Yitirdiğimiz Şehirli Türk Müslümanlığı

Akşam yemeğine bir dost evine davetliyiz. 

Güzelce donatılmış bir sofra başında aile büyükleri ve çocuklar… 

Özlemişim böyle sofraları. 

Sesi kısık televizyonda açık kalmış bir kanalda kandil programı. 

Yüzü sıhhatten, kandan patlayacak bir sakallı adam Arapça konuşuyor. Bir başka sarıklı, tuhaf bir Türkçe’ye çeviriyor onun anlattıklarını.

Kulak veriyorum… 

Bugün Mevlid Kandiliymiş.

Bu milletin bin yıldır sevgilisiydi o. 

Türk’ün peygamberi, bütün insani erdemleri kişiliğinde cem etmiş, en mükemmel insan örneğiydi. 

Hem sireti, hem suretiyle en güzel olan oydu. 

Onun güzelliği ve erdemi koca bir kadim edebiyatın en temel konusuydu. 

Sular onun diyarına doğru ‘başını daşdan daşa urup’ gezerdi. 

Bahçıvanlar binlerce güle temenna etse, ona benzeyen bir çiçek yetiştiremezdi. 

Güneş ve ay, ışığını onun yüzünün ziyasından alırdı. 

Çiçekler onun terinden zerreler taşıdığı için güzel kokardı. 

Onun sevdiğini sevenler yüreğinde gam keder taşımazdı. 

‘Adı güzel kendi güzel Muhammed’ derlerdi. 

Ciltler dolusu naatlar yazıldı. 

Çılgın âşıkları oldu onun… Besteler yapıldı. 

Kudüm vuruldu, ney onun için ağladı. 

Semâzen O’nun bulunduğu yöne yüz çevirdiğinde ‘ah’ ederdi. 

Nice yapıya, nice sanat eserine ilham oldu. 

Kuşaklar boyunca ismi anılınca elini kalbine götürdü insanlar. 

Kocamış kadınlar birbirlerini onu anarak selâmladı. 

Bir hâneye ilk defa giren kişi onu anarak bereket dilerdi. 

Arapça’yı bilmeyen Türk, kendisine İslâm’ı anlatan adama “Müslüman olunca ne yapması gerektiğini” sorduğunda, ‘onu sev ve ona benzemeye çalış’ demişlerdi. 

Türk de onu sevgili olarak benimsemişti. 

Bu dinin mensupları arasında hiç bir kavim peygambere şehirli Türk’ün yüklediği ‘sevgili’ sıfatını yüklemedi. 

Şehirli Türk’ün nazarında o, insan cinsinin hem en kâmiliydi, hem de sevginin, merhametin, inceliğin, zarafetin temsilcisi idi.

Mahşerde Tanrının mutlak adâletinden korkan inananlar anne kucağına koşan çâresiz bir çocuk gibi ona sığınacaklardı.

Cumhuriyetten sonra din hayatını köylüler teslim alınca iş değişti.  

Şehirli Türk’ün sevgilisi olan peygamber, köylü Türk’ün, Kürd’ün, Karadenizli’nin kafasındaki köy ağasına dönüşüverdi. 

Sevgili peygamber, zaaf sahibi muktedir bir sultana tahvil edildi. 

Yeni nesle ona ilişkin ne garip şeyler öğrettiler.

Çok şeye yazık oldu. 

İstanbul’a yazık oldu. 

Trakya ovasına, Bursa ovasına, Balıkesir ovasına yazık oldu.

Yeraltı sularına, nehirlere, ırmaklara, kıyılara yazık oldu. 

Balığa ve kuşa yazık oldu.

Köy okullarına, sanata, zanaata, ilk mektebe ve akademiye yazık oldu..

Hukuka ve edebiyata yazık oldu. 

Yeni nesle yazık oldu. 

Dile, demografiye ve dine yazık oldu. 

Modernitenin sağladığı imkânları eline otomatik tüfek geçirmiş bir maymun gibi kullanan cahil güruhu elinde her şey gibi o sevgili motifine de yazık oldu. 

Evet Türk İslâmcılığı sosyolojinin değil, edebiyatın kurguladığı ütopik ideolojidir. 

Üstelik onu kurgulayan edebiyat adamları en azından Akif’ten sonrası taşralı çocuklardır. 

İslâmcıların ‘Kudüs’ aşkı, gençliğinde bir kızla tenhalaşamamış mahrum bir adamın hezeyanından pörtlemiş, gerçekliği olmayan karşılıksız bir ütopyadır. 

Birisi çıkıp ‘bana ne Kudüs’ten dediğinde kâğıttan bir kuşe gibi yıkılıp ardındaki gerçek ortaya çıkacaktır. 

‘İslâm Devleti’ masalı maraba tesellisidir. 

Her türlü sosyolojik gerçeklikten uzak bir efsanedir Ensar Muhacir meselesi. 

Birbirine kaset şantajı çeken bayağı adamlardır post kavgası verenler. 

Memleketin tam kırk yıl boyunca baş gündemi olan bunağın kadrosuyla devleti ele geçirme çabasının dinsel bir tarafı yoktur. 

Sonsuzluğun ortasında bir sigara külü kadar cismi bulunmayan bu yaşlı gezegende bir karınca yuvası kadar hükmü bulunmayan bir memlekette kimin iktidar olacağı da evreni yaratanın katında bir değer ifade etmez.

Tanrıya dünya iktidarı amacını atfetmek ona yapılabilecek en büyük hakarettir.

Dünyanın bir ucundaki delinin hezeyanını dakkasında kulağımıza getiren, gözümüze sokan iletişim imkânları.

Dijital manyaklık ürünleri arasında sesi duyulmayan bilgelik, köylü iktidarı, muhalefet etme isteği, elverişsiz yaşam koşulları, usu aklı, fikri, sakatlayan saçma sapan ilahiyat mektepleri, “dindar nesil” derken ebesi oldukları kindar nesil, en az yüz sene geriden gelip memlekete dolmuş onca eğitimsiz travmatik insan… derken deve sidiği, pedofili, şiddet, terör… 

Türk’ün peygamberinin ne ilgisi var tüm bunlarla, boş kafalı ilahiyatçılar. 

Onu Sezai-i Gülşeni anlatır. Şeyh Galip vasfeder, Fuzuli över. Yunus dile getirir. Nezihe Araz ile Safiye Erol anlatır. 

Sizin dini medarı maişet motoru olmuş dertsiz gamsız hocalarınız ne anlar. 

İnsanlarla cennetin balkonundan konuşur gibi konuşan üçüncü sınıf âlimleriniz ne anlar. 

Yüreğinde bir aşk yarası taşımayan hem giyahhori hem köftehori imamlarınız ne anlar. 

Arab’ın çorabın âlimi nerden bilir onu. 

Bir başka bilgi, başka bakış, başka bir anlayıştır onlarınki. 

Hâsılı… 

Kırk yıl önce soyu tükenen şehirli Türkler gibi analım onu. 

Diyelim ki; garik-i bahr-i isyanım… Dahilek ya Resulallah.

Yazar
Hulusi ÜSTÜN

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen