Prof.Dr. Aygün AKYOL[i]
Giriş:
İslam dünyasının içinde bulunduğu dönem nereye gidiyoruz sorusunu sormayı gerektiriyor. Bu soruyu sormadığımız sürece ne durum tespiti ne de çözüm bulabilme imkânımız var. Günümüzde Müslümanların yoğun bir şekilde yaşadığı yerlerin yolsuzluk, yoksulluk, ahlak erozyonu, terör ve şiddetle anılması artık insanlar tarafından kanıksanmaya başlandı. Bu da insanların dini hayatını daraltmaya ve bireylerin sağlıklı bir dünya görüşü oluşturmasına engel olmaktadır.
Bireysel dindarlık yerine, tarikat ve cemaat adı altında bireyin kişiliğinin ve kimliğini örseleyen, onu kendi ekonomik, politik ve siyasi çıkarlarına indirgeyen, günü kurtaran, geçici bir saadet zinciri oluşturan ve insanlara menfaat temin eden yapılar insanlar tarafından tercih edildi. Ancak bugün gelinen noktada düşünme, sorgulama ve sonuç çıkarma yeteneği hastalıklı bir duruma getirilen bireyin dini anlama ve yorumlamada zaaf içinde olduğu, bu zaafın hem kendi dünyasını hem de diğer insanların hayatını olumsuz etkilediğini gözlemleyebiliyoruz.
Ülkemizin yaşadığı tecrübede bunu doğrulamaktadır. Özellikle din adına hareket ettiğini iddia eden grupların kendi istek ve arzularına ulaşmak için kullandıkları argümanlar ahlaki, siyasi ve insani sahada tahribat yapmış, bizleri ateşin ortasına atmıştır. Esasında bu tartışmalar, sadece günümüzün meseleleri olmayıp modernleşme sürecimizin bir parçasıdır. Bu nedenle Türkiye Cumhuriyeti olarak laik, sosyal demokrat, hukuk devletini tercih ettik. Bunu yaparken de dilde, fikirde ve ruhta birlik amacıyla bir takım düzenlemeler de beraberinde geldi. Gelinen nokta, Cumhuriyetin kurucu iradesinin ne kadar yerinde bir tercih yaptığını göstermesi noktasında bizler için bir sağlama niteliğindedir. Ama bu sağlamayı yapıp tekrar yola devam etmek gerekmektedir.
Problemimiz büyük, çünkü hem ülkemizde, hem İslam âleminde hem de insanlığın bütününde dinimizi hedef alan bir tartışma söz konusu. Buradan çıkış yolu olarak bizim önerimiz, toplumsal uzlaşı ve değer bütünlüğü için kollektif tasarımlardan ziyade bireyselliğin ön plana çıkarılmasıdır. Bu, anayasal hukuk düzleminde gerçekleşen özgür ve eşit yurttaşlar bilincini kabul edip, bunun gereklerini eğitim ve öğretim hayatımızda uygulamamızla gerçekleşecektir.
Gerek din eğitimi ve gerekse değerler eğitimi sahasında evrensel insani ilkelerle başlayan, daha sonra kendi toplumsal ve kültürel alt yapısını kavratacak bir din ve değer eğitiminin vurgulanmasının şiddetle elzem olduğunu düşünüyoruz. Burada din eğitimi adı altında her grubun kendi ritüellerini İslam dininin umdeleri gibi vermesinden hassaten sakınılması gerektiğini vurgulamak istiyoruz.
İnsan, hayat içinde sürekli bir öğrenme içindedir. Ancak bu durağan ve sıradan bir hale geldiğinde kendini tekrara başlar. Bu konuda özellikle yapılması gereken düşünceyi durağanlaştıran, hayatı sıradanlaştıran bir öğretim yöntemini bırakıp, dinamik ve sorgulayıcı bir anlayışın uygulanması gerekmektedir. Bu nedenle de din ve değerler eğitimi sahasında, metin ve ezber merkezli yaklaşımlardan ziyade, akıl ve irade kavramlarının öne çıkması, bu sağlandıktan sonra Kur’an’ın ve Allah Rasulünün doğru anlaşıldığı bir yaklaşımın öne çıkarılması gerekmektedir.[1]
Görüldüğü üzere sorunlarımızın temelinde doğru anlama ve doğruyu hayatımıza aktarma öne çıkmaktadır. Bu sorunu biz Farabi’yi merkeze alarak aşabileceğimizi düşünüyoruz. Buna göre dinin doğru anlaşılması noktasında iki temel unsur öne çıkar; bunlardan birincisi sarih akıl, ikincisi sahih dindir. Farabi bu hususu, Kitabu’l-Huruf adlı eserinde zikreder. Eğer sahih din bozuk bir düşünce sistemine uygulanırsa ya da sarih akıl bozuk bir dini düşünceden hareketle sonuç çıkarmaya çabalarsa burada mutlak anlamda bir başarısızlık söz konusu olacaktır.[2] Bu nedenle öncelikle sarih akıl ve muhakeme gücünün nasıl elde edileceğini, bunu sağladıktan sonra sahih dini düşüncenin insanlarımıza nasıl sunulacağını incelemek gerekmektedir.
1.1.1. Sarih Akıl: Dil, Düşünce ve Mantık Kurgusu
İnsanın hayatını anlamlandırması öncelikle bir kültür bir bilinç işidir. İnsanlar, dini de kendi bireysel, psikolojik ve kültürel geçmişleriyle anlarlar, algılarlar. Bu nedenle de din hakkında sağlıklı bir düşünce biçiminden bahsedebilmek için öncelikle sağlıklı bir düşünce gelişimi ortaya koymak zorundayız. Dini sahada ortaya çıkan sıkıntılarımızı anlamak için insanların düşünmekten, sorgulamaktan korkmalarına bakmak yeterli. Bugün tarikat ve cemaat yapılanmaları içinde yetişen nesillere din adına konuşanlar, insanların akletmemesini, aklettikçe doğru yoldan çıkacağını telkin etmektedir. Bu telkinler neticesinde insanlar düşünmekten ve sorgulamaktan uzak kalmakta ve bir nevi köle haline getirilmektedir.
Bu noktada dikkat edilmesi gereken husus, bireyin anlam alanı oluşturabilmesi için kendi dilini çok iyi kullanmasının gerekliliğidir. Bu, zaman içinde bir din dili de oluşturacağından bireyin dini ve dünyevi olarak kendisini ifade etmesi de kolaylaşacaktır. Bugün eğitim hayatımızda kendi dilimizin ötesinde yabancı dile önem veriyoruz. Ancak amaç ve metot merkezli olmadığı için sonuç alamıyoruz. Bilim sahasında yabancı dil önemli ancak bu bilimi kendimize mal etmemiz onu anlamamız, yeniden yurtlandırmamız içindir. Yoksa düşünce dünyamızı yabancılaştırmak için değildir.[3] Dini sahada da dini anlamak sadece dil işi olsaydı, bugün ana dili Arapça olanların bunu en iyi anlaması gerekirdi. Lakin duruma baktığımızda vakıanın hiç de buna uygun olmadığını görebiliyoruz. Onun için ilk yapılması gereken Türkçe düşünme, anlama ve yorumlama olmalıdır. Bu nedenle dini sahadaki sorun dil sorunu değil, esasen bir anlama sorunudur. Kişi kendi diline hâkim olduğunda bu noktada düşünce gelişimi gerçekleşecektir.
Düşünce gelişiminin temel hareket noktasını kişinin bir birey olarak hayata katılımı oluşturur. Bu sağlanırken eğitim ve öğretim adı altında insanların bireysel kimlikleri hiç yerine konulduğunda kişilik ve karakter gelişimini tamamlayamayan insanlarla karşılaşıyoruz. Bu, sadece kişinin kendisi açısından problem teşkil etmemekte, etrafındaki insanların da hayatını zindan etmektedir. Bu noktada dikkat edilmesi gereken en önemli unsur, kişinin bir birey olduğu, kendine ait bir değer dünyasının ve özel alanın olduğunun eğitim süreçlerinde vurgulanmasıdır. Bu sağlandığı takdirde birey, dışarıdan gelecek olan taciz, baskı ve tarizlere karşı uyanık olacak ve bunlarla mücadele etmesini bilecektir. Diğer durumda herhangi bir güç, baskı ya da tehdit gördüğü zaman direnme gücü bulamayan birey, kişilik ve karakterine dair değer yargılarını hiçe sayarak daha kötü, içinden çıkılamaz durumlara sürüklenebilmektedir.
