Peki 2010’ların Türkiyesi’nde -eskiden beri Enver Paşa ve arkadaşlarını en ağır şekilde suçlayan zihniyetin temsilcileri olan iktidar sahipleri -başta ABD olmak üzere küresel güçlerin yeni bir sömürgecilik politikası olan ‘Genişletilmiş Büyük Ortadoğu projesi’nin ‘sanki çok matahmış gibi’ eş başkanlığına razı olarak -1974 Kıbrıs Harekatı’nda uçaklarımıza jet yakıtı gönderen Libya lideri Kaddafi’yi devirmek için- Batılı emperyalist güçlerle iş birliği yapmaktan hayâ etmemişler; önce ‘NATO’nun orada ne işi var’ deyip daha sonra teslimiyetçi bir tavırla Batılı güçler Trablusgarp’ı daha rahat bombalasın diye donanmamızın gemilerini Trablusgarp açıklarına “erketeci”liğe göndermişler ve isyancı güçlere uçaklarla yüz milyon dolarlar taşımışlardır.
Yine ‘Soğuk Savaş’ alışkanlığı olarak batıya bağımlı Türkiye gerçeğinden hareketle gerek Almanlarla İttifakta gerekse Türkistan mücadelesinde , daima tek yönlü ve aleyhimize komplolar aramak, kullanıldığımızdan dem vurmak, hiç aksini düşünmemek kendine güvensizliğin ürünü kalıcı bir ortak özellik durumundadır. Oysa, bu ülkeye, vatana ve millete sonuna kadar bağlı oldukları hayatlarının sonuna kadar verdikleri mücadele ile sabit kadroların birileri tarafından kullanılmış olmaları ne kadar mümkündür? İnsafsızlık o boyuttadır ki, Osmanlı’yı kurtarmak için ölümüne kavgaya tutuşanlara Osmanlıyı yıktılar denmiş, bir büyük direnme azmine sürekli çamur atılmıştır. Çünkü onlar artık yoktur ve onların davalarını güdecek bütün objektif şartlar teker teker temizlenmiştir.
“Sultan Abdülhamit Osmanlı’yı ayakta tutmaya çalışıyordu, İttihatçılar ise yere düşen büyük bir kütleyi can havliyle ayağa kaldırmaya çabalıyorlardı ama altında kaldılar. Gönül isterdi ki Abdülhamid’in ihtiyatlılığı ve bilgeliğiyle “İttihatçılar”ın gençliği, coşkusu, enerjisi bir araya gelsin. Olmadı işte.” Çünkü tarihte geç kalmışlığın askeri olmayan sebepleri, askeri bir tarım imparatorluğunun üzerine çökerek felç etmişti. Bu şartlarda yapılabilecek olan en anlamlı şey, II. Abdulhamit ile başlayıp Mustafa Kemal ile noktalanan dönem boyunca yapılmış olandı; yani çöküşü düşmana pahalıya ödetmek ve elde tutulabilecek olanı sonuna kadar tutmak. II. Abdulhamit ve Enver, pahalı ödetilen bir bedel yarattı ve bu sayede Mustafa Kemal, elde kalan üzerinden yeni bir sayfa açtı.
Osmanlı Türk Devleti’nin dağılma dönemini namuslu bir vicdanla değerlendirmek gerekirse:
“Osmanlı’nın son dönem aydınları inanmışlıkları ve inançları uğruna rahatlarını hatta hayatlarını verebilişleriyle gerçek ülkücülerdir. “Eğer bir nesil bir imparatorluğu kurtarmaya yetseydi o mübarek nesil birden fazlasını omuzlayabilirdi. Ama tarihin kanunu bu değildir. Ve onlar sönen kibritin son aleviydiler. Ve o kadar parlak ve coşkun, tarihin içinden aktılar. Yürekleri büyük insanlardı, hayalleri kadar, fedakârlıkları da gerçekleri aşıyordu. İşte Cumhuriyet, işte Türkistan milli mücadeleleri, işte Teşkilatı Mahsusa ve sayısız, isimsiz kahramanlar… Çanakkale’den Galiçya’ya, Medine’den Kudüs’e, Sakarya’dan Tanrı Dağları’na kadar her yerde oldular; Yemen’de kırıldılar, Sarıkamış’ta dondular, Irak Cephesi’nde tifodan, tifüsten öldüler ve hep dimdik yürüdüler. Onların bize bıraktıkları, cumhuriyet kadar değerli bu tavır, bu üsluptur. Onlar bir hilal uğruna batan güneşlerdi; bizim dedelerimizdi.”
Devletin ve vatanın birliği, güvenliği, güçlenmesi, yenilenmesi, ortak amaçtı. Ama bunun- hemen hiçbirinin muhtevası hakkında etraflıca malumat sahibi olmadığı Kanun-i Esasi’nin ilanıyla sihirli bir şekilde gerçekleşeceğine inanılıyordu. “Devletin Batılı büyük devletlerin insafına esir düştüğü bir vasatta, İttihat Terakki’nin tecrübesiz ama idealist, sert ama rasyonel müdahalesine teslim olması kaçınılmazdı. Devlet aklının son temsilcisi olarak II. Abdulhamit’in büyük devletlere yönelik ana siyaseti, yani Almanya ile ötekileri dengelemek, İttihat Terakki’nin de kaçınılmaz çizgisiydi. Bu manada Sultan Abdulhamit’i tahttan indirenler, sadece onun yerine geçti ve kaçınılmaz sonun yok oluş olmasını engelleyecek bir görkemli direniş teşkilatlandırdı.
Bütün bu objektif şartların içinde Enver Paşa’nın ve İttihatçi liderlerin ‘günahları’nı bulup çıkarmak ve tüm olan biteni onların sırtlarına yıkmak sadece vefasızlık değil, bugün de gerekli olan bir iradenin boğulması manasına geliyor. Vefasızlık, çünkü bütün hayatlarını çöküşü engellemek için harcayan ve karşılığında ne maddi ne manevi olarak hiçbir şey almayan bir neslin şahsında bizatihi adanmışlık, fedakarlık, cesaret, haysiyet ve savaşçılık mahkum ediliyor.
Başta Enver Paşa olmak üzere, tarihimizin ve kültürümüzün bu yalçın kayalıklarının hiçbirisi -yurt dışında yabancı bankalarda olduğu söylenen servetlerinden dolayı- küresel güçlerin tehditlerine maruz kalmamışlardı.
“Enver Paşa Osmanlı son neslinin simgesiydi. Onlar, Türk tarihinin belki de en ağır ve zor bir çeyrek yüzyılının sorumluluğunu omuzlayıp hayatlarını, avuçlarında bir kor yığını gibi taşıyarak yaşadılar. Başarılı olamadılar; hatta, koca Devlet-i Aliyye onların kollarında can verdi ama, Cumhuriyet de onların kollarında doğdu. Ülkücüydüler; Her zaman, uğrunda can verecekleri bir iddiaları oldu; coşkun yaşadılar ve gerektiğinde gözlerini kırpmadan ölmesini bildiler. Yüz binlerce şehit veren başka hangi nesil yaşamıştır?”
Yükselişin olduğu gibi çöküşün de kahramanları vardır. Bunların hayatı daha destansı ve trajiktir. Çöküşün kahramanları en büyük fedakarlıklarla ve sarsılmaz imanlarıyla, nice yıkılmalar ve acılar bahasına, sonunda hayatlarını öne sürerek görevlerini yapanlardır ve Enver Paşa’nın neslinde bu insanlar o kadar çoktur ki bu kahramanların varlığıyla imparatorluğun çöküşünü birlikte izlemek şaşırtıcıdır ve insanı isyana götürür.
Her türlü hayat mutluluğunu feda ederek, sonunda hayatını pazara sürerek yapılan bu mücadelelere bu eşsiz insanlara rağmen Devlet-i Ali Osman’ın çökmesi haksızlık gibi görünür…
Bu insanları değerlendirmek de kolay değildir, bunlar çöküşün kahramanıydılar, yürekleri dağ gibi idi; Hayalleri de öyle… Asla küçük düşünmüyorlardı. Yüce devleti kurtarmak için, her biri imparatorluğun uzak köşesinde can teslim ederken, hayalleri sadece Turan’ı kurmak değil, bütün bir İslam alemini Batı’ya karşı ayağa kaldırmaktı. Yani, ülkesi ve devletiyle kendisini kurtarabilmek için ateşlere atılırken, bütün Müslüman dünyayı kurtarmayı düşünüyor ve bunun heyecanı ile sarsılıyorlardı. Büyük düşünmek, büyük rüyalar görmek, büyük yürekli olmak, büyük zamanların tezahürleridir; Halbuki bunlar çöküyorlardı ve çökerken bile yüreklerinde ve kafalarında bu büyüklükleri terk etmiyorlardı.”
Büyük bir imparatorluğu kaybetmiş olmanın sebeplerini, siyasi iktisadi boyutlarını, felsefesini, jeopolitiğini, psikolojisini, sosyolojisini düşünmeyen, analiz etmeyen ve her kötülüğü kişilere, gruplara, iç ve dış güçlere, ya da aynı anlama gelmek üzere kadere bağlayan bakış açısının en somut ve uç örneği, bu konudaki ittifakla sergileniyordu. Eh, bu kadar kesin bir icma olduğuna göre, bizlere de ezberleri tekrarlamak düşüyordu.
GELELİM 90 BİN ŞEHİT MESELESİNE
Tarih, yenenlerin lehine yazılır ve ayakta kalanlar ölenleri suçlar. Hiç kimse de gerçeği merak etmez. Artık dışarıda kazanan İngiltere’nin, içerde ise İttihatçıların tasfiyesi sonrası egemen olanların kendilerine yonttukları bir tarih vardır. Artık ‘Enver’ deyince “Sarıkamış’ta 90 bin asker” yalanı tekrarlanır. Ancak bu kara propagandanın aksine Genelkurmay harp tarihi kayıtları ve bilimsel tarihi eserler bunun aksini yazmakta ve bu harekatta bizim kayıp, hastalık, donarak ve muharebe esnasında şehit olanların toplam sayısının 30 bini geçmediği belirtilmektedir. Bunun sorumlusu Enver Paşa ya da başkası değil, Savaşın acımasız gerçekliğidir. Rusların ise muharebe esnasında en az 19 bin kayıp verdiklerini tarihçi İlber Ortaylı Hoca ifade etmiştir.
Devam edeceğiz…