türk töresi ilk Türk devletlerinde ortaya çıkmışsa da yıkılan devletin devamında Türk töresi çerçevesinde yerine başka bir devlet kurulmuştur. Türk töresi sürekliliğini her Türk devleti döneminde sağlamıştır (Coşkun, 2016:129-130).

4.2. Kut Anlayışı

Devlet hukuki bakımından emretme hak ve yetkileri ile emri tatbik etmek kudretine sahip yüksek bir düzendir. Bu düzeni zor­balıktan ayıran nokta ona itaat eden toplumun hâkimiyeti meşru olarak kabul etmesidir. Meşruiyet topluluklara göre değişiklik arz etmekle birlikte hâkimiyetlerinin kaynağını esas alarak, gelenekçi, kanuni ve karizmatik olmak üzere üçe ayırmak mümkündür. Ge­lenekçi hâkimiyette meşruiyet kaynağı, eskiden beri süre gelen ve değişmeyeceğine inanılan düzenin kutsallığını benimsemeye daya­nır. Kanuni hâkimiyette hükümdarlığın şartları ve koşulları ka­nunla tespit edilir. Karizmatik hâkimiyette ise hâkimiyetin, hüküm­darın Tanrı tarafından üstün vasıflarla donatıldığına ve yönetme yetkisinin bu vasıflardan kaynaklandığı kabul edilir (Özdemir, 2017: 46).

Eski Türk hükümranlık görüşü, hükümdarlık yetki ve kudre­tinin kendilerine Tanrı tarafından bağışlandığına inanılan karizmatik bir tip olarak kabul edilmiştir. Asya Hun imparatorunun unvanı: “Gök-Tanrı’nın, güneşin, ayın tahta çıkardığı Tanrı kut’u Tanhu” idi. Asya Hun Devleti Tanhusu şöyle diyordu: “Benim hükümdar olmam Tanrı tarafından kararlaştırıldı”. Bu gibi unvanların kullanılması Türk hükümdarın tanrı tarafından seçildiğinin bir göstergesiydi. Bozkır Türk hükümdarı Tanrı tarafından kut ve ülüg ile donatıldığından işbaşına gelmekteydi. Türk hakanı adeta göğün yeryüzündeki tem­silcisidir (Kafesoğlu, 2016:239-240). Bu görüş diğer Türk devletle­rinde de görülmüştür. Uygur hakanları da eski Türk kağanları gibi hâkimiyet anlayışını Tanrı’ya bağlamışlardır. Bundan dolayı “Gök ve Ay Tanrı’da kut bulmuş” gibi unvanlarla kendilerini tanıtmışlardır (Balcı, 2018: 124). Orhun Abidelerinde ise Bilge Kağan’ın yönetme yetkisinin Tanrı tarafından verildiğini şöyle anlatılmaktadır: “Tanrı gibi gökte olmuş, Türk Bilge Kağan”(Ergin, 2016:89). “Türk milleti­nin adı sanı yok olmasın diye, babam kağanı ile annem hatunu tahta oturttu” (Ergin, 2016: 74-75).”Tanrı buyurduğu için, devletli oldu­ğum için kağan oturdum”(Ergin, 2016:91).Bu tarihi kayıtlar gösteri­yor ki, Eski Türk devletlerinde yönetme hakkı “Kut” ile ifade edili­yordu.

Eski Türk kitabelerinde evren düzenin yani dünyanın ve top­lumun organizasyonunun ve insanın kaderinin Tanrı’ya bağlı ol­duğu anlaşılmaktadır. Bu bakımdan, daha Göktürkler döneminde rastlanan şekli altında, Türklerde Gök Tanrı’nın en azından kavram olarak yaratıcı ve her şeye gücü yeten Tanrı şeklinde idrak edildi­ğini ifade etmek gerekiyor. Nitekim böyle olduğu içindir ki, Türk­lerde siyasi iktidar ve hâkimiyet kaynağını Tanrı’dan almaktadır (Enver ve Güngör, 2003: 61). Yönetme hakkını Tanrı’dan alan Türk Kağanları İnsanı vasıfları olarak üstün olmuşlardır. Kut bulan ka­ğan bu yetkisiyle yönettiği toplumun üzerinde değildi. Kağanlar da insanoğlu idiler. İnsanoğlu ise, diğer varlıklar gibi yaratılmıştı. İlk önce yukarıda gök, aşağıda ise yer yaratılmıştı. İkisi arasında insa­noğlu, kişioğlu yaratılmış, kağan da bir insanoğluydu (Ögel, 2016: 75). Türk mitolojisine benzer şekilde diğer milletlerde görülen kra­lın şahsının da ilahi olarak kabul edilen inançlardan farklı olarak; kral hata yapmaz, kral masumdur düşüncesi yoktur. Türk inanç sis­teminde ilahi olan kağan değil görevlendirmedir. Hakan olmak o kişi için nasip, kaderdir (Özdemir, 2017: 50).

Kutadgu Bilig’de Kut’un tabiatı gereği kararsız olduğunu, kut alan kağanın kut geldiğinde emniyet hissine kapılmasının yanlış ol­duğu yazar. Kutadgu Bilig’de kutun nitelikleri şöyle ifade edilir. “Akarsu ve güzel söz gibi kut da durmadan dünyayı dolaşır. Kut’a inanılmaz, o vefasız ve dönektir; yürürken uçuverir, ayağı kaygan- dır.”(Başer, 2015:63). Kut gelip geçici olduğundan kağanlar bu bi­linçle Tanrı tarafından verilen yönetme hakkını elinde tutmak için çalışmışlardır. Bu inanç sadece kağanlara değil, bütün Türk mille­tine hâkimdi. Milletin inancına göre, Tanrı tarafından verilen Kut’a sahip olan yönetme hakkını kazandığından tahta çıkardı; görevle­rini yaptığı sürece tahta kalmaya devam ederdi, görevinde başarılı olamadığı zaman Tanrı tarafından bağışlanan kut geri alındığından kağanlığı sona erer, tahttan indirilirdi. İkinci Gök-Türk Devleti’nde Oğuz isyanları başladığında tahtta oturan İnal Hakan isyanı bastıramadığından, “Kutu taplamadı” inancıyla tahttan indirilmiştir (Öz­demir, 2017: 49).

Yusuf Has Hacib’in eserinde, “Bey anasından doğarken beylikle doğar.”, “Babası bey ise oğul da bey doğar ve oda babaları gibi bey olur.” ibareler kullanılmıştır. Türklerde, yöneticilerinden hiçbiri seçme yoluyla tahta oturmamış ve hakanlık hiçbir zaman seçim yoluyla kazanılmamıştır. Türk hâkimiyet düşüncesinde kutun babadan oğula geçtiği kabul edildiğinden Türk devlet geleneğine göre kut kağanın tüm ailesine verilmiş sayılıyordu. Tüm aile üyelerinin tahta geçme hakkı vardı (Balcı, 2018: 125).

Devlet yönetme yetkisi bütün aile mensuplarına verilmiştir ve bu durum göçebe inanç ve düşünüş biçiminde hakanlık yetkisinin göğe ait olması ve tanrısallığı anlayışı ile ilgilidir. İşte bu nedenledir ki, eski Türk geleneklerinde kağan ailesinin ya da hanedanının kut­sallığı açık olarak görülmektedir. Öyle ki hükümdar ailesine ya da hanedana mensup olanların kanının akıtılması yasaktı ve Türkler Müslüman olduktan sonra da bu düşünce devam etmiş hatta Os­manlı hanedanı için de geçerliliğini korumuştur. Hükümdar aile­sine mensup bir kişinin öldürülmesi gerektiğinde kanlarının kutsal sayıldığından akmaması için kendi oklarının kirişi ile boğulurlardı (Arslan, 1987: 59).

Kut, halkı hükümdara karşı korurdu. Türk halkını korumak amacıyla, zalim ve liyakatsiz hükümdarların yönetme hakkı elin­den alınırdı. Kut kalıcı olmadığından kağan görevini yerine getir­mediğinden halkın direnme hakkı olduğundan, kağan tarafından tahttan indirilirdi. Hükümdar olan kişi, Tanrı’yla uyum içinde ol­mak zorundadır. Eski Türk devletinde siyasi iktidar kavramı “Kut” tabiriyle ifade edildiğinden dolayı hükümdar kutluktur. O ulu Tanrı’dan kut bulmuştur. Kut sahibi olmanın göstergesi ise, hü­kümdarın halkın sorunlarını çözmesi, güçlü bir devlet yapısı kur­mak ve savaşları kazanarak toplumu memnun etmesidir (Durgun, 2014; 19).

Tanrı devlet yönetiminin en önemli denetleyicisidir. Türk tö­resinin temel ilkesi olarak kabul edilen Tanrı buyruklarına uymadı­ğında, Tanrı hem hakanı hem de halkı cezalandırmaktadır. Göktürklerin Çin’den ayrılarak, bağımsız bir devlet kurmaları, Gök-

Tanrı’nın iradesi ile gerçekleşmiş; hükümdar onlara Tanrı tarafın­dan verilmiş; ancak, halk Kağanı terk edip Çinlilere boyun eğdiği için Tanrı şu emri iletmiştir: “Öl! Türk halkı öldü, imha oldu, yok oldu.” Devletin bağımsızlığının yolu hükümdarın başarısına bağlanmış, toplumsal varoluşun devletle ilgili olduğunu gören halk, hüküm­darın tasavvurunda olan temel değerlere bağlı kalmasını ve onlara göre eylemde bulunmasını beklemiştir (Bıçak, 2013: 81).

 

4.3. Cihan Hâkimiyeti Anlayışı

Dünyada birçok milletler ayrı ayrı devletler kurmuşlardır. Bazı milletler ise tarihte bir tane devlet kurabilmiş ya da devlet kuramadan başka devletlerin buyruğu altında yaşamışlardır. Kurulan tek bir devletin tarihi yazılabilmişti; fakat o milletin kalbine ve kül­türüne devlet kurma ve yönetme geleneği bir türlü girememişti. Antik Yunan siteleri gibi küçük şehirlere sıkışıp kalan insanlarda devlet fikri ancak bir teori olarak kalabilmişti. Orta Asya, Çin, Roma gibi büyük devlet ve toplumlarda devlet fikri, ortaya çıkışı ve şek­lini aile inanış ve kuruluşlarından alarak gelişmiştir. Bu yüzden bir devlet yıkılsa bile, ailenin ve kişilerin kalbine ve iliklerine kadar iş­lemiş olan bu köklü devlet geleneği sebebi ile yeni bir devletin ku­ruluşu olağan bir iş haline gelmişti. Devlet fikri ve anlayışı, gelenek­lerin ve dinsel inanışların temelinde yatar (Ögel, 2010: 269).

Türklerin evren ve evrenin yaratılışı görüşü, tarih sahnesine çıktıkları andan itibaren kimliği, coğrafyası, siyaseti ve tarihi konu­larında merkezi bir öneme sahiptir. Sert ve acımasız olan bozkır coğrafyasından başlayıp, Avrupa kapılarına kadar uzanan yaşam öyküsü, farklı inanç ve dünya görüşlerini Türk kültür ve dünya gö­rüşüne uyumlu hale getirerek dâhil etmişlerdir. Bu bağlamda Türk- lerin siyasi, ekonomik ve toplumsal yapısını şekillendiren, yönlen­diren ve bunu coğrafyada hâkim kılan temel etken, evren tasavvu­rudur. Evren tasavvurunun Türk kimliği ve devlet düşüncelerini anlamada mihenk taşı teşkil ettiği ifade edilmektedir (Ayata ve Yü­cel, 2015:80).

Tarihin ilk dönemlerinden itibaren oluşmuş olan Türk evren tasavvurunun önemli kavramlarından biri Tanrı (Tengri) terimidir.

Tengri Türk evren tasavvurunda etkili olan bir yapıdır. Türkler ta­rih boyunca birçok dinin etkisine girmişlerdir. Tanrı terimi tüm bu benimsedikleri dinlerde de yerini korumuş olduğundan Türk evren tasavvurunu anlamak açısından önemli kavramlardan biridir (Dur­gun, 2014: 15).

Eski Türkler’de hâkimiyet hakkının Tanrı tarafından bağış­landığına inanılıyordu. Tanrı tarafından verilen yönetme hakkı olan kut, halka karşı hükümdarı sorumlu kılıyordu. Hükümdar tahtta kaldığı süre boyunca halkın ihtiyaçlarını sağlamak ve dağınık halde ki Türk boylarını derleyip toplamakla görevliydi. Aksi takdirde kutu geri alınır ve tahttan indirilirdi. Bu yüzden Türk cihan hâkimi­yeti düşüncesinin merkezinde, kanun-adalet, hizmet, barış ve itaat vardı (Balcı, 2018: 195-196).

Türkler’de cihan hâkimiyeti düşüncesinin şekillenmesinde Türklerin yaşadığı bozkır coğrafyası, devlet teşkilatı, Türk dini gibi faktörler etkili olmuştur. Tarih boyunca devletlerin kuruluşu, efsa­nevi bir temele oturtulmuştur. Efsanede bildirilenlerin tarihi ger­çekler taşıyıp taşımadığı çoğunlukla sorgulanmamıştır. Modern ön­cesi toplumlarda efsaneler, düşünce üretiminde dolayısıyla sorun­ların çözümünde etkili bir şekilde kullanılmışlardır. Bu yüzden mo­dern öncesi toplumlarda evren tasavvuru çerçevesinde devletin kö­kenleri ve görevlerinin açıklanması efsaneler aracılığıyla yapılmış­tır (Bıçak, 2013: 65).Türk destanları, efsaneler, bazen de tarihi olay­lar, milletlerin yaşayış, düşüncelerini ve inanışlarını anlamak için başvurulacak kaynaklardır. İlk cihan hâkimiyeti Türklerin fetihle­rini destani bir şekilde anlatan Oğuzname’ye göre Oğuz kağan ta­rafından kurulmuştur. Destanda; Oğuz Kağan’ın Çin, Hindistan, Azerbaycan, İran, Suriye, Anadolu, Mısır, Rus ve hatta Frenk ülke­lerini fethettiğini ve buralara düzen getirip milli nizamı sağladığı yazılır. Oğuz Kağan semavi bir menşeden gelmiş ve insanüstü özel­liklere sahip olarak doğmuştur. Oğuz Han babasına karşı verdiği mücadeleden galip geldikten sonra kağanlığını ilan eder (Turan, 2016: 97-98).

Destana göre Oğuz Han, kağan ilan edildikten sonra “Güneş bayrağımız, gök-yüzü otağımızdır” diyerek dünyanın fethine hazırlan­dığı zaman etraftaki hükümdarlara elçiler göndererek şöyle di­yordu: “Ben Uygur hakanıyım. Yeryüzünün dört tarafına hükümdar ol­mam gereklidir. Sizden itaat bekliyorum, yoksa üzerinize ordu sevk ede­rim.” (Kafesoğlu, 2016:245). Oğuz Kağan destanı, Tanrı’nın evrende kurduğu sarsılmaz, bozulmaz düzenin bir benzerinin yeryüzünde insanlar tarafından da kurulabileceğini göstermiştir. Yeryüzü dev­leti düşüncesi Türk devlet düşüncesinde ve siyaset anlayışında mo­del olmuştur (Durgun, 2014; 16).

Oğuz Kağan gökten inen birinci eşinden Gün, Ay ve Yıldız; ağaç kovuğundan, yani yerin derinliğinden gelen ikinci eşinden Gök, Dağ, Deniz isminde çocuklarına ülkeyi bırakmıştır. Oğuz Kağan’ın ilk çocukları gökten diğer üç çocuğu ise yerin sonsuzluğun­dan geliyordu. Böylece yer ve gök birleşiyordu. Oğuz Kağan dünya fethini gerçekleştirip yaşlanınca, “Çok savaşlar yaptım, Gök Tanrı’ya borcumu ödedim” cümlesiyle cihan hâkimiyetinin dini bir görev ol­duğunu bildirmiştir (Özdemir, 2017: 171).Efsanede geçen gök, dağ, deniz, ada, ağaç gibi kavramlar Türk evren modelini ortaya koy­maktaydı. Oğuz Kağan efsanesinde geçen ağaç kovuğu, hayat ağa­cını temsil etmektedir. Bu ağaç yeryüzünden başlayıp kutup yıldı­zına kadar uzanmaktadır (Çoruhlu, 2002: 92). Oğuz Kağan Dünya devletini gerçekleştirmek için dünya fethini gerçekleştirerek bu Ha­yat Ağacı’nın basamaklarını tek tek aşarak Tanrı’ya ulaşacaktı. Di­ğer unsurlar ise evrenin temel unsurlarını oluşturmaktadır (Ço- ruhlu, 2002: 18).

Yeryüzü devleti veya cihan devletini kurma düşüncesi Oğuz Han ile başlamış ve diğer tüm Türk devlerine sirayet etmiştir. Bu efsanelerle birlikte mitolojik unsurlarda cihan hâkimiyetinde etkili olmuştur. Türkler cihan hâkimiyetini gerçekleştirmek için yola ko­yulduklarında önlerinde bir kurt onlara rehberlik ediyordu. Tanrı’nın cihan hâkimiyetini gerçekleştirmek için seçtiği hükümdar ve onlara rehber olan kurt ile Türkler uzun yıllar bu cihan düşünce­sini gerçekleştirmek için çalışmıştır (Turan, 2016: 98).

Türklerin bozkır coğrafyasından başlayıp Avrupa kapılarına dayanmalarında, sürat ve savaşçılık özellikleri etkili olmuştur. Boz­kır coğrafyasında atın evcilleştirilmesi ve savaşta kullanılmasıyla atın, Türk kültüründe kutsal bir varlık sayılması, destan ve Orhun Kitabelerinde yer alması tabii idi. At Türk destanlarında kahraman­lar gibi gökten inmiş bir varlık sanılmaktaydı. Bu yüzden ölen Türk kağan ve kahramanları cennette de atlarına binecekleri inancıyla at­larıyla birlikte gömmüşlerdi (Turan, 2016:133).

Tanrı tarafından kut alarak yönetme yetkisine kavuşan hü­kümdar, halkın varoluş şartlarından biridir. Halkın hükümdar ara­cılığıyla kutsandığına, evrene dâhil olduğuna inanılmıştır. Tebaası için kutsal olan hükümdar halkın hayatlarını elinde tutar. Başa ge­çen hükümdarın ilk görevi, halkı bir bayrak altında toplamak ve Tanrı’nın isteğine uygun olarak bütün insanları göğün altında top­lamaktır (Bıçak, 2013: 82).Buradaki halk kavramı Türk halkından ibaret değildi. Aksine Tüm milletlerin bir arada barış ve huzur içinde yaşadığı bir devlet yapısıydı. Bu devlet yapısında Tanrı’nın barış ve adalet kavramları hâkim olacaktı. Bu devlet düzenini kurma görevi ise kut ile birlikte Türk Kağanlarına verilmişti. Türk kağanı milletin babası olduğundan halkı beslemek vazifeleri, ciha­nın sahibi oldukları için de yabancı milletlere şefkat ve adalet gös­termesi anlayışı cihan hâkimiyeti anlayışının bir yansımasıdır.

Oğuz Kağan hükümdar olarak tahta geçtiğinde dünya devleti amacını gerçekleştirmek için Tanrı’dan kut aldığını şöyle ifade et­miştir. “Üstte mavi gök, altta yağız yer kılındıkta, ikisi arasında insanoğlu kılınmış. İnsanoğlunun üzerine ecdadım Bumin Kağan, İstemi Kağan oturmuş.” Burada Oğuz Kağan dünyanın dört kattan oluştuğunu ifade ediyordu. Bunlardan ilki Gök, ikincisi Kağan, yani hükümdar, üçüncüsü Kişioğlu, yani insanlar ve en sonuncusu ise yer olarak ifade edilmiştir. Bütün bunlar, gökle yer arasında sıralanmıştı ve en üstte tanrı vardı. Fakat Tanrı ile Dünya devleti, kesin olarak birbi­rinden ayrılmışlardı. Yaratılış sırasında önce gök, sonra yer, daha sonra da kişioğlu geliyordu. Türk Kağanı, insanları idare etmek ve bir arada tutmak için sonradan Tanrı tarafından, insanoğlunun üze­rine tahta oturtulmuştu (Ögel, 2010: 280). Türk evren tasavvurunun merkezinde Tanrı, yeryüzünde ise Türk Kağanı vardı. Tanrı’dan kut alarak insanoğlu üzerinde egemenlik hakkı kazanan Oğuz Ka­ğan dünya devletini gerçekleştirme amacını şöyle ifade eder:

“Yurdum ırmaklarla denizler ile dolsun

Gökteki güneş ise yurdun Bayrağı olsun,

İlimizin çadırı, yukardaki gök olsun,

Dünya devletim ol olsun, halkımız da çok olsun!” (Ögel, 2010: 118).

Oğuz Kağan evren tasavvurunda tekrardan su, gök, deniz gibi evrenin temel unsularını yeniden vurgulamıştır. Yurdun su ve denizlerle dolması, yani bütün nehir ve ırmaklara hâkim olma is­teği, su öğesini öne çıkarmaktadır. Efsanede, çadırın direği bayrak olarak tasvir edilmiş ve dönemin inancı gereği güneşin dünyanın etrafında dönmesi gibi bayrak da dünya etrafında dönecek ve mil­letler tek bir bayrak altında araya toplanacaktı. Göğün otağ olarak tasviri ise, dünya devletini kurma kaygısının bir göstergesidir. Gö­ğün dünyanın tümünü kuşatması gibi, devletin de bütün dünyaya hâkim olması gerektiğini ortaya koymaktadır(Bıçak, 2013: 67-68).Bu düşünce yapısı ilk Türk devletlerinde dinin bir sonucu olarak oluş­muştur. Cihan hâkimiyeti ülküsü diğer devletlerde de canlılığını korumuştur. İslamiyet ile tanışan Türkler bu düşünce yapısını İslami düşünce yapısıyla harmanlamışlardır.

  1. SONUÇ

Yeryüzünde en eski medeniyetlerden biri olan Türk Medeni­yeti Orta Asya bozkırlarında ortaya çıkmışlardır. Sert bozkır kültü­ründe göçebe bir hayat süren Türkler, düşmanın ne zaman ortaya çıkacağı, toplumu yağmalayacağı tehlikesi ile karşı karşıya kaldık­larından teşkilatlanmaya önem vermişlerdir. Teşkilatlanmanın bir sonucu olarak örgütlenmeler gelişmiş ve devlet kavramı ortaya çık­mıştır. Türklerde insanlığın varoluş sürecinden itibaren bir devlet düşüncesi mevcuttu. Devlet düşüncesi halkın bağımsızlığı için kut­sal bir kavramdı ve devletin bağımsızlığının kaybedildiği dönem­lerde Türk halkı esaret altında yaşamamak için canına kıymış ya da göç etmiştir. Türklerde devlet kurma düşüncesi her dönem kendi­sini göstermiş, yıkılan Türk devletlerinin yerine yenileri kurulmuş­tur.

Türklerde devlet anlayışı ve yönetim felsefesi; mitolojiler, destanlar, kitabeler, dilden dile aktarılan milli anılarla şekillenmiş­tir ve devlet kaynağının unsurları her dönemde vatan, bağımsızlık, millet, egemenlik ilkelerine dayandırılmıştır. Türkler yaşadıkları toprakları vatan olarak benimsemişler ve onu kutsal sayarak koru­muşlardır. Vatan kavramına verilen önem, eski Türklerden beri de­ğişikliğe uğramadan günümüze kadar ulaşmıştır. Devlet ayakta durduğu sürece halkında bağımsız olacağı düşüncesi, devleti her dönem vazgeçilmez bir kavrama dönüştürmüştür. Türk insanı ba­ğımsız olmadığı toprağı hiçbir dönemde vatan saymamıştır. Türklerde özel mülkiyet yasak olduğundan sınıf bilinci oluşmamış, dev­let her bireye aynı mesafede durmuştur. Avrupa toplumlarında gö­rülen ve toprak yapısına bağlı olarak ortaya çıkan kölelik sistemi Türklerde görülmemiştir. Türk devletlerinde kölelik ve bazı kesim­lerin imtiyazlarla donatılmasının engellenmesi bozkır kültüründe adalet, eşitlik gibi prensiplerin gelişmesine yardımcı olmuştur. Halk ve Hükümdarın birbirlerine karşı görevleri vardı. Halk hü­kümdara bağlı olacak, hükümdar ise devleti yücelterek halkın refah seviyesini artıracaktı. Böyle bir ilişkinin olduğu Türk toplumlarında devlet, Avrupa toplumlarından farklı olarak sömürü düzenin bir aracı şekilde değil aksine baba olarak tasvir edilmiştir. Millet devle­tin kurucu unsuru olduğundan devletsiz millet olamayacağı gibi milletsiz devlet de olamazdı. Türklerde devlet ve millet iç içe girmiş iki kavramdı.

KAYNAKÇA

Arslan, Mahmut (1987), Kutadgu-Bilig’deki Toplum ve Devlet Anlayışı, İstanbul Üniversitesi Yayınları: İstanbul.

Aslan, Seyfettin (2017), “Osmanlılarda Siyasal İktidarı Koruma Ça­bası ve Kardeş Katli”, Dicle Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fa­kültesi Dergisi, C: 7, S:12, ss.1-11

Ayata, Ali ve Yücel, Gökberk (2015), Yeni Küresel Düzende Türk Dış Politikasının Kimlik Arayışı, 1. Baskı, Nobel Yayınları: Ankara.

Aybars, Pamir (2009), “Orta-Asya Türk Hukukunda ”Töre” Kav­ramı”, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C.58 S.2, s. 359­375.

Balcı, Cengiz (2018), Türk Devlet Töresi, (1. Baskı), Bilge Oğuz Yayın­lar: İstanbul.

Başer, Sait (2015), Kutadgu Bilig’de Kut ve Töre, (6. Baskı), İrfan Ya­yınları: İstanbul.

Baykara, Tuncer (2001), Türk Kültür Tarihine Bakışlar, (1. Baskı), Ata­türk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları: Ankara.

Bıçak, Ayhan (2013), Türk Düşüncesi 1 Kökenler, (2. Baskı), Dergâh Yayınları: İstanbul.

Coşkun, Özlem (2016),”Türk Yönetim Sistemi Üzerine Kısa Bir De­ğerlendirme”, TheJournal of International Lingual, Socialand Educatio- nal Sciences, Cilt: 2, Sayı: 2, ss.126-135.

Çandarlıoğlu, Gülçin (2003), İslam Öncesi Türk Tarihi ve Kültürü, Türk Dünyası Araştırmalar Vakfı Yayınları, İstanbul.

Çoruhlu, Yaşar (2002), Türk Mitolojisinin Anahatları, 1. Baskı, Kabalcı Yayınevi: İstanbul.

Dalbay, Ramazan Saim (2018), “Kimlik ve Toplumsal Kimlik kav­ramı” Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, S:31, s. 161-176.

Durgun, Şenol (2014), Ulus İnşası ve Milliyetçilik, 1. Baskı, Binyıl Ya­yınevi: Ankara.

Ergin, Muharrem (2016), Orhun Abideleri, 50. Baskı, Boğaziçi Yayın­ları: İstanbul.

Gökalp, Ziya (1977), Türk Töresi, 1. Baskı, Kültür Bakanlığı Ziya Gökalp Yayınları.

Güngör, Erol (1997), Tarihte Türkler, 8. Basım, Ötüken Neşriyat: An­kara.

Hassan, Ümit (2015), Eski Türk Toplumu Üzerine İncelemeler, 5. Baskı, Doğubatı Yayınları: Ankara.

Kafesoğlu, İbrahim (2016), Türk Milli Kültürü, 40. Baskı, Ötüken Neşriyat: İstanbul.

Köseoğlu, Nevzat (2015), Türk Kimliği ve Türk Dünyası, 3. Baskı, Ötü­ken Neşriyat: Ankara.

Özdemir, Mehmet Niyazi (2017), Türk Devlet Felsefesi, (11. Baskı), Ötüken Neşriyat: Ankara.

Roux, Jean Paul (2004), Türklerin Tarihi, 5. Baskı, Kabalcı Yayınevi: İstanbul.

Tatar, Taner, Tatar, Hüsniye Canbay (2005), “Türk Kültüründe Töre Müessesesi”, Dini Araştırmalar Dergisi, C: 8, S: 23, s. 273-286.

Togan, Zeki Veli, (1981), Umumi Türk Tarihine Giriş Cilt 1, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları: İstanbul.

Turan, Osman (2016), Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, 25. Ba­sım, Ötüken Neşriyat: İstanbul.

Vatandaş, Celalettin (2010), Ulusal Kimlik; Türk Ulusçuluğunun Do­ğuşu, 2. Baskı, Açılım Kitap Yayınları: İstanbul.

—————————————–

[1] Yüksek Lisans Mezunu, (Yozgat Bozok Üniversitesi, ÎÎBF Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü), [email protected]. ORCID: https://orcid.org/0000-0002- 1373-1932. 

[i] Şafi TEKİN, Milliyetçilik Araştırmaları Dergisi, Cilt: 1 Sayı: 2, Ekim 2019, s. 78-102

Yazar
Şafi TEKİN

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen