On dört- on beş yaşlarındaydım… Rahmetli babam İstanbul’dan geliyordu. Sivas istasyonunda karşıladım. O zamanlar Sivas-Haydarpaşa arası, mutad tehirlerle bazan kırk sekiz saati bile bulurdu. Babam zaten okumadan durmayan bir adam… Trenden indikten sonra bana elindeki kitabı uzattı… Baktım “ İnsan ve Şeytan”… Yazan Sâmiha Ayverdi…
Bir hamlede okuduğum kitap bana çok tesir etmişti. Orada şeytanı temsil eden iffetsiz genç kadının ölümü üzerine kadının elinde oyuncak olan faziletli, görmüş geçirmiş kahramanın hürriyetine kavuştuğunu hissetmesini o yaşımda ben de gönlümde duymuştum. Değişik bir romandı… Babam kitabı okuyup bitirdiğimi ve beğendiğimi duyunca yazarı için:
“Derviş kadın” dedi…
1950-53 seneleri arasında da, Ankara Caddesi’ndeki bir Ermeni kitapçıda, Sâmiha Ayverdi’nin diğer kitaplarını da gördüm ve aldım. Hasis, garip bir Ermeni’ydi bu kitapçı… Amma kitapları hep o basıyordu. 1953 senesi ise fethin beş yüzüncü yıldönümüydü. Bütün memleketi bir heyecan sarmıştı. Amma devlet bu heyecana iştirak etmek istemiyordu. Biz milliyetçi gençler devletin Yunan dostluğu masalına fetih hadisesini kurban edişine içerliyorduk. O zamanki ilericilere göre de fetih hadisesi bu kadar büyütülmemeli idi.
Yalnız İstanbul’da bir grup fethi kutlamak için gerçekten akademik bir çalışma ve büyük bir gayret gösteriyorlardı. Bu grubun başında Sâmiha Ayverdi bulunuyordu. Sâmiha Ayverdi o şiir dolu “İstanbul Geceleri”ni o günlerde yazmıştı. Rahmetli Ekrem Ayverdi de “Fatih Devri Mimarisi”ni…
1960 darbesi her şeyi tuz-buz etti. Tozdan, dumandan geçilmiyor. Cemiyet kimse farkında olmadan sola yattı. Biz otuz yaşını bulmuş, hayata atılmışları, gençler “Ağabey önümüze düş” diye yeniden vazifeye çağırdılar. Bıraktığımız yerden başladık işe. Milliyetçiler Derneği İstanbul Şubesi yeniden konferanslar tertiplemeye başlayacaktı. Aklımıza gelen isimlerden birisi de Sâmiha Ayverdi idi.
Kalktım kendisine ricaya gittim. Kimsenin sokağa çıkmaya cesaret edemediği o günlerde Sâmiha Ayverdi’yi dimdik ve hazır buldum. Derhâl kabul etti. Eski Eminönü Halkevi’ni o zamanlar talebe olup, fikrî hüviyetini saklayan İsmail Kahraman sayesinde aldık ve konferansı tertipledik. Salon doldu, kapıda bekliyordum… Sâmiha Ayverdi göründü… Elinde kıvırıp boru haline getirdiği konferans metni… Yavaş yavaş merdivenleri çıkıyoruz. Hem de konuşa konuşa… Benim hakkında sualler soruyordu… Bir ara durdu.
– Biliyor musunuz benim torunum var, dedi… Sonra o torun benim damadım oldu…
Sonra vatanın bulutlanan havasında dostluğumuz yakınlaştı… Ve bu büyük kadını, gayretiyle, vatanperverliğiyle, hamaset duygusuyla yakından gördüm. Gördüm ki o bir “ana-kadın”dır… Ve mahvolan cemiyete bir ana kuş gibi kanatlarını açıp sahip çıkmaya uğraşmaktadır.
Amerika’da Ermeniler ilk Türk diplomatlarına kurşun sıktıkları vakit, sanırım kurşunu bağrına yemiş gibi, sadece o sarsıldı. Bütün hariciyemiz uyuklarken ve kurşuna rağmen uyanmamaya gayret ederken, o şunu düşünüyordu; Buna karşı ne yapmalı? Ne yapılabilirdi? Devlet bir şey yapmıyor amma ya fertler? Fert olarak ne yapmalı idi?
Bir gün beni çağırdı. Ne yapacağını bulmuş ve epeyce de yol almıştı. Amerika efkârına bu işi bir kadının, bir annenin ağzından anlatmak gerekti. Kendisini öldürülen konsolos Bahadır Demir’in annesinin yerine koydu ve “Ben de oğlumu öldüren Ermeni gibi intikam duygusu içinde bir insan olsaydım, bir tabanca alır, onu da ben gebertirdim ve sizin jürileriniz de beni serbest bırakırdı. Amma ben Türk’üm, ben Müslüman’ım Benim dinimde öç alma yoktur, adâlet vardır. Onun için şimdi size bu Ermeni iddiasının içyüzünü anlatacağım” diye başlayan bir giriş yazısı hazırlamıştı.
Propaganda tekniği bakımından harika bir buluştu… Amma o bununla kalmamış Bahadır Demir merhumun annesini de bulmuş ve onu kitap yazmaya teşvik etmişti. Fakat yaralı annenin böyle bir şey yapacak hali yoktu. Bunun üzerine yaralı annenin evine gittik. Karlı bir günde Emirgân’daki evine giderek Neşide Demir Hanımefendi’den, hazırlanacak böyle bir kitap için yardımını ve ismini rica ettik… Yaralı anne, şehit oğlu hayrına hastane yaptırıyordu. Böyle bir teşebbüsü memnuniyetle karşıladı. Manevi desteğini ve ismini verdi. Şimdi iş kitabın yazılmasına, hem ciddî vesikalara müstenit bir şekilde yazılmasına, matbaanın bulunmasına, kâğıdın temin edilmesine kalıyordu…
Sâmiha Ayverdi azim timsali bir kadındır. Başladığı işi bitirmesin olmaz. Ondan sonraki bir gün matbaa bulundu, bir gün kâğıt… Bir başka gün yazan bulundu ve Ermeni meselesine dair kitap böyle çıktı… Dışişlerimiz horul horul uyuyordu…
Kitabı münasip yerlere göndertti. Kitap bitti. Ermeni meselesi bitmedi. Daha azdı. Çünkü dışişleri uyuyordu. Aydınlar bilimsel sosyalizmi getirmeye uğraşıyorlardı. Sâmiha anne ise bu kitabın İngilizcesi, Fransızcası basılmalıdır, derdindeydi. O sırada hükümet değişmiş, bu meselelere daha yatkın bir hükümet gelmişti. Birinci baskısı fisebilillah dağıtılan eserin ikinci baskısı için para kalmamıştı tabiî… Kültür Bakanlığı kitabı arzusuna rağmen resmen basmayı göze alamadı… Bir devlet düşününüz, şehit edilen konsolosunun annesinin imzasını taşıyan ciddî ve ilmî bir eseri basmayı istiyor fakat resmen basmaktan çekiniyor… Ve bu işi gayr-ı resmî bir kanaldan yapıyor. Bu sefer İngilizceleri de basıldı ve Sâmiha Anne’nin Washington’daki çocukları Temsilciler Meclisi üyelerinin adres listesini temin edip hepsine gönderdiler ve dünyanın birçok yerlerine kitap postalandı, dağıtıldı.
Bu ikinci baskıdan gazetelere de gönderildi. Bir gün ziyaretine gitmiştim… Elime bir kupür tutuşturuldu… Hasan PULUR dostumuz o zamanlar Milliyet’te yazardı… Onun bir yazısı… “Merhum konsolosun annesinin yazdığı kitabı okudum. Erzurumlu’yum amma bu işin içyüzünü bilmezdim. Bu kitap sayesinde öğrendim. Şu bizim MC hükümetleri şunu bunu neşredeceklerine, işte böyle kıymetli kitaplar neşretseler olmaz mı?” diyerek fikrini belirtiyordu. Çünkü kitabin ikinci baskısının gayr-ı resmî olarak hükümet tarafından yapıldığını bilmiyordu.
Sâmiha Anne’ye gelince, onun için hizmet mühimdi. Netice almak mühimdi… Zaten her şeyi bilen, bildikten sonra başkasının bilmesine de lüzum pek yoktu. Nitekim, İslâm dünyasının feci halini gördükçe kanayan yüreğiyle bir gün baktım İslâm devletlerinin reislerine bir mektup kaleme almış. Onu da İngilizce’ye çevirtmiş ve postalatmış. “Kölelikten Efendiliğe” ismiyle Türkçesi neşredilen kitapçık da budur.
Bu büyük kadın, bu büyük gayreti nereden alıyordu? İmanından imanının parlatıcısı olan mürşidinden… Kenan Rifai’den… Babam onun için boşuna “Derviş Kadın” dememişti.
Hamaset onun karakterinin mayası idi. En karanlık günlerde o dimdik durdu. Benim diyen erkeğin sesini çıkaramadığı günlerde haykırdı. Bir defasında Harem İskelesi’nde anarşistler “DEVRİM YOLU”, gibilerden kıpkızıl bir gazete satıyorlardı. Cıyak ciyak, tehdit dolu propaganda yaparak… Sâmiha Anne ilerledi bir tane aldı, parasını verdikten sonra, büyük bir ciddiyetle okumadan katladı ve parça parça edip fırlatıp attı. Şirret gazete satıcısı bile “gık” edecek hal kalmamıştı. Türkiye’deki Misyonerlik faaliyetleri önce onun vicdanının protestosuyla karşılaşır. Önce misyonerlerle mektuplaşarak dalâletlerini anlatır, onları İslâm’a dâvet eder mukabeleten. Sonra oturur “Türkiye ve Misyonerlik” diye bir kitap yazar. Onun uzun ve bereketli ömründe (Allan müzdad etsin) verdiği eserleri saymak zordur. Ve bu sütunu aşar… Amma onun asıl başka eserleri vardır. Bunlar yetiştirip, okutup, büyütüp bu büyük millete hediye ettiği insanlardır… Bunlar bir gün bir radyo programında, bir kitapçı vitrininde, bir hayır cemiyetinde, bir devlet dairesinde karşınıza çıkabilirler. Bilmezsiniz onları. Üniformaları ve bugünün alelâde insanından farkları yoktur… Çünkü iddiaları yoktur. Amma biraz münasebetiniz devam ederse inceliklerini, farklılıklarını anlarsınız. Çok genç yaşında bir tek çocuk doğurduktan sonra hayatının o bölümünü kapatmış ve zarafetini kendine alıkoyduğu “nesevviyyetini” dikkat, ihtimam, nezaket ve nezafet, ciddü himmet’e kalbederek, yetiştirdiği âdeta bir daha doğurduğu manevî evlâtlarına aktarmıştır.
Amma bana sorarsanız, onun en büyük eseri, canlı ve cansız o kıymetli eserleri borçlu olduğumuz bu büyük kadındır, kendisidir. Amma o bu hususta bir şey söyler:
– Neyim varsa efendime borçluyum…
“Efendim dediği Kenan Rifâi’dir…
Aktaran: Hicran GÖZE