Toplumsal hayatın içerisinde bizlere verilen gerek geleneksel, gerekse dini eğitim anlayışında cemaat olmanın, topluluk olmanın öneminden bahsedilir, hatta bu konuda ödünler verilmesi, çevreye uyum sağlanması istenir. Hâlbuki dini ve ahlaki eğitimin en temel parçasının hakikat olduğu, asla ve kata hangi durum ve şart altında olursak olalım hakikat tasavvurumuzdan taviz veremeyeceğimiz eğitim anlayışımızın temel düstüru olmak zorundadır. Bugün gelinen noktada insanların toplumsal hayat içerisinde yer almak için gördüğü yanlışları, ahlaki zafiyetleri görmezden gelmesi bireysel olarak kurtulmayı bırakın, toplumsal çöküş doğuracak bir yapıyı bizlere sunmaktadır.
Bu noktada denilirse ki dinimiz ve geleneğimiz topluluk olmayı, bir olmayı iri olmayı diri olmayı emreder, niçin insanların ittihad duygusunu zayıflatıyorsunuz, tam tersine yukarıda ifade edilen hastalıklı birlik ruhunun asıl insanları helake, yanlış ve toplumsal olarak kaosa sürükleyeceğini söyleriz. Gerek dini, gerek felsefi, gerekse mitolojik olarak insanlık tarihi incelensin hepsinde hakikatin öncelendiği, hakikat duygusuna ve onun peşinden gitmenin vurgulandığına şahit oluyoruz. Bu nedenledir ki önerimiz, sağlıklı bir toplum ve cemiyet yapısı için öncelikle zihinleri iğdiş edilmemiş sağlıklı bireylerin olması gerektiğinin vurgulanmasıdır.
Toplumsal hayat içerisinde kimi insanların başkalarının yaşamına müdahil olmak, onları yönlendirmek, kendi istediği düzlemde hareket ettirmek gibi bir takım gayelerinin olduğunu görüyoruz. Bu gayeler kimi zaman iyi niyetli, kimi zaman da kişiyi kullanmaya yönelik olsa da sonucu hep sıkıntı doğuran teşebbüslerdir. Zira bu talepte bulunanlar ister aileden olsun ister çevreden olsun insanların kendileri olmalarına müsaade etmeyen, dayatmacı ve baskın karakterli kişilerdir. Bunların karşısındakine olan tahakküm isteği karşıdaki insanın kişilik ve karakter gelişimini felce uğratmakta, sağlıklı kararlar verememesine sebebiyet vermektedir. Bunu yaparken de iyilik adına ve dini kisve ile yaklaştığı için karşıdaki insan sağlam bir duruş sahibi de değilse, felaket daha da katlanılamaz hale gelmektedir.
Burada özellikle vurgulamak isteriz ki, hayır diyebilmeyi başarabilen insanlar hayatta daha mutlu ve daha kararlı olurlar. Bu insanlar etrafındaki insanlar tarafından kimi zaman tehdit olarak da algılanabilir. Hayır demek, toplum tarafından bir ukalalık, bir kendini bilmezlik ve her şeye muhalefet şeklinde anlaşılabilir. Ancak bizim burada kastettiğimiz hayır diyebilme becerisi, kişinin karakteri, ahlakı ve aklının olgunluğunun derecesiyle alakalı bir durumdur. Yoksa bu akli ve iradi süreçten geçmemiş her şeye itiraz eden alt yapısı bozuk bir itiraz değildir.
İnsanların bu noktada hareket noktasını ise mantık ilkelerine göre belirlemeleri gerekmektedir. Bu noktada Farabi’nin mantık tanımına bakmak yerinde olacaktır. Buna göre mantık, aklı düzeltmeye, yanlış yapılması mümkün akledilir şeylerde insanı doğruya ve gerçeğe yönlendiren, onu hatadan koruyan sanat şeklinde yapılır. Bu, insan için en önemli unsur olarak karşımıza çıkar. Çünkü insanlar teorik konularda yanlış bir hareket noktasını benimsediğinde dışarıya yansıyan her şey bu yanlış üzerine kurulu olduğu için çok daha ciddi sıkıntılara sebebiyet vermektedir.[4]
1.1.2. Sahih Din, Doğru Eylem
Sahih din dediğimizde “Bugün, size dininizi bütünledim, üzerinize olan nimetimi tamamladım, din olarak sizin için İslam’ı seçtim.”[5] Ayetine odaklanmak gerekiyor. Kuran ve Allah Rasulünün davranış modelleri bizlere sahih din tasavvurunu göstermektedir. Ancak günümüzde Yüce dinimiz İslam’ı kendi arzu ve heveslerine alet edenler çıkmaktadır. Bunlar din üzerinden dünyevi çıkarlar elde etmekte ve bu çıkarların devamlılığını da insanların itaati ve samimiyetini istismar ederek gerçekleştirmektedir. Bundan kurtulmanın yolu ise yukarıda ifade ettiğimiz üzere sağlam bir düşünce ve duruş sahibi olan bireysel dindarlığın geliştirilmesiyle olacağını düşünüyoruz.
Özde değişimi sağlamayan şekli dindarlık İslam olarak tasvir edildiği sürece insanlarımız Allah Rasulü’nü örnek aldığını zannederken Ebu Cehil dindarlığını, cahiliye anlayışını, gerçek dindarlık zannetmekte, Arap düşüncesindeki kabilevi tartışmaları, kadın karşıtı söylemleri din olarak kendi toplumuna taşımaktadır. Bunu etrafımıza baktığımızda da görebiliriz, dinin sağlıklı ve doğru algılanması bizlere huzur, mutluluk ve esenlik getirmesi gerekirken, İslam adına hareket ettiğini söyleyenler kin, nefret ve acıdan başka bir şey sunmuyor. Onun için bizim Kur’an ve Allah Rasulü’nün emanet, sadakat ve liyakati merkeze alan, rahmet ve merhameti öneren, aklı ve gönlü bir bütün olarak değerlendiren yaklaşımlarını merkeze almamız gerekmektedir.[6]
Durum şekle indirgendiğinde toplumsal hayatta dindarlık denilince Araplaşmak kültürel olarak kendi geleneğini terk edip, yabancılaşmak anlaşılıyor, hâlbuki bu noktada yapılması gereken aksine yabancılaşmak yerine Türk ve İslam kültürünü merkeze alan Hanefi Maturidi düşünce geleneğimizi inşa ve ihya etmektir. Hz. Peygamber bizlere Araplaşın demedi, mümin ve Müslüman olun dedi. Bu nedenledir ki kültürel kodlarından koparılmış nesiller hızla selefi söylemlerle şiddet, kin ve nefret merkezli bir düşünceye savruluyor, daha sonra terörün insan kaynağı haline geliyor. Bugün bizlerin din tasavvurunda merkeze alması gereken bireysel dindarlık olmalıdır. Anayasamızdaki laiklik ilkesinin insanların fikir ve ifade özgürlüğünü koruyucu, insanların birbirlerinin yaşam alanına saygılı bir evrensel dil geliştirmesine imkân verecektir diye düşünüyoruz.[7]
Dil, düşünce ve mantık ilişkisi sağlıklı bir şekilde kurgulandıktan sonra, sahih dini bilgi ve buna uygun salih amel gelmesi gerekmektedir. Ancak din eğitimi diye verilen eğitimin içinden akletme, sorgulama ve değerlendirme çıkartılınca olayları ve gerçekleri algılayamayan bir dindar kişilik ortaya çıkmaktadır. Milletin ve devletin geleceği için sağlıklı bir din eğitimi ve dindar insan tipolojisi ne kadar önemliyse, doğru kanallardan alınmamış, problemli bir din eğitimi de o kadar tehlikelidir. Çünkü bu eğitimi aldıktan sonra insanların hayata bakış, duruş ve düşünüşlerini değiştirmek çok daha zor olmaktadır. Yaptığı yanlışları, insanlara verdiği eziyetleri, algılama ve değerlendirme sorunlarını dahi Allah’ın bir emri gibi algıladığı için aynı şekilde bunları sorgulama gereği de duymadığı için tarihte görülmüş en büyük felaketlerden biriyle karşı karşıya kalınmaktadır.
İnsanların ilgisine bakıldığında da sorgulama, değerlendirme ve kendi başına karar vermekten ziyade birine teslim olup tüm risklerden kurtulma eğilimi daha kolay gelmektedir. Tüm bu sebeplerle günümüzde gelecek nesillerimizi korumak, onların olaylar karşısında sağlıklı ve tutarlı sonuçlar elde etmesini istiyorsak, Kur’an’ın ve Hz. Peygamberin anlayışına uygun bir yaşam sürmelerini istiyorsak öncelikli yapmamız gereken din ve ahlak eğitiminin en önemli basamağı olarak akletme ve irade etme melekelerini geliştirmek gerekmektedir. Bunun yolu da felsefe, sanat ve edebiyatla insanların ruhsal gelişimlerini sağlamaktır. Bunlar sağlanmadığı takdirde din öğretimi gerçekleştirilse bile, öğretilenin doğru davranışlara dönüşmesi sağlanamaz ve sağlıklı bir din eğitimi sürecinden bahsedilemez.
Akletmekten kaçınanlar bunu anlamlandıramamaktadır. Hâlbuki Kur’an merkezli düşünecek olursak, Kuran’da sürekli olarak düşünmek, tefekkür etmek ve sorgulamak vurgulanmıştır. Akletmeyenlerin pislik içinde kalacakları ayetle sabittir.[8] Günümüzde dinin anlaşılmasının tam tersine akletme ve sorgulamaktan değil, aksine bunları yapmayıp teslim olmaktan geçtiğini ifade edenler var. Ancak burada şunu ifade etmekte fayda var teslim olmak ama kime ve neye teslim olunacak; bir davranış ortaya konulacak kime ve neye göre konulacak. İşte bu noktada doğruyu yanlıştan ayırt edemeyen bir zihnin verdiği kararlarda Allah’ın muradını anlayıp onu hayata geçirmesi mümkün olmayacaktır.
İnsanın düşünsel sürecini tamamlamasında önce fiziksel alanı tanıma, sonra akletme ve ondan sonra da bilgileri bir bütün haline getirip yeni şeyler ortaya koyma diyeceğimiz bir süreç var. İşte bu en son aşama irfan mertebesi olup, duyu ve akıl verileri olmaksızın bir zihinsel bütünlük elde etmek mümkün görünmemektedir. İnsan, dış dünyadaki sebep sonuç ilişkisini anladığında bildiklerinden bilmediklerine ulaşır, bu olmadığında ne bilirse bilsin, ne öğrenirse öğrensin ortaya koyduğu ürün sorundan hali kalmaz. Bu noktada hayata dair edindiğimiz bütün bilgiler ve kazanımlar aslında bu kavramsal altyapı, mantıksal tutarlılık ve metodolojik bakış açısıyla ilişkilidir. Ama genel olarak insanlara olayları değerlendirirken bir usul ve bakış açısı verilmediğinden rastgele değerlendirmeler neticesinde hayatı zindan eden, tutarsız görüşler ortaya çıkmaktadır.
Sonuç:
Günümüzde din eğitimi denilince bilgi temeli olarak sorgulama ve analizden uzak, eldeki verilerin ezberletilmesi; ahlak sahasında ise normatif bir takım değerlerin emir kipiyle söylenerek bireylere dikta edilmesi anlaşılıyor. Hâlbuki bu iki anlayıştan hareketle sağlıklı bir sonuç elde edilmesi mümkün değil. Aksine Gazali’nin “kör, hakikate ulaşmaya şaşıdan daha yakındır” ifadesinde olduğu üzere tüm bunlar hastalıklı bir yapı ortaya çıkıyor. Zira sorgulamadan uzak bir din tasavvuru, insanların zihnini din adına kilitleyerek, sanattan, edebiyattan ve felsefeden bireyi kaçırmak, onu köleleştirmek ve benliğini yok etme işlevi görüyor. Bunu aşmanın yolu inanan insanları, düşünen, sorgulayan bir birey haline getirmektir.
————————————————–
Atıf: Aygün Akyol, “Dini tekellere Karşı Bireyin İnşası”, İlesam Dergi, yıl: 2, sayı: 3, Ocak-Şubat 2017, ss. 22-26
Dipnotlar:
* Aygün Akyol, “Dini tekellere Karşı Bireyin İnşası”, İlesam Dergi, yıl: 2, sayı: 3, Ocak-Şubat 2017, ss. 22-26.
[1] Mevlüt Uyanık, Aygün Akyol, İslam Ahlak Felsefesi, Elis Yay., Ankara 2013, s. 269.
[2] Farabi, Kitabu’l-Huruf/Harfler Kitabı, met. ve çev.: Ömer Türker, Litera Yay., İstanbul 2008, s. 95.
[3] Mevlüt Uyanık, “Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak –İslam Felsefesinin Günümüzdeki Anlamı Üzerine Bir Deneme, İslamiyat, 2005, sayı: 4, s. 67, 68.
[4] Farabi, İhsau’l-Ulum, s. 67.
[5] Maide Suresi, 3.
[6] Aygün Akyol, Kutadgu Bilig’de Ahlak ve Siyaset, Araştırma Yay., Ankara 2015, s. 47, 65.
[7] Mevlüt Uyanık, Selefi Zihniyet Arap Baharı ve Türkiye, Araştırma Yay., Ankara 2016, s. 107-137.
[8] 10/Yunus Suresi, 100.
——————————————
[i] Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi