İki “Y” çok ürkütüyor beni. Yok, yok hemen farklı yerlere çekmeyin. Siyasi yorumlar yüklemeyin bu kısacık cümleme. İki “Y” derken, ne yoksulluğu, ne yolsuzluğu, ne de yokluğu kastetmiyorum. Benim ürktüğüm, hatta korktuğum iki “Y” çok farklı. Yaşım ilerledikçe, korkularım da, umutlarım da, hayallerim de değişti…
Ben yaşlı veya bana umut vermek isteyenlerin tanımlamasıyla ikinci baharını yaşayan bir insan olarak; yaşlılıktan, daha doğrusu yaşlılığın sonuçlarından korkuyorum. Kimseye belli etmesem de çok korkuyorum. Dualarım bile ölümü ayakta karşılamak, çekmeden ölmek üzerine: “Allah’ım iki gün yatak üçüncü gün toprak.”, “Tanrım, beni muhannete muhtaç eyleme.” “Rabbim kapılara baktırma, kimselere muhtaç olmadan, dinden imandan ayırmadan al canımı.”, “Yüce Yaradan ölene kadar ayağımı ayakyolundan kesmesin.”…
Korkunun ecele faydası yok. Herkes ölümü tadacak, kaçınılmaz son. Tanrı’nın emri… Ölüme hazırım. Ama yaşlılığın olumsuz sonuçları ürkütüyor. Ele ayağa düşmemek tek dileğim… Hele etraftan, “falanca demans olmuş”, “filanca alzheimer olmuş” diye duyunca, o korkunç hastalıklara kapılacakmışım gibi bir korku tüm benliğimi kaplıyor. Her şey gibi korkunun da çaresi, ilacı var. Bu ilaçlardan birisi “umut”. Umut korkuyu bastırıyor, yok ediyor çoğu zaman… Umudumu da genlerime duyduğum güvenden alıyorum. Annem de babam da yatağa bağlı kalmadan vefat ettiler. Hafızaları da zekâları yerli yerindeydi. Onların anne ve babaları da öyleydi…
Bir diğer korkum da yalnızlık. Babamı kaybettiğimde sırtımı dayadığım yıkılmaz sandığım bir duvarın yıkıldığı hissine kapıldım. O duvar yıkılınca yalnızlığın korkulacak bir şey olduğunu düşünmeye başladım. Sonra büyük kızım ABD’ye doktora, küçük kızım da yüksek lisans yapmak için İtalya’ya gittikten sonra “ya gelmezlerse” endişesi zamanla, ileriye dönük “yalnızlık” korkusuna dönüştü. Zaten dönmediler. Anlaşılan dönmeyecekler de… İki sene önce de annemi yitirdim. Ve o gün, annemin gözlerini ellerimle kapatırken, yalnızlığın ne demek olduğunu iliklerime kadar hissettim… Yaş haddinden emekli olunca da kendimi; kovanını kaybetmiş yalnız bir arıya benzettim. Tüm bunların üzerine, hikmetinden sual olunmayan devletimizin pandemi ile aldığı tüm tedbirler “65 yaş ve üzerindekiler” üzerine yoğunlaşınca ve biz “yaşlıları” hayatlarından bezdirecek derecede katı olunca ve üstüne üstlük aylarca kapınızı kimseler çalmayınca, bu dışlanmışlık “yaşlılık“ korkusunu da “yalnızlık” korkusunu da pekişti…
Yalnızlık ve yaşlılık insanı ister istemez geçmişe götürüyor. Genç, üretken ve aklına yalnızlığın hiç gelmediği günlere… Bazen “birdir bir”, “körebe”, “uzun eşek”, “saklambaç”, “istop, “aşık”, “çelik çomak” gibi kalabalıklarla oynanan, hiç yalnızlık çekmediğiniz çocukluk günlerine… Ve gözleriniz siyah bir bezle bağlı, el yordamıyla birilerini arayarak oynadığınız körebe oyununda veya bir kuytuda tek başınıza ebenin sizi bulmaması için büzüldüğünüz o yalnızlıkta bile hiç yalnızlık duygusu hissetmediğinizi hatırlıyor, şaşırıyorsunuz. Bazen gençlik günlerinize gidiyorsunuz, sıksanız taşın suyunu çıkaracağınız, yalnızlığın da yaşlılığın da aklınızın ucundan geçmediği yıllara… Kalabalıklar içinde yumruklarımız havada hep bir ağızdan “Yaşasın…..” veya “Kahrolsun…..” diye bağırdığımız, ülkeyi kurtardığımız veya kurtaracağımıza inandığımız günlerde, yalnızlık bizim için bilinmez bir duyguydu…
Yalnızlıkla müfettiş olunca tanıştım. Babam ölene kadar severdim yalnızlığı. “Hayatın en gerçek, en acı, bazen de en güzel duygusudur yalnızlık.” derdim… Çünkü müfettiştim… Yılın 5-6 ayını evimden uzakta geçiriyordum. Yalnızlık içinde yaşamaya, kalabalıklar içinde yalnız olmaya alışmıştım. Bu yüzden olmalı; Peyami Safa’nın “Yalnızız” romanını çok severim. Simeranya hayaliyle yaşayan Samim’le özdeşleştirirdim kendimi… Veya diğer bir roman kahramanına yalnızlıklar içinde hiç bir şeye tutunamayan Selim Işık’a… Şiir deyince de aklıma yalnızlık üzerine yazılmış şiirler gelir. Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın “Yalnızlığım”, Özdemir Asaf’ın “Yalnızlık Paylaşılmaz” ve “Yalnızlık”, Orhan Veli’nin “Yalnızlık”, Ümit Yaşar Oğuzcan’ın “Yalnızlığa Sone”, Necip Fazıl’ın “Yalnızlık”, Cahit Sıtkı’nın “Yalnızlığa Dair”, Cahit Külebi’nin “Yalnızlık”, Sunay Akın’ın “Yalnızlık”, Yavuz Bülent Bakiler’in “Yalnızlık”, Dilaver Cebeci’nin “Yalnızlığa Övgü”… Ve her yalnızlıktan bunaldığımda Atilla İlhan’ın “Yalnızlık Şiiri”nin aklımda kalan mısralarını mırıldanırım: “Yıldızlar aydınlık fikirler gibi havada salkım salkım/ Bu gece dağ başları kadar yalnızım”
Yalnız adam olan müfettişler görevli gittikleri yerlerde gecelerini misafirhane veya otel odalarında geçirirler. Dolayısıyla otel odalarına aşinadırlar. Adı ister Hilton ister Bit Palas olsun uzun süre kalınca tüm otel odaları aynılaşır: Hüzün, yalnızlık ve özlem. Bulursanız çaya ve ayrılmaz arkadaşınız kitaba sığınırsınız. Varsa açık olmasına rağmen asla seyretmediğiniz, sesiyle size arkadaş olan televizyon. Yoksa radyodan gelen cızırtılı sesin arkadaşlığı. Ve Necip Fazıl’ın İş Bankası Müfettişi iken, muhtemelen bir otel odasında yazdığı Otel Odaları şiiri dökülür dudaklarınızdan. Otel Odaları bir müfettişin, evinden uzak, yalnız, münzevi ve garip halini o kadar güzel anlatır ki. Mesela; “Ağlayın, âşinasız, sessiz, can verenlere/Otel odalarında, otel odalarında! ” mısraları bende hep evden uzakta ölme korkusunu harekete geçirirdi.
İnsan, yaşlılıktan ve yalnızlıktan korktukça, can simidi gibi geçmişin anılarına tutunuyor. Ve geçmişe özlemi artıyor. Gençliğimi, çocukluğumu mu özlüyorum, yoksa aramızdan ayrılan dostları mı? Askerden döndüğü yıl kaybettiğim kardeşim, tıp fakültesini bitireceği sene vefat eden can arkadaşım, annem, babam, öğretmenlerim… Ve yaşıtlarımdan, dostlarımdan kaybettiklerim arttıkça yalnızlığı daha fazla hissediyorum. Yalnızlık arttıkça özlem de artıyor. Ama sanırım asıl özlediğim gidenlerden ziyade, ilişkilerdeki samimiyet, sıcaklık.
Affan Dede’ye para saysam da, çocukluğumu satın almanın mümkün olmadığını biliyorum. Ama Affan Dede veya elinde bir sihirli değnek olan başka bir güzel insan eski komşuluk ilişkilerini bize hediye etse ne güzel olurdu…
Bu ara en fazla özlediğim, eski komşuluk ilişkileri, daha doğrusu komşuluk ilişkilerindeki içtenlik, sıcaklık. Geleneksel Türk mahallesinde teklifsiz girilen komşu evleri; imece ile yapılan salçalar, tarhanalar, aş makarnalar; düğünlerde, cenazelerde ardına kadar açılan komşu kapıları; aynı sokakta yaşayan orta yaşlı erkekleri amca, kadınları hala, gençleri ağabey-abla bilen kardeşten farksız yaşanan çocukluklar; ergenlikte bile karşı cinsten yaşıtına hissettiği ilgiyi “kardeşim sayılır, ayıp değil mi?” düşüncesi ile bastırılan komşuluk ahlakı; tüm çocukların aynı okula gitmesi, hepsinin mahallenin takımını desteklemesi, mahalle kavgalarında birlikte dövüşmelerinin pekiştirdiği dostluklar; kadınlar arasında hemen her gün tekrarlanan sabah kahveleri; asker yolcu etmelerinde, teskerelerde, okul mezuniyetlerindeki ortak heyecan komşuları nasıl da birbirine bağlardı. Bazı komşular, dertlerimizi, problemlerimizi, sıkıntılarımızı paylaştığımız, nasihat aldığımız terapistlerimizdi. Mahalledeki tüm çocukların velisi olmayı kabul etmiş, mahallenin çocuklarının eğitim sorunlarıyla ilgilenen eğitimci komşularımız vardı. Farklı bir yemek yapıldığında mutlaka yakın komşulara ikram edilir, aşure gibi diş hediği gibi özel günlere özgü yiyecekler boydan boya tüm sokaktaki komşulara dağıtılırdı. Kısacası sevgi, saygı, hoşgörü ve işbirliğine dayanan, muhtemelen dünyanın başka köşesinde yaşanmamış, yaşanmayacak komşuluk ilişkileri vardı.
Ve bu komşuluk ilişkisini yaratan; inancımız, kültürümüz, tarihimiz, mimarimiz…
Şimdi o ilişkilerin hepsi, geçmişte kalan, özlemle anılan güzel anılar. O ilişkiler nasıl yok oldu? Komşuluk ilişkilerimizi yaratan değerlerimizden hangisi bozuldu önce? İnancımız mı? Kültürümüz mü? Mimarimiz mi?
Sanırım önce mimarimiz bozuldu… O özlemle hatırladığımız komşuluk ilişkilerimiz, Türk mahalle mimarisinin ürünüydü… Bir veya iki katlı, küçük veya büyük bahçeli evler, bu evlerin iki yanına dizildiği Arnavut kaldırımlarıyla kaplı dar sokaklar ve 5-10 farklı sokağın oluşturduğu mahalleler… Zamanla o güzelim evler ya yıkıldı ya da viran oldu yaşanmaz hale geldi… Yerlerine sefertasına benzeyen, herhangi bir estetik kaygısı olmayan apartmanlar, siteler dikildi. Herkesin birbirini tanıdığı bir yapıdan kimsenin birbirini tanımadığı apartman yapısına geçiş o kadar hızlı oldu ki onun kültürünü de oluşturamadık… Evlerin yok olmasını, mahalle bakkalının, mahalle manavının, mahalle berberinin yok olması izledi… Ayakkabı tamircileri, terziler daha önce yok olmuşlardı… Apartmana geçince herkes herkesten rahatsız olmaya başladı… İyi yalıtılmamış binalarda insanlar, yüzünü görmedikleri insanların sırlarına vakıf oldular… Hangi çocuk uslu, hangisi yaramaz, evde karı mı baskın koca mı, temizlikçisi ne kadar arayla gelir bilirdi. Bazen komşunun gürültüsünden, bazen silkelediği masa örtüsünün, çarşaftan döküntüsünden rahatsız olduk. Yaptığımız hareketin, çıkardığımız gürültünün komşuyu ne kadar rahatsız edebileceğini hiç düşünmedik. Bazen müzik setinin sesini sonuna kadar açtık. Bazen top oynadık. Komşuluklarda ilk günden başlayan hoşnutsuzluklar sürdü gitti… Kapını önüne ayakkabı koymak başka bir rahatsızlık nedeni idi. Hele apartman yönetimi… Aidatların zamanında ödenmemesi, toplanan paranın çarçur edilmesi, hatta yolsuzluk iddiaları apartmanlardaki kırgınlığın, kızgınlığın, ayrışmanın belli başlı nedenlerinden birisi oldu hep.
Teknolojinin gelişimi de komşuluk ilişkilerini zayıflattı. Ne ilgisi var demeyin, çok ilgisi var. Televizyon önce maddi durumu iyi olanların evine girdi. Televizyonun ilk günlerinde, komşuluk ilişkilerini güçlendiği bile söylenebilir. Televizyonu olmayan komşular, televizyonu olanların evine gittiler her akşam… Ev sahipleri için için söylenseler de, komşularını hep güler yüzle karşıladılar. Hele gelenler arasında çayı demleyen, servis yapan, bulaşığı yıkayan, herkes dağılınca ortalığı toplayan hamarat komşu kızları varsa memnun bile oldular. Sonra televizyon her eve girdi… Ve televizyon gezmeleri sona erdi. Bu kez herkes bir programın tiryakisi oldu. Eve gelmek isteyen komşular, bizim oğlanın, bizim kızın, bizim beyin ve hatta kayınvalidemin dizisi var gerekçesiyle reddedildi. Her hafta görüşen komşularla ayda yılda bir görüşülmeye başlandı. Sonra internet, ardından akıllı telefonlar; insanları tasmalı köpek gibi kendine bağladı. Arkadaşlıklar sanallaştı… Uzaklar belki yakınlaştı, ama yakınlar ve de komşular uzaklaştı…
Peygamberimiz; “Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir.” buyurur. Ama biz komşumuzu tanımadığımız için aç mıdır tok mudur bilmeyiz. Zaten fiiliyatta toklar farklı semtlerde, açlar farklı semtlerde oturduğu için, tokun aç komşusu olamaz ki. Sevgili Peygamberimiz bir hadisinde de “Cebrâil, bana komşu hakkından o kadar çok bahsetti ki, neredeyse komşuyu komşuya mirasçı yapacak zannettim” buyurur. Birbirini tanımayan, selam vermekten kaçınan, basit konular yüzünden mahkeme kapılarına düşen, komşu hakkına hiç gözetmeyen çağımız Müslümanı da namaz kılıp abdest almakla cennete gideceğini düşünerek avunur durur…
Ve kültürümüzün imbikten süzülüp söze dönüşmüş halleri olan atasözlerine, deyimlere, türkü sözlerine, manilere özetle sözlü kültür ögelerine baktığımız zaman komşuluğun ne çok işlendiğini görür hayret ederiz. Bu konudaki atasözlerine bir göz atalım: “Komşu komşunun külüne muhtaçtır”, “Komşu ekmeği komşuya borçtur.”, “Komşu köpeği komşuya ürümez”, “Komşuda düşer, bize de düşer.”. “Komşu kızı almak kalaylı kaptan su içmek gibidir” “Komşu hakkı, Allah hakkıdır.” daha onlarcası… Hepsi de çok anlamlı atasözleri. Ama yatay mimariden dikey mimariye geçişimiz, teknolojideki hızlı değişim, dine bir ibadetler bütünü olarak bakıp özü ikinci plana atmamız, hayatımızı da kültürümüzü de değiştirdiği için bu atasözleri hayatla irtibatını kaydetti. Anlamını yitirdi. Mesela “komşu komşunun külüne muhtaçtır.” Sözü yatay mimarinin hâkim olduğu klasik mahalle kültürümüzde çok anlamlıydı. Gün geçmezdi ki bir komşunuz evinde kalmayan bir malzeme için kapınızı çalmasın. İstenen bazen bir bardak ayçiçek yağı, bazen iki yumurta, bazen bir baş sarımsak, bazen bir fincan kahve, bazen biraz salça, bazen bir tas şeker olurdu… Hiç bir istek geri çevrilmezdi. Başka zaman da sizin ihtiyacınız olursa siz isterdiniz bu kez… Atasözündeki gibi kül bile istenirdi. Kül ile ne mi yapılırdı? Kül isli bakır tencere ve leğenlerin temizlenmesinde, çamaşır yıkanmasında, pekmez toprağı bulunmazsa pekmez yapımında kullanılırdı… Şimdi evde kalmayan bir malzeme için komşu kapısı çalmaya hiç gerek kalmadı. İnternetten siparişi veriyorsunuz, marketten karşılanabilecek her ihtiyacınız yarım saat sonra elinizde…
Durup durup konuyu komşuluğa getirmemden, benim komşularımdan dertli olduğumu anlamışınızdır sanırım. Evet dertliyim. Hem de çok… Emekli olduktan sonra çocuklar yurtdışında, Ankara’da kimsemiz de yok. Memlekette eş-dost akraba çok, memlekete gidelim, yalnız kalmayalım dedik, Beraber mi karar aldık, yoksa eşim karar verdi, bana da uygulamak mı düştü hatırlamıyorum…
Ama keşke gelmeseydik… Seksenbir vilayetten seksenine giden ben, bayramlarda bile komşularımın evine gidememekten mustaribim.
Fazıl Hüsnü Dağlarca ne güzel anlatmış hal-i pür melalimizi;
Kişicik
Yıldızlara gidebilir belki
Kapı komşusuna
Gidemez
Fazlı KÖKSAL