Millet ve milliyetçilik, ortaya çıkışı ve gelişimi itibariyle tarihin bir dönemine ya da dünyada bir mekâna sıkıştırılarak izah edilebilecek bir olgu değildir. Zira eğer mekân olarak Avrupa, tarih olarak 1780’ler esas alındığı takdirde, en azından Ötüken’den seslenen Bilge Kağan’ı anlamak mümkün olamayacaktır.
Milliyetçilik bir doktrin veya dogmatik bir sistem değildir. Milliyetçilik dogmatik bir sistem haline geldiği takdirde, yeni meselelerle karşılaştığında gerekli çözümü ortaya koymayı temin edecek esneklikten mahrum kalır. Bunun gibi, farklı dogmatik anlayışlar, hepsi milliyetçilik adına hareket ediyorlar olsalar da aralarında şiddetli çatışmalara ve ayrılıklara sebep olabilir.[1] Bu durum milliyetçiliğin siyasî arenanın duvarları arasında bir oyuna dönüştürülmesinden kaynaklanmaktadır. Bu oyunda milliyetçilik, sert bir çarpışmanın malzemesi durumuna getirildiğinden, milliyetçiliğin esasta bir ülkü olması ihmal edilir. Mehmet İzzet’in belirttiği gibi “Kendini gâh ırk, gâh dil, gâh toprak, gâh iktisat veya tarih hudutları ve kayıtları içine hapsetmek isteyen siyasetin baskısından kurtuluncadır ki milliyet bir ülküdür; yani bizden kayıtsız şartsız, mutlak surette fedakârlık talep eden, itaat isteyen bir mukaddes gayedir”.[2] Bu bakımdan milliyetçilik bir taraftan yeni durumlara intibak edecek esnekliğe, diğer taraftan da kendisinde bulunan derin hafızadan hareketle, geçmişe dayanan köklü yenilikleri bizatihi kendisi ortaya koyabilecek donanıma sahip olmalıdır. Esasında Türklerde milliyetçiliğin, Batıya nazaran daha köklü ve farklı oluşunun sebebi budur.
Milliyetçilik üzerinde çalışma yapmak, bir şekilde milliyetçiliğin içinde, dışında, sağında veya solunda olmaya göre farklı değerlendirmelerde bulunmaktan dolayı oldukça sorunludur. Her halükarda tarafgirlik endişesini görmekteyiz. Bu bakımdan milliyetçiliğin dışında bulunmayı tarafsızlık sayanlar, esasında koydukları mesafe ölçüsünde taraf olduklarını görememektedirler. Mesela Hobsbawm’ın “Milletler ve milliyetçilik alanındaki ciddi tarihçilerin inançlı bir politik milliyetçi olamayacaklarını”[3] ileri sürmesine rağmen, milliyetçilik karşıtı bir duruşla milliyetçiliğin tarihinin nasıl yazılabileceği hususunda bir endişesinin olmadığı görülmektedir. Milliyetçilik üzerinde araştırma yapanlar için gerçekçi tespitler yapabilmenin şartı olarak öne sürülen ‘milliyetçiliğe karşı mesafeli olmak’, emrin sahiplerince fiilen milliyetçiliğe karşı duruşla kendisini göstermektedir. Bu durumda objektiflik, karşı duruşla eşdeğer olarak kabul ettirilmeye çalışılırken, açıkça milliyet karşıtlığı taraftarlığı sergilenmektedir. Biz ise çalışmamızda Hobsbawm’ın tersine mesafeyi milliyetçiliğe değil, milliyetçiliğe karşı husumet duymaya koymaktayız. Rasyonel davranmayı emredenlerin akıllarına bağımlı olmadığımızdan, irrasyonel suçlamalarını göze alarak; araştırmacı sorumluluğu, namusu ve özgürlüğü adına, yegâne hakikat iddiasında da bulunmadan, kendi aklımıza müracaat ediyoruz.
Mucidi Olmayan İcat
Gellner’a göre milliyetçilik, sanayi toplum örgütlenmesinin yol açtığı bir gelişmedir. Sanayi toplumunun içindeki evrensel okur-yazarlık, hareketlilik ve dolayısıyla bireycilik, siyasî merkezileşme, maliyetli bir eğitim altyapısına duyulan ihtiyaç gibi çeşitli etkenler, siyasî ve kültürel sınırların esasta çakıştığı bir durum yaratır. Devlet her şeyden çok bir dinin değil bir kültürün koruyucusu ve kaçınılmaz olarak türdeş olan ve standartlaştırıcı bir eğitimin sürdürücüsüdür. Dolayısıyla milliyetçilik, eski, belirtisiz, uykuya yatmış bir gücün uyanışı değildir. Milliyetçilik aslında derinliğine içselleştirilmiş, her biri devlet tarafından korunan eğitime bağlı üst kültürlere dayanan yeni biçim bir toplumsal örgütlenmenin sonucudur. Milliyetçilik, efsanevi, tabii ve veri olduğu iddia edilen birimlerin uyanışı ve kendini kabul ettirişi değildir. Tersine hammadde olarak milliyetçilik öncesi dünyanın kültürel, tarihî ve benzeri mirasını kullanmakla birlikte, aslında yeni şartlara uygun yeni birimlerin kristalleşmesidir. Bazen önceden varolan kültürleri alıp onları millete dönüştüren milliyetçilik, bazen de milletleri kendi yaratır ve çoğu kez de önceden var olan kültürleri yok eder.[4] Burada ifade edildiği gibi milliyetçilik sanayileşmenin bir sonucu olarak ortaya çıkmış olsaydı, o takdirde sanayileşememiş toplumların millet özelliği göstermemeleri gerekirdi. Yine hepsinden daha da önemlisi sanayileşmede rol oynayan milliyetçi ekonomi politikalarını ihmal edemeyiz. Ayrıca eğer milliyetçilik tarihin bir döneminde (modern) aniden (icat edilerek) ortaya çıkmış olarak kabul edilirse, elbette ki bir başka dönemde (küresel) yok olacağını beklemek de mümkün olur. Milliyetçiliğin küresel çağda ortadan kalkması durumunda, bir millete yönelik mensubiyet şuurunun yerini ne alacaktır? Eğer millî devletleri ortaya çıkaran ekonomik sebepler ise söz konusu sebep ortadan kalktığında veya biçim değiştirdiğinde millî devlet de ortadan kalkacak ya da biçim değiştirecektir.
Gellner’a göre milletler, eşyanın tabiatında var olan ve doğal türler doktrinin siyasî uyarılması olan şeyler değildir. Yine millî devletler etnik veya kültürel grupların belirgin ve nihai kaderidir. Gerçekten varolan kültürlerdir; çoğunlukla belirsiz gruplar halinde yaşayan, birbirlerine karışan, örtüşen, iç içe giren kültürler. Tarım toplumunun aksine burada kültür tabiî siyasî sınır haline gelmiştir. İnsanlar kültürlerini gerçekten severler, çünkü artık, olduğu gibi kabul etmek yerine kültürel atmosferi algılayabilirler ve bunun dışında nefes alamayacaklarını ve kimliklerini tamamlayamayacaklarını bilirler. Eğitimini gördükleri üst (okuryazar) kültür; çoğunluk için, kimliklerinin, hayat sigortalarının ve güvenliklerinin özü olan en değerli yatırımdır.[5] Ancak bu çerçevede kaldığımızda Batılılaşma politikaları karşısındaki Türk millî kültürünü ve “üst (okuryazar) kültür”ün temsilcilerinin dışında kalan geniş halk kesiminin millî kültürü besleyici ve devam ettirici özelliğini anlayamayız.
Gellner’ın tezine Castells’ın dört temel hususta ifade ettiği görüşleri ile itiraz etmek mümkündür. Evvela çağdaş milliyetçilik, egemen bir ulus devletin inşasına yönelik olabilir de olmayabilir de. Çünkü milletler tarihî ve analitik olarak devletten bağımsız oluşumlardır. İkincisi ulus devletler Avrupa ile sınırlı değildir. Üçüncü olarak milliyetçilik, mutlaka seçkinlere özgü bir olgu değildir. Hatta günümüzde milliyetçilik küresel elitlere bir tepki olarak da ortaya çıkmaktadır. Liderler, milliyetçi hedefler etrafında kenetlenen halk kitlelerinden daha eğitimli ve okuryazar olabilirler. Ancak bu durum, milliyetçiliğin çekiciliğini ve önemini, kitlelerin elitler tarafından elitlerin çıkarı için manipüle edilmesine indirgemez. Son olarak belirtmek gerekir ki çağdaş milliyetçilik siyasî olmaktan çok kültürel olma eğilimindedir. Bu sebeple bir devletin kurulması ya da savunulmasından ziyade, kurumsallaşmış, yerleşik bir kültürün savunulmasına odaklıdır.[6]
Gellner’a göre milliyetçilik milletlerin bir ürünü değil, tam tersine milletleri ortaya çıkaran milliyetçiliğin kendisidir. Milliyetçilik önceden var olan, tarihi mirasın getirdiği çok sayıdaki kültürün içinden bir seçim yapıyor ve onları çoğunlukla tamamen dönüştürüyor olsa bile bu kültürel zenginlikten yararlanır. Ölü diller yeniden canlandırılır, gelenek icat edilir, oldukça hayali eskiye ait olduğu sanılan bir takım saf özellikler gündeme gelir. Milliyetçiliğin kullandığı kültürel parçalar ve yamalar çoğu kez gelişigüzel yaratılmış tarihi icatlardır. Korumayı ve yeniden canlandırmayı iddia ettiği kültürler çoğu kez kendi icadıdır ya da tanınmayacak hale gelmiştir.[7] Burada Gellner’ın her ifadesi tek tek eleştiriye ziyadesiyle açık ise de, bir başka tanımlama ile bu eleştirilerin kapısını aralamak yerinde olacaktır: Millet, “Mitleri ve anıları, kitlesel bir halk kültürünü, belirli bir anavatanı, ekonomik birliği ve tüm üyeleri için eşit haklar ve ödevleri paylaşan isimlendirilmiş bir insan topluluğu”[8] olarak tanımlanabilir.
Milleti devletin ya da milliyetçiliğin yarattığını iddia etmek, milleti mekanikleştirmektir. Milletin aslî unsuru olan ‘insan’ı, kitle ya da güruh efsanesine dâhil etmek demektir. Milleti oluşturan geleneği, devrime kurban edip, toplumsal değişmeyi tiyatroda sahnelerin değişimine indirgemektir. En nihayet milletin oluşumunda kültürün etkisini dışlamaktır. Kültürü icat edilmiş olarak görmek de bu dışlamanın bir yönünü oluşturmaktadır. Eğer toplumlar tasarlanabilir mekanizma olsaydı, millet karşıtı çabalar ve tasarımlar da bir netice verirdi.
Milletlerin bir icat olması durumunda, mucit olma rolü en çok aydınlar için uygun düşebilir. Aydınların tasarımlarının millet teşekkülünde rollerinin olduğunu söylemek mümkünse de aydınların tasarladıkları ile mevcut –millet- arasında her zaman önemli farklar görmek mümkündür. Ayrıca aydın tek olmadığı için onların zihnî tasarımları da çoğuldur ve bunlar genellikle birbirleri ile çelişkilidir ya da zıt kutuplarda yer alır. Bu bakımdan millet bir tasarım ürünü olsaydı, onun bir mucidi ya da mucit grubu olması gerekirdi. Kaldı ki aydın, muhalif olarak ortaya çıkmış olsa dahi, bir ilim geleneğinin halkalarından –bazen en büyüklerinden- biridir. İlim geleneği de toplumdan soyutlanmış bir tarzda tek başına ortaya çıkmaz. Yani geleneğin bir boyutu olarak ortaya çıkar. Toplumu etkilediği kadar toplumdan etkilenir. Nihayetinde aydın söz konusu olduğunda, toplumla ilgili her tasarım icat olmaktan ziyade, bir keşfin işlenmesidir. Millet açısından meseleye baktığımızda, bu oluşumu mümkün kılacak toplumsal veriler gereklidir. Aydın bu verilerden hareketle tasarımda bulunur. Verilerle aydının tasviri arasındaki paralellik nispetinde, tespitten başlayıp geleneği yenileyen çizgi arasında bir bütünleşme görülürken, aradaki mesafenin artışına nispette ideolojileşme kendisini gösterir. Bu bakımdan milletlerin kültürel bileşenlerinde gelenek etkili iken, ideolojik boyutunda aydınlar baskın unsur olarak ortaya çıkar. Aydın, kâşif olma rolünü ifa ettiği nispette toplumla bütünleşirken, toplumun mucidi olma gayreti ile bir ideolog olur. Ancak millet, öncelikle toplumsal ve kültürel temelleri olan, sonra da bizatihi kendisi kültürel nitelikli bir yapıdır. Bu çerçevede uzun soluklu bir oluşum olan millet bir icat olmadığından, onun bir mucidinin olması da beklenemez.
Milliyetçilik bütünüyle yeni bir icat olsaydı, onda en azından eskiye dair atıflar, daha da ileri gidecek olursak geçmişe ait özelliklerin bulunmaması gerekirdi. Hâlbuki o bizzat geçmişe atıfla kendisini ifade eder. Geçmişe ne kadar dalarsa o kadar güçlü olur. Her ne kadar geçmiş yeniden yorumlanıyor ise de bu yaşanmışların, yaşanır kılınma çabasının ürünüdür. Geçmişin yeniden yorumlanması ise milliyetçilikle başlamış değildir. Yorumlama zamanın akışı gibi süreklilik arz eder. Bu süreç geçmişin sanal olduğunu değil, tersine yaşanmışların geçmişte kalmadığını gösterir. Bu yönüyle milliyetçilik geçmişe sadece atıfta kalmaz, geçmişe ait özelliklere günün özelliklerini katarak yaşatır.
Sosyolojik olarak milletin teşekkülü basit bir oldu-bitti değildir. Her ne kadar bazı düşünürlerce milletlerin kurgulanışı devlet kurmakla eşit sayılmışsa da esasında devletin teşekkülünde millî bütünlüğün oynadığı rolü ihmal etmemek gerekir. Millî olanın devletin bütününü kapsadığını söylemek her zaman mümkün değilse de kader birlikteliğini gerçekleştirmenin her zaman zor kullanarak –sömürgecilikte olduğu gibi- gerçekleşemeyeceğini veya zaten zora müracaatla millet teşekkülünün ilânihaye mümkün olmadığını bilmek gerekir. İnsanları birlikte hareket etmeye sevk eden sebepler dışarıdan nasıl oluşturulabilir? Eğer dış faktörlerin, kurguların ve baskıların milleti meydana getirmesi mümkün olsaydı, uzun yıllar bu yolların takip edilerek gerçekleştirilmeye çalışıldığı “sınıf” temelli birliktelik teşekkül ederdi. Lakin görülmüştür ki insanlar kendi inançları, vatanları ya da bayrakları söz konusu olduğunda şahadete yürürken, sınıf ya da rasyonel olarak sunulan diğer fikir ya da sembollere arkalarını dönmektedirler. “Ben size ölmeyi emrediyorum” diyen yüce kumandanın sözünü duraksamaksızın yerine getiren insanlar, hangi sınıf ya da hangi rasyonel vaatler için mermiye karşı koşuyorlardı? Ya da onlar bir millet olarak birliktelik içerisinde can verirken, ortada onları millet yapmış bir modern devlet var mı idi? Elbette ki ne bir sınıf, ne rasyonel sebep ya da vaatler ne de modern devlet vardı. Ama büyük bir milletin mevcut olduğu tarihî bir gerçekti.
Hayali Cemaate Karşı Hakiki Cemaat
Anderson, milletin hayal edilmiş bir topluluk olduğunu söyler ve bunu dört temel gerekçeye bağlar. Öncelikle, en küçük milletin üyeleri bile diğer üyeleri tanımaz, onlarla tanışmaz, çoğu hakkında hiçbir şey işitmez ama yine de her birinin zihninde toplamlarının hayali yaşamaya devam eder. İkinci olarak millet sınırlı olarak hayal edilir. Çünkü belki de bir milyar insanı kapsayan en büyüğünün bile, ötesinde başka milletlere mensup insanların yaşadığı, esnek de olsa sonlu sınırları vardır. Hiç bir millet kendisini insanlığın tümü ile örtüşüyor olarak hayal etmez. Üçüncüsü millet egemen olarak hayal edilir. Çünkü kavram, Aydınlanma ve Devrim’in, ilahi olarak buyrulmuş, hiyerarşik hanedanlık mülklerinin meşruiyetini aşındırmakta olduğu bir çağda doğmuştur. Milletler, Tanrı’ya tabi olacaklarsa bile bu tabiiyetin doğrudan Tanrı’ya olduğu bir özgürlüğün rüyasını görürler. Bu özgürlüğün amblemi ve mihenk taşı egemen devlettir. Nihayet millet, bir topluluk, bir cemaat olarak hayal edilir. Çünkü her millette fiilen geçerli olan eşitsizlik ve sömürü ilişkileri ne olursa olsun, millet daima derin ve yatay bir yoldaşlık olarak tasarlanır. Son iki yüz yıl boyunca milyonlarca insanın, birbirlerini öldürmekten çok, böylesi sınırlı hayaller uğruna ölmelerini mümkün kılan şey, son kertede bu kardeşliktir.[9]
Castells’ın da belirttiği gibi “hayalî cemaatler” kavrayışı ne kadar çekici olursa olsun ya çok açık ya da ampirik olarak yetersizdir. Eğer bütün aidiyet duygularının kültürel olarak inşa edildiği anlamına geliyorsa, bir sosyal bilimci için bu zaten açıktır ve milletler bunun istisnası olamaz. Ancak “hayalî cemaatler” ifadesi, Gellner’ın teorisindeki gibi milletlerin, toplumsal ve ekonomik seçkinlerin çıkarları için tarihî efsaneleri sunî bir biçimde yönlendiren entelektüellerce kurgulanmış tamamen ideolojik eserler olduğunu ima ediyorsa, tarihî kayıtların böylesine aşırı bir yapı sökümü yalanladığı görülür. Elbette ki etnisite, dil, din, ülke, millet inşa etmek, milliyetçiliği başlatmak için yeterli değildir. Hâlbuki ortak tecrübe yeterlidir.[10] Tecrübenin ortak olması zaten diğer kültürel unsurlar için de bir müştereklik sağlamaktadır. Ayrıca aynı olayları birlikte –birbirlerini yüz yüze görsünler ya da görmesinler- yaşamak kader birlikteliği duygusunu vermesi bakımından da önemlidir.
Calhoun, Castells’ın “hayali cemaatler”i eleştirmesine rağmen, “ortak tecrübe” üzerindeki vurgusuna müracaatla, Anderson’un görüşlerine çok yakın olduğunu iddia eder. Ona göre Anderson’un görüşleri izlendiği takdirde, tecrübenin yüz yüze görüşemeyecek kadar büyük insan kitlelerine mensup insanlarca nasıl paylaştıkları görülebilir. Anderson’un “matbu kapitalizm” adını verdiği şeyin Castells’ın enformasyonel olarak nitelendirdiği sürecin, zaman itibariyle bir nevi başlangıcıdır. Yani Castells’ın çok yakın geçmişte ortaya çıktığını düşündüğü enformasyonel süreçlerden bazılarının aslında modern çağın büyük bir bölümünde zaten mevcuttur.[11] Burada göz ardı edilen husus millete dair tecrübenin yüz yüze ilişkilere indirgenemeyeceğidir. Başka bir ifadeyle millî hafıza, milletin bütün üyelerinin birbiri ile görüşmeleri üzerine oluşmaz. Hatta bu durum sadece millet denilen kitlenin çokluğu ile de alakalı değildir. Zira tecrübe geçmişe aittir. Bu bakımda hâlihazırda yaşamayan geçmiş neslin mensuplarının tecrübelerinin devamlılığı esastır. Ortaklık geçmiş nesillerle de bağlantılı olduğu içindir ki bu bir kader birlikteliği ya da duygusudur.
Anderson’un milleti hayal edilmiş bir siyasî topluluk olarak gören anlayışı ve bunu dayandırdığı temellerin bir kısmı belki de Batı toplumları için kısmen doğru tespitler olarak görülebilir. Ancak Türk milletinin hakikatleri ile uyuşmamaktadır. Bu hakikatlerin neler olduğuna gelmeden evvel, hayallerin kâbusa dönüştüğü sömürgelerdeki durumu ifade etmesi bakımından Chattterjee’nin cümleleri dikkat çekicidir:
“Burada Anderson’un argümanına temel bir itirazım var. Eğer dünyanın diğer yerlerindeki milliyetçilikler kendi hayalî cemaatlerini Avrupa ve Amerika’nın kendilerine zaten sunduğu belli ‘modüler’ formlar arasından seçmek zorundalarsa, o zaman onlara hayal edecek ne kalıyor? Burada tarih, sömürge sonrası dünyadaki bizlerin sadece modernitenin daimî tüketicileri olacağımızı emrediyor. Tarihin tek gerçek özneleri olan Avrupa ve Amerika, bizim adımıza sadece sömürge aydınlanması ve sömürünün değil, aynı zamanda bizim sömürge karşıtı direnişimizin ve sömürge sonrası sefaletimizin de alfabesini çıkarıyor. Hatta hayallerimiz bile ebedî bir sömürge altında kalmalıdır. (…) Dolayısıyla projemiz, bir zamanlar sömürgeleştirilen hayal etme özgürlüğümüzü istemektir.”[12]
Sömürge hayatı yaşamamış olan Türk milletinin hakikatlerinin ışığında Anderson’ın iddialarının önemli hatalarla yüklü olduğunu söyleyebiliriz. Evvela, bir milletin içerisinde farklılıkların olduğu hiç şüphesiz doğrudur. Bu tıpkı bir ailenin içerisinde var olan farklılıklar gibidir. Ancak, nasıl aile içi farklılıklar, bu kurumu hayali yapmıyorsa, milleti de farklılıkları hayali yapmaz. Özellikle de bu farklılıklar kültürel zenginliğin mahsulü ise o birliktelik gerçek bir milliyettir. Hayal, olmayan bir şeyin zihinlerde canlandırılmaya çalışılmasıdır. Hâlbuki millet fiili bir varoluştur. Sınırlarının genişliği ve muhtevasının derinliği onu muhayyileye de taşımaktadır. Küçük farklılıkların beslediği birliktelik duygusu, “büyük başka”nın tehdidinin idraki nispetinde yoğunluk arz eder.
Bir milletin üyelerinin her birinin bir diğerini yüz yüze görmesi ve onunla tanışması mümkün olmadığı gibi, millet olmayı hayali olmaktan çıkarmanın şartı da değildir. Kaldı ki geniş ailelerin bireyleri bile bazı durumlarda birbirlerini görmemekte ve hatta hiç tanışmamaktadır. Ama bu durum onların ailevi bağlarını hiçbir zaman hayali kılmaz. Öte yandan meseleye tersinden bakacak olursak, ayrı milliyetlerden olmakla birlikte birer göçmen olarak birbirlerini yüz yüze gördükleri ve doğrudan temas halinde oldukları halde, aynı milletin mensubu olmayı hayallerine dahi getirmemektedirler.
Anderson’un bir başka hatası “zihinde toplamların hayali” ifadesinde belirmektedir. Millet, toplamların yekûnu değildir ki o toplamın zihindeki hayali olabilsin. Yani, millet bir nicelik birlikteliği değil, nitelik paylaşımı ve kader birlikteliğidir.
Bir milletin üyeleri birbirleri ile doğrudan temas halinde olmamakla birlikte, hayali olmayan müşterek duygu, düşünce, tutum, inanç, örf, adet ve geleneği paylaştıklarının farkındadırlar. Bu şuur, bir taraftan müştereklerin, diğer taraftan kendilerinin dışında olduklarını hissettiren ve gösteren farklılıkların idraki ile beslenir. Bir milletin sınırlı olduğunu hayalî olmaktan çıkarıp, fiili kılan budur.
Bir milleti millet yapan müşterekler, varlığını devam ettirebildiği müddetçe millîlik var olur. Bunu temin eden egemenlik haklarının kendilerinde olmasıdır. “Egemen” olmak Avrupa toplumları için Aydınlanma veya Devrim ile başlatılabilir. Lâkin Türk yönetiminin Eski Türklerdeki “Töre Sistemi”nden beri Türkler, millî devamlılığı esas almışlardır. Batıda olduğu gibi hiçbir zaman kilise teşkilatına benzer bir yapılanma ile karşılaşmamışlar, “dua edenler” diye bir sınıflaşmaya dolayısıyla “ilahi olarak buyrulmuş hiyerarşik hanedanlık mülkü” türünden yapılanmaya gitmemişlerdir. Tanrı anlayışları ve ona olan tabiiyetlerinde de her zaman özgür olmuşlardır. Zira bu hem Türk geleneğinde hem de İslam’ın özünde var olmuştur.
Son olarak, en küçük cemaatlerde dahi üyeler arasında farklılıklar vardır. Bu birlikte yaşamanın gereğidir. Farklılıkların sömürüye dayalı ilişkiler içinde belirmesi mümkün olmakla birlikte, cemaatin sağlıklı bir şekilde devam etmesini tehdit eder. Milletler içerisinde de farklılıklar görülmekte, bazı zaman ve mekânlarda bu farklılıklar kendisini, eşitsizliklere dayalı sömürü ilişkileri şeklinde göstermektedir. Avrupa ve Amerika tarihi, bizatihi bu çerçevede yürümüştür. Ancak farklılıkların en düşük seviyede tutulmaya çalışılması normatif olarak Türklerde her zaman var olmuştur. Türkler Batının yaşamış olduğu şekliyle ne iç sömürü, ne de dış sömürü sistemi inşa etmiştir. Her zaman da dışarıdan gelen sömürü tehdidine maruz kalmıştır. Dışardan gelen sömürü tehdidinin mevcudiyeti ve bunun tarihte tecrübe edilmiş olması sebebiyle, tekrarının tasavvuru farklılıkta birlikteliği ön gören kardeşlik duygusunu pekiştirmiştir.
Sonuç
Millet ve milliyetçiliği Avrupa’nın icadı olarak takdim eden görüşlerde dikkatleri çeken bir husus Avrupa merkezci bilginin kutsanarak, böyle bir oluşumun ancak Avrupa’dan çıkacağı ve yayılmasının da yine onlar sayesinde olacağıdır. Zaten Avrupa’nın dahili olmadan ortaya çıkan milletler ve milliyetçilikler hem olumsuz hem de hastalıklıdır. Dünya tarihini Avrupa merkezinden yazan bu yaklaşım, haliyle kendisinden önce ve kendisinden uzakta böyle bir olgunun mevcudiyetini reddedecektir. Diğer taraftan ırkçılığın felsefi temellerinin atıldığı Fransa, Almanya ve uygulamaların merkezi olan bu ülkelerle birlikte, ırk önyargısı ve soykırım üzerine inşa edilmiş Amerika’nın, hâlihazırda da ırkçılığı merkeze yerleştirdikleri milliyetçiliklerini her imkânı değerlendirerek –bazen de sırf bunun için imkânlar oluşturarak- sergilemektedirler. Ancak bütün bu tarihî ve güncel düşünce ve uygulamalara rağmen, kendilerinin değil ama ötekinin milliyetçilik yaptığını ifade etmektedirler. Zira hayal ettikleri dünyada, icat etmeye çalıştıkları düzen, Avrupa merkezci milliyetçilik açıklamalarının dışında kendine özgü biçimleriyle var olan milliyetçilik hakikati tarafından bozulmaktadır.
Hayaller gerçeğe ne kadar çok dayanıyorsa, o kadar çok gerçekleştirilme imkânına sahiptir. Esasında her hayal, ya mevcuttan hareketle, olan, olması istenen için temele yerleştirilerek inşa edilir ya da olması istenen ama eksikliği duyulanın kurgusu olarak kalır. Kurgu, eksiklik; inşa, kısmî gerçeklik üzerine yapılır. Millet ve milliyetçilik gerçeği, senaristlerin tiyatroda oluşturdukları bir sahne değildir. Esasında toplum, tiyatro sahnelerindeki ani değişimler gibi bir hâlden başka bir hâle değiştirilemez. Ancak böyle bir inşa çabası, bilhassa sömürgeciler tarafından yapılmış ise de gerçeklikten mahrum olanlar birer kurgu olarak kalmıştır. Buna karşılık, yeterli vasıflara sahip toplumların milletleşmesinin önüne de geçilememiştir. Dolayısıyla milletler, gelenek gerçeğinin üzerine inşa edilirken, milliyetçilik bir milletin davası ve ülküsü olarak ortaya çıkmıştır.
DİPNOTLAR
[1] GÜNGÖR, Erol: Dünden bugünden, Tarih-Kültür-Milliyetçilik, İst., 1987, sh. 160.
[2] İZZET, Mehmed: Milliyet Nazariyeleri ve Millî Hayat, (Haz. H. AÇIKGÖZ), İst., 1981, sh.40.
[3] HOBSBAWM, Eric J.: 1780’den Günümüze Milletler ve Milliyetçilik, Program, Mit, Gerçeklik, (Çev. O. AKINHAY), 2. Basım, İst., 1995, sh. 27.
[4] GELLNER, Ernest: Uluslar ve Ulusçuluk, (Çev. B.E. BEHAR-G.G.ÖZDOĞAN), İst., 1992, sh. 81-186.
[5] GELLNER, Ernest: Aynı eser, sh. 94, 186.
[6] CASTELLS, Manuel: Enformasyon Çağı: Ekonomi, Toplum ve Kültür, İkinci Cilt, Kimliğin Gücü, (Çev. E. KILIÇ), İst., 2006, sh. 45-46.
[7] GELLNER, Ernest: A.g.e., sh. 105-106.
[8] SMITH, Anthony D.: Küreselleşme Çağında Milliyetçilik, (Çev. D. KÖMÜRCÜ), İst., 2002, sh. 59-60.
[9] ANDERSON, Benedict: Hayali Cemaatler, Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması, (Çev. İ. SAVAŞIR), İst., 1993, sh. 20-22.
[10] CASTELLS, Manuel: A.g.e., sh. 44.
[11] CALHOUN, Craig: “Küreselleşmeye Direnmek mi Yoksa Şekil Vermek mi?”, Küresel Kuşatma Karşısında İnsan, (Haz. M. ARMAĞAN, Çev. Ş. YALÇIN), İst., 2004, sh.56.
[12] CHATTERJEE, Partha: “Kimin Hayalî Cemaati?”, Tartışılan Sınırlar Değişen Milliyetçilik, (Der. M. ARMAĞAN, Çev. İ. TÜRKMEN), İst., 2001, sh.66, 77.
———————
YAYIMLANDIĞI YER: Türk Yurdu Dergisi, Mart 2008 – Yıl 97 – Sayı 247