Yüzünde göz izi yok sanarak Siyaset denilen Leylaya gönül verdim.
Sonradan anladım ki dört bin kişinin nikâhından geçmiş
Osman Bölükbaşı
Aziz okuyucularım siyâset dünyâmızın güleryüzü olan bu güzel insanı hiç unutmadım. Unutamadım çünkü Allah rahmetiyle kucaklasın unutulacak insanlardan değildi. Günümüzün siyasetçilerinde olmayan her şey onda vardı. Başta zekânın ve kültürün ürünü olan nükte… Zekâsı ve kültürü ile tarihimizin yüz akı olan Sultan Abdülaziz’in Hariciye vekili yâni Dışişleri Bakanı olan Keçecizâde Fuat Paşa’nın bir benzeriydi sanki… Kendisini yakından tanıyan, Ergun Göze’nin yazdığı gibi “Demokratik hayatın başlamasıyla doğan bir siyâset yıldızıydı.
1977 Aralık ayında Adalet Partisi’nden 11 milletvekili bakanlık beklentisiyle CHP’ye geçmişti. Daha sonra ise bir gensoru teklifiyle Demirel hükümeti düşürülmüştü. Bölükbaşı geçmiş olsun demek için Demirel’i ziyarete gitmiş, onu bu sözlerle teselli etmişti: “Süleyman Bey üzülme, benim bağrım ihanetin Karacaahmet mezarlığına döndü. Senin bağrın ise daha köy mezarlığı…” Çok gürültülü ve patırtılı bir oturumdan sonra İsmet Paşa ona “Eeee Bölükbaşı söyle. Sen bize muhaliftin söyle. Hangi devir daha iyiydi? “Paşam sizin devir baklava ve börekle bile yutulur cinsten değildi. Rahmetlinin sözlerinden açtık, kendisine rahmet dileyerek devam edelim:
“Hayatım boyunca her sektörü tetkik ettim. En kârlısının din ticareti olduğunu gördüm.” İş adamlarına da böyle hitab etmişti “Ah benim aslan görünüşlü, tavşan yürekli büyük sermayem.” İsmet Paşa ile birlikte oldukları bir uçak yolculuğunda torunu Erdal, İsmet Paşa’ya “Dede, aşağıya ekmek atsam insanlar sevinir mi” diye sorunca, cevap Bölükbaşı’ndan gelmişti, “Dedeni atsan insanlar daha çok sevinir”.
Mitingleri gibi radyo konuşmaları da harikaydı. “İktidar çeşme yapıyor amma o çeşmeden kanun akmıyor, adalet akmıyor, Vatandaş kanun çeşmesi, adalet çeşmesi istiyor…”
Aziz okuyucularım inanın bu satırları yazarken sesini duyuyor gibiyim. 1956’da Diyarbakır’da muhteşem bir kalabalığa hitaben seçim konuşması yapıyordu. Alkışlar dinmek bilmiyordu. Konuşmasına izin vermeyen bu alkış tufanı karşısında konuşmasını kesmişti. Çünkü kendisini çılgınca alkışlayan bu kalabalığa söyleyecekleri vardı ve konuştu: “Biliyorum, biliyorum. Sağ olun alkışlıyorsunuz amma sandık başına gidince şaşırıyorsunuz. Alkışlar bana, reyler başkasına değil mi? Bu samimi ve tabii ama çok kırılmış bir gönülden doğan sitem de bir türlü dinmeyen alkışlarla karşılanmıştı….
Düzce’de yaptığı bir mitingde ise 8 saati geçen konuşmasıyla rekor kırmıştı.
Viyana’ya gitmişti. Orada katıldığı bir toplantıda sordular: “Dedelerinizin Viyana’da ne işi vardı”? Cevap hazırdı: “Haçlı seferlerinin iade-i ziyaretiydi”. Milletin kendisini çok sevmesine rağmen sandıkta çıkan oylarla güldürmemesini soranlara da cevabı hazırdı “Biliyorsunuz ben bu milleti severim ve biliyorum ki bu millet de beni sever. İkimizin bu hali birbirini sevip de bir türlü evlenemeyen oğlanla kızın hikâyesine benziyor.”
Kendi partisinden seçilip sonra başka partiye geçenlere de “Ne yapalım düğünü biz yapıyoruz gerdeğe başkası ile giriyorlar.” deyip güler ve güldürürdü. Başlarda milletvekillerinin başka partiye geçmelerini önlemek için noterden taahütnâme aldığı da olmuştu. Memlekette fazilet mücâdelesi yapanlar daha sonra sefalet mücadelesi yaparlar” sözü de onundu.
Rahmetli, emekliliğinde yâni siyaseti iğrenerek terkettiği günlerde Kızılay’da dolmuş bekliyormuş, Kendisini tanıyan bir vatandaş yanına yaklaşarak “Sizde mi dolmuş bekliyorsunuz? diye sormuş. Cevap çok acı ama gerçeğin kendisiydi: “Ne yapalım zamanında cebimizi dolduramadık, Şimdi dolmuşları dolduruyoruz.
Eğer yaşasaydı bu sözleri gene söylerdi: Eminim en yakası açılmayanlarını da… Tabii zekâsının süzgecinden geçirerek… “Bu memlekette fazilet mücadelesi yapanlar daha sonra sefalet mücadelesi yaparlar.” sözü de onundur. Bu sözler de onundur…“Yerin mevkii oturandan gelir. Adam olan oturduğu yerden şeref almaz oraya şeref verir. Adam vardır kırık sandalyede bir Fatih, bir Kanunî gibi oturur. Adam vardır ki en parlak sandalyede saman yığını gibi oturur.”
Bu sözleri de çok acıdır ama ne yazık ki doğrudur hele günümüz için daha çok geçerlidir. “Dün sövdüklerini bu gün övenler. Dün sevdiklerine bugün sövenler göstermiştir ki köpekler her avcı ile yola çıkarlar.”
1975’de AP’den adaylık teklifi gelmişti. Teşekkür etmiş. Bu cevabı vermişti: “Halkın gönlünde bayrak gibi direğe çektiği insanlar başkasının koltuğu altına girmez.”
Ergun Göze ile Ankara’da Bulvar Palas otelinde buluşup saatlerce sohbet etmişlerdi. Anlattığı olaylar o kadar ilgi çekiciydi ki eşim “Sayın Bölükbaşı bunları ve hâtıralarınızı yazsanıza demişti. Cevap “Yazmam… Asla yazmam… Kimseyi kırmak istemem.” olmuştu. “Ergun Bey, inanır mısınız şimdi tek bir isteğim var; Unutmak ve unutulmak…” diye de ilâve etmişti. Eşime doğduğu yer olan Kırşehir’de hapsedilişini ve Meclisi imkânsızı başararak bir tiyatro sahnesine döndürüşünü de anlatmıştı işte böyle:
“Kırşehir hapsimi bir ay uzattılar. Ben Mecliste konuşmayı garantilemek için hapishâneden telgraf çekerek söz sırası istemiştim… Tevkif kararı kaldırıldı. Geldim Meclis’e… Baktım ki beni on birinci sıraya koymuşlar. Anladım. Zaten altıncıya söz sırası geldiği zaman “Kifayeti Müzakere kararı” verilir sıradakiler konuşamazlardı. Bunun üzerine İsmet Paşa’ya haber gönderdim “Birisi bana sırasını veremez mi?” diye. Nuri Hazer dördüncü olarak söz almış. Reis kendisini kürsüye davet edince “Ben Sayın Bölükbaşına veriyorum sıramı” dedi. Kürsüye çıktım, tam dört buçuk saat… Beni hapse attıran iktidara nasıl yükleniyorum… CHP’liler beni nasıl alkışlıyorlar biliyor musunuz? Hani bir kadın kocasına ihanet edermiş de, kocasına “Aman kocacığım sen bir öl, görürsün o zaman” dermiş işte onun gibi… Bu sefer DP’liler başladı alkışlamaya… Bunun üzerine CHP’lilere döndüm: DP’lileri göstererek “Arada sırada bunlara da ikram etmek lâzım” dedim.” Bu sefer CHP’liler başladı alkışlamaya.”
Ergun Göze Osman Bölükbaşı ile yazısını böyle sonlandırmıştı;
“Evet Meclis zabıtları açılsa belki Sayın Bölükbaşı’nın bile hatırlamadığı daha ne tuzlu biberli espriler çıkar… Ne acı-tatlı hâtıralar dökülür ortaya…
1987 senesinin Mart ayında ben Sayın Bölükbaşı’nın şahsında yetmiş bin evliya yatağı olan Anadolu’nun, mert, bükülmez belki istediğine ulaşamaz, amma istemediğine asla razı edilemez yalçın bir evlâdını gördüm. Bu gün politikadan çekilmiş yıldız politikacının terketmediği bir tek şey vardı… Vatan – Millet – Devlet birliği sevdâsı… Ömrü komünizmle mücâdele ve bölücülüğe karşı çıkmakla geçmişti. Bu gün de en mühim, hatta tek hassasiyeti bu noktada idi. Herkesi, her partiyi, her hareketi sadece bu vatanperver perspektiften değerlendiriyordu. Sorbonne’da matemetik tahsil ettikten sonra politika hayatında artık herkese ders verecek hale gelmiş Bölükbaşı’nın şahsında, dürüst karakter ve doğru sözün demokratik hayatta ne kadar başarı sebebi olduğu meselesini acı acı düşündüm…
Amma şunu da gördüm ki, bu yetmiş yedi yaşındaki delikanlının kalbinde okuduğu şiirlerdeki gibi volkanlaşmış aşkın en ölmezi vatanı milleti içindir…. Hâlâ öyledir… ve hâlâ bu milletin bekası için bir teminattır… Selâm ona… Hürmet ona…”
Ergün GÖZE, Gözümle ve Gönlümle Tanıdıklarım, Sh: 367
Hicran GÖZE