Ey Ahmed-i Mahmûd-u Muhammed Mustafâ Efendim (s.a.v.)!..
“Hep birlikte Allah’ın ipine”[1] ve Senin Sünnet-i Seniyyelerine sımsıkı sarılmadığımız için, çöl sıcağında bile yüreğimiz üşüyor. Asırlık gecelerde Hilâl; hep hüzün, hep hicran, hep hüsran bölüşüyor. Ümmet-i Muhammed’in bahtına hep “âh etmek” ve hep “eyvah” demek düşüyor. Müslümanlar, Haç ve Havra’nın zulmü altında Cehennem hayatı yaşarken; mü’minler, küffârın insâfına (!) terk edilip gayyâ kuyularına savruluyor. Yürekler “altı köşeli” hileler ve dayanılmaz çileler içinde kavruluyor…
Hilâl, göklerde mahzûn… Nasıl mahzûn olmasın ki, mazlûm coğrafyamızın her yanında; zulüm, terör ve despotizm; husûmet, sefâlet ve cehâlet; gaflet, dalâlet ve ihânet; tefrika, ihtilaf ve nefsâniyet pâyidâr; ilim, irfân ve teknoloji; liyâkat, hak ve adâlet; kültür, sanat ve medeniyet; ehliyet, emniyet ve meşrûiyet suskun… “Hakkı tutup kaldırması”, mazlumun yanında yer alması ve gözü yaşlı mü’minlere kol kanat germesi gerekenler asil bir yalnızlık içinde; ne yazık ki zâlimler safında vicdansız kalabalıklar meskûn… Dinmiyor bir türlü “Nazlı Hilâl”in gözyaşı… Asırlar var ki İslâm ülkelerinin her yanından oluk oluk kan akıyor. Ne yana baksak, orada; zulmün, ıstırâbın, acının, katliamın, etnik fitnenin ve mezhebî terörünün, despotizmin, geri kalmışlığın, fakirliğin, çilenin, hüznün ve hüsrânın iç içe girdiğine şâhit oluyoruz. Yüreklerimizin bin parçaya bölündüğü bir iklimi solukluyoruz…
Doğu Türkistan’da, boğulmuş feryatlar titretiyor âsûmânı… Urumçi’de ezanlar minârelerde buz tutsa da; Müslüman Uygur Türkleri hâlini kimseye anlatamıyor, derdini hiç kimseye dinletemiyor. Mazlumların çığlığı gök kubbeyi deliyor, lâkin Müslüman yüreklerden içeri bir türlü giremiyor. Türk’ün ve İslâm’ın doğu kalesi Uluğ Türkistan’da yapılan zulmü Müslüman devletlerin hiç birisi tek bir cümleyle de olsa dile getirmiyor, getiremiyor. Kızıl Çin zulmü altında inim inleyen, toplama kamplarında, hapishanelerde en şen’i işkencelere, en hayâsız muamelelere tâbî tutulan Müslüman Uygur Türklerine yapılan zulümleri, insanlık ve ahlâk dışı uygulamaları Birleşmiş Milletlere ne hazindir ki gayrı müslimler duyuruyor. Çin yönetimi, akla, hayâle gelmedik metotlarla sistemli bir şekilde tatbik ettiği asimilasyonlara, bütün mukaddeslerin çiğnenmesine, câmilerin kapatılmasına, her türlü ibâdetin yasaklanmasına ve soy kırıma varan katliamlara ilâveten; Doğu Türkistan’daki erkekleri “eğitim kaplarına” (?!) topladıktan sonra sözde “kardeş âile” (!!!???) projesiyle Müslüman evlerine Çinli erkek görevliler yerleştiriliyor, ölümden daha beter olan bu uygulamayla Müslüman kadınların kızları nâmusları pâyimâl ediliyor. “Mü’minler ancak kardeştir”[2]; “Zulmedenlere en küçük bir meyil göstermeyin, yoksa ateş size de dokunur”[3] Âyet-i Kerîmelerine, “Mü’minlerin derdiyle dertlenmeyen bizden değildir”[4]; “Mü’minler birbirini sevmekte, birbirine acımakta, birbirini korumakta bir vücut gibidir. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman diğer uzuvları da bu sebeple huzursuzluğa ve hastalığa dûçâr olur”[5]; “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır”[6] Hadîs-i Şeriflerine rağmen Müslüman Uygur Türklerine uygulanan mezâlim ve İslâmî akideleri ortadan kaldırma ameliyesi karşısında İslâm Dünyasının kılı bile kıpırdamıyor. Öksüz ve yetim Doğu Türkistan’da; insan hakları ihlâllerini hiçe sayan ve hiçbir kitaba sığmayan Çin zulmüne, alçaklığına ve ahlâksızlığına karşı -bir avuç hâlis Türk ve kâmil Müslüman dışında- kimsenin sesi çıkmıyor. Uluğ Türkistan’da insanlık ayaklar altına alınıyor, vicdânı olan insanlar insanlığından utanıyor. Uygur Türkleri; “Oy men ölmüşem gavim gardaş, nerdesen?” diyor, ancak ne hazindir ki bu çığlığı soydaşlarının da büyük çoğunluğu duymuyor…
Kudüs; akrebin kıskacında, yine öksüz, yine yetim… Mescid-i Aksâ yine kan ağlıyor. Kutsal mekânlarda kirli ayaklar dolaşıyor şimdi… Filistin halkı yine en vahşî katliamlara uğruyor. Yine bomba yağmurları altında sonu gelmeyen sürgünler yaşıyor. Yine anaların yürekleri parçalanıyor. Yine kundaklardan kan damlıyor. Yine Filistin’in yiğit çocuklar tanka karşı yumruklarıyla vatan müdâfaası yapıyor ve zeytin gözlü “Gül” goncaları kefensiz mezara konuyor…
Suriye’de, Irak’ta mezhep kavgası, kan, kin ve gözyaşı kol kola giriyor. Zâlim bir rejimin ayakta durması için, Rusya, ABD ve İran el ele veriyor. Suriye’de Batı’nın ayak oyunlarıyla İsrâil’e kardeş bir devletçik kurdurulmaya çalışılıyor. Irak, artık gözden ve huzurdan çok ırak… Bağdat, kardeş katliamıyla inliyor ve Kerkük, poşulu rakkâslerce Türkmenlerin elinden alınmaya çalışılıyor. Müslümanlar, şehirleriyle birlikte katlediliyor… Din kisveli, mezhep kisveli, etnik kisveli teröristler hep İslâm’ı vuruyor. Altı köşeli yıldız, zevkten dört köşe… Nasrânilerde ayrı bir neşe… Cezîretü’l-Arap’da yedi yıldızlı saraylarda ABD’nin himâyesinde keyif süren kral müsveddesi “lider”ler petro-dolarların gölgesinde serinliyor. Mısır, hazin bir hikâye… Libya’yı bölüp parçalamak küresel güçlerce gâye… Tunus, Cezâir, Fas yine Haçlıya sermâye… “Demokrasi getirecek baharlar” (!), kışa döndü çoktandır. Yemen; yine kanlı bir fâsıl… Orta-Doğu’da zulüm yine muttasıl… Bengladeş, Moro, Açe, Somali, Sudan, … hepsi ayrı bir hüznü yudumluyor. Balkanlarda ve Kafkaslarda “Hicretlerin bakiyesi hicranlı duygular”[7] demir atıyor kalbimize… Afganistan’da zifirî bir karanlık zimmetleniyor yüreklerimize… Çeçenistan, Rus işbirlikçisi zâlimlerin kırbacı altında… Hürriyeti elinden alınan Kırım için için yanıyor. Keşmir’de bıçak kemiği geçip, tâ ciğerimize dayanıyor. Bangladeş, her sabah vahşi bir terörle uyanıyor. Arakan’daki katlimaların arkası gelmiyor. Bir yanda sömürülen Afrikalı mazlumlar, öbür yanda Akdeniz’in, Ege’nin serin sularında boğulan mültecîler…
Ey “Makâm-ı Mahmûd”un Sâhibi!..
Çığlıklarımız, ancak yanardağların eteklerinde aks-i sadâ etti. Sevdâlarımız dilden kalbe inmediği için yâd ellere gitti. Feryatlarımız, hüsran sâhillerinde mesken tuttu. İlmin, teknolojinin, çalışmanın, cehdin, cihâdın, cesâretin, kardeşliğin ve yardımlaşmanın unutulduğu bizim coğrafyalar, mustarip gecelerde bizi uyuttu. Çünkü kendimizdeki atâlet, akâmet ve adâvete ilâveten; şeytanın ve küffârın tezgâh ve desîseleriyle din tâcirlerinin, kin tâcirlerinin, kan tâcirlerinin elinde kaldık. Ne yazık ki bizler; âdetleri ibâdete, ibâdetleri âdete tebdîl ettiğimiz gibi, ibâdeti ticârete, mânevî yükselişi maddî tekâmüle; dîni, şeklî ritüellere ve şerîatı da siyâsî ve nefsî emellere basamak yaptık…
Zamanın akrep ve yelkovandan koptuğumuz, mekânların efsunkâr ikliminden uzaklaştığımız gibi, zamansız mekânlara ve mekânsız zamanlara yapılan seferlerin aşk cephesindeki esrârengiz sessizlikleri de ziyân ettik. Söylenmemiş sözlerdeki hazînelerin gizlendiği sükûtun bütün lehçelerini, çok sesliliğe tahvîl ettik. Şöhretin âfet, susmanın mârifet olduğunu bilenleri bir kenara ittik ve olan-olmayan her şeyi fâş edenlerin peşinden gittik…
Kâinâtın Solmayan Gülü tevâzuun zirvesini temsil ederken, bizler O’nu örnek almayı bırakıp; “küçük dağları biz yarattık” edâsını kuşanan; nefsânî sevdâların en yüksek tepelerini, kibrin doruklarını ve enâniyet şâhikalarını mesken tutanlardan “el” alır olduk…
Efendiler Efendisi’nin “kuru hasırda yattığı” bütün teferruatıyla anlatıldı anlatılmasına ama saray yavrusu mâlikânelerde konfor içinde yaşamanın bütün gereklerinin ikmâl edilmesi de, nefsânî isteklerin haram-helâl demeden yerine getirilmesi de hiç unutulmadı…
Asırlardır dindârı, dîni dar hâle getiren “kaba softa-ham yobaz”[8]ların yanında; dîni mihraptan yıkmak için çalışanlar da; küffâra müsâmahakâr, Müslümânâ kindar olanlar da; din adına söylenen yalan ve îhdâs edilen hurâfeler de hep kesâfet kesbetti…
Ey “Kirpiklerinden Fezâ Süzülen Nebî”!..
Seni hakkıyla anla/ya/madığımız ve gerçek mânâsıyla örnek al/a/madığımız için; Senin örnek ahlâkını hayâtımıza âmir kılamadık. Dilimizle kalbimizin arasındaki mesâfeyi bir türlü kapatamadık. Ne olduğumuz gibi görünebildik, ne de göründüğümüz gibi olabildik. Sık sık “Gül Devri”nden ve Hayâtü’s-Sahâbe’den bahseden sohbetler açtık… Senin günlerce aç kaldığını, ömründe bir kere bile karnı doyasıya bir şey yemediğini, Hâne-i Saâdetleri’nde bâzen aylarca sıcak yemek pişmediğini, Ashâb-ı Suffe’nin bâzen açlıktan ayakta duramayacak hâle geldiğini ve çok büyük yoksulluklar çektiğini duygulu bir biçimde anlattık. Ama ne hazîndir ki, bütün bunları anlatıp, dünya sevgisinin kalplerde yer almaması gerektiğini ve “İslâm’ın garip gelip, garip gideceğini”[9] söyledikten sonra; beş yıldızlı otellerin açık büfelerinde israf rekorları kırdık… Bu mükellef sofraların ardından; “..Yiyin, için, ama israf etmeyin, çünkü Allah müsrifleri sevmez..”[10] Âyeti’ni okuyup, dört başı mâmur bir yemek duâsı yapmayı da hiç ihmâl etmedik. Fakir fukaranın oturmadığı sofralarda bereket ve rahmet olmayacağını söyledik söylemesine de, ne hikmetse sofralarımızda zenginler ve güçlüleri misâfir ettik, gurebâyı dışladık, tıpkı Seni hayatımızın dışında tuttuğumuz gibi…
Ey Habîb-i Rabbü’l-âlemîn!..
Sen, âhiret menzilli yaşadın ve Müslümanın da böyle yaşaması gerektiğini pek çok hadîsinde işâret buyurdun. Fakat bizler; “Mûtû kable en temûtû” (Ölmeden önce ölünüz)[11] ölçüsünü çoktan unuttuk ve “hiç ölmeyecekmişiz gibi” dünya için yaşamayı tercih ettik. Mal, mülk, makam, mevkî, evlâd ü ıyâl derdinden, İslâm’ın derdiyle ve Müslümanların sıkıntılarıyla hemdert olmadık / olamadık. Bu yaptıklarımızı mâzur gösterebilmek için çeşitli bahâneler uydurduk ve nefsânî mâzeretler içinde;
“Bir başıma kalsam şâh-ı devrâna kul olmam
Vîrân olası hânede evlâd ü ıyâl var”[12]
(Bir başıma olsam devrin şâhına kul olmam, ona kafa tutarım,
Ama ne yaparsın ki yıkılası hânede çoluk-çocuk var.)
deyip durduk. Süflî arzularımıza çeşit çeşit hîleler içinde şer’î kılıflar bulduk (!) ve İslâm’ın vermediği ruhsatlara, “hîle-i şer’iyye”lerle (!?) lastik huylu fetvâlar ihdâs ederek avunduk. Yâni nefsânî arzularımıza göre şer’i hükümleri yorumlamayı, haram ve helâl ölçülerini “duruma, şahıslara, âli zevât ve menfaatlere göre” değiştirmeyi ve haram kazancın katmerlisini helâline tercih etmeyi de -çoğunlukla- hiç unutmadık.
Hakkâniyetin ehemmiyetinden ve kul hakkının öneminden dem vurduk, ama menfaatimiz, cemâatimiz, ticâretimiz, siyâsetimiz ve hizmetimiz söz konusu olunca iddiâmızı nakzetmeyi de hiç ihmâl etmedik. “..Emânetlerin mutlaka ehil olanlara verilmesi..”[13] hükmünü kendi fırkamızın ve grubumuzun çıkarları için görmezlikten geldik. Dünyada zâlimler ve haksızlıklar çoğalırken, “dilsiz şeytanlar”ın sayılarının artmasına önemli katkılar verdik. Mazlûmun kimliğini sormadan onun yanında saf tutan “Gül” Medeniyeti’nin vârisleriyken, zâlimlere hoş görünmenin gayretine düştük. Ve Senin “İz”inde yürümeyi, iktidar yürüyüşüne fedâ ettik.
Ey Sâdıku’l-Vâdü’l-Emîn!..
Senin Sünnet-i Seniyyelerinden; rahatsızlık duymadan âzâde kalırken, Sende karşılığı olmayan hâlleri büyük bir iştiyâkla kuşandık. Ne hazîndir ki, yalan yere “yalan dünya” dedik, her şeyimiz ukbâ dedik, ama bizler ukbâyı dünyaya sattık. Elbette hepimiz böyle değildik, ama önemli bir kısmımız da bu târiflerden hiç âzâde kalmadık. Yâni şehlâ bakışların, nefsânî kasırgaların ve İslâm’a mugâyir anlayışların medd ü cezrinde dünyamızı kararttık… Bizler; ya ifrat ve tefrit zirvesinin, ya da İlâhî hakîkatleri tahrîp ve tevîl zâviyesinin muhtelif bölümlerine demir attık. Bizler; Senin yolunda gidiyor görünsek de taklidin ötesine geçemedik ve şuur plânında Seni örnek alamadık. Senin sakal ve sarık sünnetini yaşatmaya çalışmamızın zekâtı kadar bile, Senin ahlâkını yaşamaya ve yaşatmaya gayret göster/e/medik.
Ey Gül Yüzlü Yâr!..
Seni hayatımızda yaşatamadığımız ve Senden uzaklaştığımız için; günah defterimizin her geçen gün daha çok karalandığını, gönüllerimizin dünya muhabbetiyle yaralandığını, yüreklerimizin makam, mevkî, nisâ ve kasa aşkına düşüp paralandığını, kalbimizle dilimizin arasının alabildiğine aralandığını, sıkıntılarımızın sıradağlar gibi sıralandığını ve Sana lâyık bir ümmet olamadığımızı üzülerek îtirâf ediyoruz.
Her şeye Kur’ân zâviyesinden ve “Gül” penceresinden bakmamız; işlerimize, ölçülerimize, tavır ve davranışlarımıza kendi mensûbiyetimiz açısından tevîl arayıp, kılıf bulmaya çalışmamamız gerektiğini; İslâm kimliğinin önüne mezhep, meşrep, cemâat, tarîkat, kavmiyet ve her türlü dünyevî mensûbiyet kimliğini koymamamız lâzım geldiğini söyledik söylemesine de; ama ne yazık ki bütün bunları ete kemiğe büründüremediğimizi, düşüncelerimizi kuvveden fiile geçiremediğimizi, saydığımız ve sayamadığımız pek çok eksiğimizin ve yanlışlığımızın bulunduğunu üzülerek Yüce Rabbimize îtirâf ediyoruz.
Yâ Rabbe’l-âlemîn!..
Biz, Sana hakkıyla kulluk edemeyen “Gül” Yetimleri olarak, her türlü eksiğimize rağmen kapına geldik. Senin kapın ümitsizlik kapısı değildir. Senin; affının, rahmetinin, merhametinin ve mağfiretinin hudûdu yoktur. Senin rahmet ve mağfiretin sınırsızdır. Her şeye rağmen Senin adını duyunca yürekleri titremeye devam eden biz isyankâr kullarını da sınırsız muhabbetinden, hudutsuz şefkatinden ve emsâlsiz şefâatinden mahrûm bırakma Yâ Rabbî!..
Yâ İlâhe’l-âlemîn!…
Biliyoruz ki, istediklerimiz hak ettiklerimiz değil… Ama yine biliyoruz ki, hesâba gelmez günahlarımız olsa da, “Gül”kadar umutlarımız var… Ve “Gül”den firâr etsek bile, yüreğimizde naif de olsa Muhammedî muhabbet var Yâ Rabbî!..
Yâ Erhame’r-râhimîn!…
Bizleri Sana lâyık kul, Hâbîb-i Edibine tâbî ümmet eyle… Yaptığımız ve yapacağımız yanlışlıklardan kurtulmak ve her işimizde “sırât-ı müstakim”i bulmak için bizlere nusret eyle…
Yâ Rabbî!
Ömür sermâyesi tükenirken hâlâ beyhûde işlerle oyalanan, gün akşama yaslanırken gaflet uykusundan uyanmayan, günah deryâsından bir türlü çıkamayan biz âciz ve mücrim kullarına şefkat ve mağfiretinle muâmele eyle… Âmin… Âmin… Yâ Muîn…
“Tevbe Yâ Rabbî, hatâ râhına gittiklerime,
Bilip ettiklerime, bilmeyip ettiklerime…”[14]
Yâ Rabbî!
Kur’ân’da; “..(Ey Muhammed) Sen onların içinde iken, Allah onlara azâb edecek değildir..”[15] buyurmaktasın…Bizler hesâba gelmez simsiyah günahlara gark olsak da, gönlümüzdeki bembeyaz umutlar içinde büyütüyoruz “Gül”ün adını, aşkını ve şefâat muştularını…
Ey Efendiler Efendisi!..
Sen, bütün yetimlerin gözyaşını silen ve onları sevindirensin. Bakışlarında yıkanmak bizim için hayâl olsa da, hayâllerimizde Seninle olmak, şefâat nazarlarınla yıkanmak ve kalplerimizdeki süveydâları Senin aşkınla yakmak “Gül” Yetimleri’nin en büyük arzularıdır. “Gül” kokuları; güneş olup rûhumuzu yeniden ısıtsın, ateş olup günahlarımızı yeniden yaksın, yağmur olup gönüllerimizi yeniden yıkasın ve nur olup yüreklerimize yeniden yağsın. Biz “Gül” Yetimleri’ni yalnız bırakma; biz Senden uzaklaşsak da, Sen bizi gözü yaşlı bırakma Efendim!..
Ey Şefî’ül-Müznibîn!..
Biz Senden hiç bu kadar firâr etmemiştik. Efendim! Hiç bu kadar acımız ve hiç bu kadar Sana ihtiyacımız olmamıştı. Efendim! Şimdi Sana her zamankinden çok daha fazla muhtacız… “En fazla Sana muhtacız, Sana en fazla muhtacız…”[16] Efendim! Yaralı yüreklerimizin şifâ bulması ve rûhumuzun ebediyen gülmesi için; ya Seni ve sevgini bize getir, ya da Seni bize sevdir ve bizi Sana götür. “Ey Sevgili, En Sevgili!” Bizleri her iki cihanda Sensiz bırakma, uzat şefkat ellerini bize ve -biiznillâh- “Gül” Yetimleri’ne şefâat eyle…
Hz. Hüseyin (r.a.) Efendimiz’in yaptığı bir duâ ile dile getirelim arz-ı hâlimizi: “Allah’ım! Bizi zâlimlerden berî, mü’minlere velî eyle!…”
Şiir dilindeki niyâzımızı da Şeyh Mehmet Es’ad Erbilî Hazretleri(k.s)’nin bir Nât-ı Şerîfiyle yapalım:
“Gönül nûr-i cemâlinden Habîbim bir ziyâ ister,
Gözüm hâk-i rehinden ey Tabîbim tûtiyâ ister.
(Ey sevgilim, gönül senin güzelliğinin nurundan bir ışık ister.
Ey tabibim, gözüm senin yolunun toprağından sürme ister.)
Safâ-yı sîneme zulmet veren jeng-i günâhımdır
Aman ey kân-ı ihsân zulmeti kalbim cilâ ister.
(Gönlümün nûrunu karartan günahımın kiridir,
“Aman” Ey İhsan Kaynağı, kararmış kalbimin Senden ışık ister.)
Yetiş imdâde ey Şâh-ı Risâlet, rûz-i mahşerde,
Ki, derd-i bî-devâ-yı ma’siyyet Senden şifâ ister.
(Ey Peygamberler Şâhı, Mahşer Günü imdâdımıza yetiş,
Zîra günâhın devâ bulunmaz derdine düşen bizler Senden şifâ ister.)
Ne âb-ı dîdeden rahat, ne âh-ı sîneden imdâd;
Benim bâr-ı günahım lutf-i Şâh-ı Enbiyâ ister.
( Ne gözyaşı, ne de yüreğin âh etmesi benim günahıma çâre olamaz,
Benim günah yükümün sıkıntısını ancak Nebîler Şâhı’nın lütfu giderebilir.)
Sarıldım dâmen-i ihsânına ey şâfi-i ümmet,
Dahîlek Yâ Muhammed, hasta canım bir devâ ister.
(Ey Ümmetine şefâat eden, Senin ihsân eteğine sarıldım,
Sana sığınıyorum Yâ Muhammed (s.a.v.), Senden devâ istiyorum.)
Gül-i ruhsârına meftûn olanlar şüphesiz Sensiz
Ne mülk ü mâl ü câh ister, ne de zevk ü sefâ ister.
(Yanağının gülüne âşık olanlar şüphesiz sensiz olan;
Ne mülkü, ne malı ne mevkii, ne de zevk ve sefayı istemezler.)
Nola bir kerre şâd olsun cemâl-i bâ-kemâlinle,
Ki kemter bendeniz Es’ad Sana olmak fedâ ister.”[17]
(Eşsiz güzelliğinle bir kere mutlu olsa ne çıkar,
Zavallı köleniz Es’ad Sana fedâ olmak ister.)
Ve hatm-i kelâmımız da “Lâ-edrî Efendi”nin o meşhur beyitiyle olsun:
“Benim iki cihân içre murâdım ol Hüdâ’dandır,
Ümîdim Rûz-i Mahşerde Muhammed Mustafâ’dandır.”
https://www.kirmizilar.com/076565d9-cff1-4e41-b9c4-81c33a65ad62″ alt=”s” />
Dr. Mehmet GÜNEŞ
[1] Âl-i İmrân, 3/103
[2] Hucurât, 49/10
[3] Hûd, 11/113
[4] Hâkîm, Müstedrek, IV, 352; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, I, 187
[5] Buhârî, Edeb, 27; Müslim, Birr, 66
[6] İbn-i Kayyim, el-Cevâbü’l-Vâfî, 136
[7] Yahya Kemal, Kendi Gök Kubbemiz, Açık Deniz, 11
[8] Necip Fâzıl Kısakürek, Tarihte Yobaz ve Yobazlık
[9] Müslim, Îman 232
[10] A’râf, 7/31
[11] Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, II, 402
[12] Âşık Dertli
[13] Nisâ, 4/58
[14] Şeyh Abdurrâhim Nizâmettin Rûmî
[15] Enfâl, 8/33
[16] İskender Pala, Âyine, Sen Gidince Efendim, 11-13
[17] Şeyh M. Es’ad Erbilî, İster, Ali Nihat Tarlan, Dîvân-ı Es’ad