Peygamberlik bitti. Kur’an tamamlandı. Artık bundan sonra ne yeni bir Peygamber, ne de başka bir Kur’an olacak. İnsanlığın elinde, Din ve hayat rehberi olarak iki temel ölçü kalmaktadır; Akıl ve Kur’an.
Prof.Dr. Hüseyin ATAY
Aziz okuyucularım, şu son günlerde gene kıyametler kopuyor. “Kur’an’da var mı, yok mu?” noktasında bir neticeye varılamayan başörtüsü hakkında… Saçının bir tutamı başörtüsünden göründü diye öldürülen İranlı zavallı bir kadının etrafında…
Aslında bu tatsız hikâye epeyce eskidir. Yalnız şunu kat’i olarak biliyorum ki bir kısım, dinî yükümlülük hâlinden çıkarak bir gelenek hâline getirilmiş bu kumaş parçası ile başını örtmüş, bir kısım ise bereyi, şapkayı, türbanı tercih ederek şıklığının bir parçası hâline getirmiştir. Benim çocukluğum, gençliğim bu çeşitliliği zevkle seyrederek geçti. Sevgili anneannemin siyah bir başörtüsü vardı. Annem, memur olarak çalıştığı Toprak Mahsulleri Ofisi’ne, sırasında şapka veya bere bazan da başı açık giderdi. Bir İstanbul Ramazanı’nda camiye giden kadınlara yapılan yakışıksız bazı olaylar neticesinde Sultan Abdülhamid’in iradesiyle kadınlar o çarşaf denilen pek de hoş olmayan kıyafeti giymeye mecbur edilmiş, ama İstanbul hanımları bu iradeyi aylarca sokağa çıkmayarak protesto etmişlerdi. Fakat İstanbullu kadının giyim zevki ileride o çarşafı çok güzelleştirmiş, yabancıların bile hayran olduğu bir güzelliğe ve zerafete kavuşturmuştu. Kısaca söylemek icab ederse Kur’andaki tesettür meselesi o son kitaba hiç uymayan bir hâle gelerek kadınların tâbi olduğu bir işkence hâline gelmişti. Ülkeden ülkeye değişen bir taassuba da…
Ben ise ilerleyen seneler boyunca tesettürlü hanımların gerici, başı açıkların ilerici diye ayırıma tabi tutulduğu bir devri hiç yaşamadım. Kadının başörtüsünün feci bir hata olarak bir eksiklik olarak görünmesi zannediyorum 27 Mayıs’ı takib eden o uğursuz darbeli yıllardan sonra oldu. Kur’an’ı Türkçesinden bile okumamış zırcahil kişilerin ve başörtüsünü nerdeyse farzlara dâhil edecek kadar cahil din adamlarının sayesinde zavallı kadınlarımızın masum başörtüsü, nihayet siyasetin, iğrenç bir siyasetin malzemesi hâline geldi. Bu olayın en feci yanı, aslında başlıca sebebi, İslâm dünyâsında açılmamak olarak üzere kapanmış içtihat kapısının kapanması, yıllardır o kapıyı biraz olsun aralayacak âlim tipinin kalmamasıydı. Bu hava içinde ümitsizliğe kapıldığım bir sırada Mâide Sûresi’ nin 5.âyetini hatırladım. Ne diyordu bu âyet? “ Bu gün size iyi ve temiz nimetler helâl edilmiştir. Kitap verilenlerin (Yahudi, Hristiyan ) yiyecekleri size, sizin yiyecekleriniz onlara helâldir. Mümin kadınlardan iffetli olanlar ve sizden evvel kendilerine kitap verilenlerden iffetli kadınlar, mehirlerini vermek, onlarla evlenmek, zina etmemek ve gizli dost tutmamak üzere size helâldir. Kim inanmayı kabul etmezse onun ameli boşa gitmiştir. O, ahirette ziyana uğrayanlardandır.”
Bu noktada adâleti ile ünlü 2.Halife Hz. Ömer’i mutlaka hatırlamalıyız. Ne yapmıştır Hz. Ömer? Devrinin erkeklerini eskilerine nazaran zayıf şahsiyetli gördüğü için bu âyet izin verdiği halde erkeklerin ehli kitap Yahudi ve Hristiyan kadınlarla evlenmesini yasaklamış, Hz Ömer’in bu kararına Hz. Ebubekir, Hz Osman, Hz. Ali dâhil sahabeden hiç karşı çıkan da olmamıştı. Ben fakire göre bu bir içtihattı. Kısacası Hz. Ömer İslâm’ın ilk müçtehidi olarak karşıma çıkmış ve beni çok şaşırtmıştı. Hz.Ömer’in, hırsızlığın cezası olan el kesmeyi de, hırsızı bunu yapmaya mecbur eden sebepleri araştırarak uygulamadığı olmuştu. Sahibi tarafından “Paramı çaldı diye getirilen bir işçinin “Benim hakkım olan parayı bir türlü vermiyor âilem çoluğum çocuğum aç” demesi üzerine ise şikâyete gelen kişiye “Bu adam bir daha aynı şikâyetle gelirse, onun değil senin ellerini keserim.” demesi meşhurdur.” Hz. Ömer ülkeyi perişan eden bir kıtlık senesinde de insanlar açlık sebebiyle, karınlarını doyurmak için çalmaya mecbur kalınca bolluk avdet edene kadar bu cezayı uygulamayı kaldırmıştı.
Ama ben bir din âlimi değildim ki, acaba bu hükmü vermekle yanılıyor, muydum? Beni uzun zaman rahatsız eden bu düşünce Prof Dr. Hüseyin Atay Hoca’nın tesadüfen karşılaştığım bu satırlarıyla içimi rahatlattı. Aziz okuyucularım bakın Hüseyin Atay Hoca ilk defa duyduğum bir gerçeği, İslâm tarihi bakımından da çok mühim olan bir gerçeği ilân ediyor, rahatsızlık hissettiğim bir noktada ben fakiri de Allah razı olsun ferahlatıyordu:
“İslâm’da en büyük inkılâpçı, müceddit-yenilikçi, olarak Hz. Ömer’i görmek lâzım. Böyle bir zatın hiç yanlış yapmadığını iddia etmek, onu yanılmaz olan Allah katına çıkarmak olur. Hz. Ömer’in yanlışları da olmuştu. Ancak yanlışın yanlış olduğunu bilmeden yapmıştır Bilerek yapılan yanlışlık hıyanettir. Ömer’in yaptığı yenilikler bir Fransız, bir İngiliz ya da Alman Müslüman tarafından kaleme alınmış olsaydı Hz. Ömer’in reformları derlerdi. Zekât konusunda, boşanma konusunda verdiği kararlar Kur’an’a aykırı gibi görünse de Kuran’ın maksadına uygundur. Biz önce dinî reform yapacağız arkasından ilmî röform gelecek.”
Bu olay da Hüseyin Atay Hoca’nın, Hz. Ömer’den naklettiği bir başka içtihad örneğidir: Hoca olayı işte böyle anlatıyor “Yeni Müslüman olanlara zengin de olsalar zekâttan pay verilirdi ki başkalarının kışkırtmalarına kapılıp İslam’a düşman olmasınlar, Müslüman olmakta devam etsinler diye. Buna dair âyet Hz. Peygamber zamanında uygulanmıştı. Hz. Ebubekir halife olunca Hz. Ömer’i malî işlere memur etmişti. Hz. Ömer bu selâhiyetine dayanarak Hz. Peygamber zamanındaki bu uygulamayı tatbik etmemiş, onlara zekâttan paylarını vermemişti. Artık sizi boşuna beslemeye gerek yok. Biz şimdi güçlü durumdayız diye cevap verince de onlar tekrar Ebubekir’e gitmişler, ancak Ebubekir’den “Ömer ne dediyse doğrudur” cevabını almışlardı. Hz. Ebubekir ve diğer ileri gelen Müslümanlar Hz. Ali de dâhil, Ömer’in bu uygulamasını onaylamışlardı. Bu olayı eserlerimde daha çok açıkladım. Bunu herkes biliyor, ama bundan hiçbir anlam çıkaramıyor, çıkarmaya da akıl yormuyor, tenezzül etmiyorlar. Hz. Ömer öyle yaptığı zaman Hz Peygamber’in ölümünden henüz bir yıl geçmemişti. Şimdi bin dört yüz yıl geçmiş olduğu halde, bin dört yüz yıl önceki bir müçtehidin hâlâ o zamanki uygulamasını tıpa tıp uygulamak, onun en iyi dindarlık olduğuna inanmak, düşünmeye tenezzül etmemekle nitelendirilmesi gerekmez mi?”
Ben fakirin zihnini kurcalayan bir meseleyi dile getirmek, bu konuda da Prof Dr Hüseyin Atay Hoca’dan bahsetmek istiyorum. Yabancı ülkelere göçlerin arttığı günümüzde kadınların payına düşen acılardan… Erkeklerimiz, Dışişleri mensubu erkeklerimiz de dâhil hem de bin dört yüz sene önceki Müslüman erkeklerden, o yabancı kadına tâbi olması daha mümkün olan erkeklerden… Bu âyetin verdiği ruhsatla hemen yabancı kadınlarla evlenerek, göç mağduru kızlarımızı ve kadınlarımızı bekâr kalmaya mahkûm eden erkeklerden… Hoca da bir konuşmasında bu konuya temas etmiş, bilhassa yabancı kadınla evlenen erkeklerin o kadından doğacak çocuklar namına üzüntülerini dile getirmişti. Göç kurbanı gerçek Müslüman olan bir kadının ekseriyetle yabancı kadına kolayca tabi olabilen erkeğin aksine, o yabancı erkeği Müslüman etmesi, çocuklarını da kendi inancına ve geleneklerine bağlı olarak yetiştirmesinin erkeğe nazaran daha kolay olabileceği meselesine de değinmişti.
Yazıya kıymetli âlim Pof. Dr Hüseyin Atay Hocamızın etrafında fırtınalar kopartılan “Başörtüsü” hakkındaki satırlarıyla son vermeden önce sizleri Sahih’i Buhari’ ile birlikte güvenilir ikinci hadis kitabı olan Sahih’i Müslim’den aldığım bir hadisi de nakledeceğim: “Harbın oğlu Züheyr bana anlattı: Bize Cerir Sehl’den o’da babasından Ebu Hureyre’den (r.a) nakletti. Ebu Hureyre dadi ki: Ateşlik iki sınıf insan ki ben onları henüz görmedim. Yanlarında sığır kuyruğu gibi kamçılar olup, insanları onlarla döven topluluk ve bir de bir takım kadınlar topluluğudur ki bunlar giyinik çıplaktırlar. Görenleri yoldan saptıran ve kendileri de haktan sapanlardır. Başları bir tarafa sarkan deve hörgücü gibi olacaktır. Bunlar cennete giremeyecekler, şu kadar yürüme mesafesinden alındığı halde bunlar cennetin kokusunu da bulup alamayacaklardır.” (Müslim-sahih bab: libas ve’l-zineh, hadis N-nr.3971)
Yukarıda çok kıymetli fikirlerini naklettiğim Prof Dr. Hüseyin Atay hocamız ise başörtüsü hakkında sorulan bir soru üzerine böyle cevap veriyor:
“Nur sûresi 31’de başörtüsü diye tercüme edilen “HIMAR” örtü anlamındadır. Kur’an bize “Başınızı örtün” demiyor, göğsünüzü örtün diyor.
Hoca “kader meselesini de yanlış anlıyoruz” diyor. İnsanın özgün iradesi vardır. Şura Suresi’nin 30. âyeti “Başınıza ne musibet geliyorsa bu kendi yaptıklarınızın neticesidir.” dedikten sonra, karışıklık yaratan bu meseleyi hiç çekinmeden böyle özetliyor: Başörtüsü:
1- Kur’an da emir değildir.
2- Kur’an’da yasak değildir
3- Kur’ana göre caizdir. Kur’an da yalnız göğsü örtmeye emir vardır.
(Hüseyin ATAY, Kur’an’a göre araştırmalar: Sh. 60-61)
Kur’an’ı Kerim’i, bu son kitâbı cahillerin elinden alıp, O’nun ilerleyen zamana uygun olan mucizevî yapısını ortaya çıkararak kapanmış İçtihat kapısını açacak müçtehidlere çok ihtiyacımız var. Bu muhteşem kitabı başörtüsü gibi Kur’an’ı’ Kerim’de örtülmemesi hâlinde cezası bile bulunmayan meselelerle uğraşmayan gerçek müçtehidlere…