Milliyetçilik toplum hâlinde yaşamaktan doğan bir gerilimdir. Şüphesiz ki, gizilgüç bir duygu olarak varlığı insan doğasındadır; ancak, bunun ortaya çıkış biçimlerini toplumsal yapı belirler; şiddetini ise kişinin imanı.
Fedakârlık, sevgi, dayanışma yahut saldırganlık gibi insanî gerçeklikler, içinde yaşanılan toplum yapısına göre yansımalar yapar. Tek tek aileler hâlinde yaşayan ilkel bir toplumda kural olarak sevgi ve güvenlik duygusu tabanlı bütün olumlu toplumsal duygular aileye, saldırganlık duyguları ise başka ailelere yöneliktir. Klan düzeyindeki toplumlarda aynı ortaya çıkışlar, mensup olunan klan ve ötekilere göre şekillenir. Kabileler hâlinde teşkilatlanmış toplumlardaki bu gerilime İbni Haldun asabiyet demişti; millet hâlinde yaşayan toplumlardaki aynı gerilime, on dokuzuncu yüz yıldan beri milliyetçilik denilmektedir.
Bu iki kavramın birbirinden farklı şeyler olduğunu ileri sürenler olduğu gibi, aynı ruhi gerçekliğin değişik zamanlardaki tezahürü olarak görenler de vardır. Mukaddime çevirisinin girişinde bu hususta kısa bilgiler veren Prof. Süleyman ULUDAĞ, sonuç olara milliyetçiliğin on sekiz ve on dokuzuncu yüz yıllardaki toplumsal gelişmeler sonucu ortaya çıktığını ileri sürmenin çok zor olduğunu, bu duyguyu, dayanak ve kaynak olarak eski toplumlardaki asabiyete bağlamak gerektiğini söyler. “Milliyetçiliğe, asabiyetin son asırlarda aldığı yeni ve değişik bir kavram nazarıyla bakmak yanlış sayılmasa gerektir.” Her iki kavrama atfedilen işlevlere bakıldığında, ikisinin de aynı olduğu görül
Asabiyet
Zeki Velidi TOGAN, Tarihte Usûl kitabında asabiyet kavramı üzerindeki değişik tarifleri nakleder: kavmi dayanışma, ideolojik ve dinî tesanüt, kavmi ve millî birlik hissi, içtimai tesanüt, devlet kuran milletlerin enerji kaynağı, devlet kuran irade ve kudret, sahibine heyecan veren ve müspet ideolojilerle beslenen kitlelerin dinamik kudreti v.b. Zeki Velidi, kavramı, “toplumların iş yapabilme kabiliyeti” olarak açıklar.
Prof. Uludağ da, Batılı yazarların asabiyet karşılığı olarak şu tabirleri kullandıklarını yazar: Cemaat hissi, milliyetçilik fikri, tesanüt ve dayanışma hissi, hizip tesanüdü, cemaat ruhu, içtimai iltisak, askerî ruh, tesanüt, vurucu güç, kabilecilik, içtimai tesanüt v.b.
Bize göre, büyük mütefekkirin kullandığı bu kavramın tam karşılığı “gerilim”dir. Türkçemizde, kelime olarak da, asabiyet karşılığı gerginlik yahut asabi karşılığı olarak gergin kullanılır.
İbni Haldun’un kendisi kavramı, “Himaye, müdafaa, mutalebe ve ortaklaşa yapılan her türlü içtimai faaliyet o sayede husule gelir. Memleketlerin fethi, zaptı, istilası, işgali, zaferlerin kazanılması bu şekilde tahakkuk eder” şeklinde açıklar. (Mukaddime, S. Uludağ tercümesi, İstanbul-1982, s. 121) S. Uludağ da açıklamalarında, “Bir kabile ve fertleri, asabiyet hissi sayesinde can ve mal emniyetine kavuşur. Bu hissin sevkiyle savaşır, öldürür veya öldürülürler. Şu hâlde birleşmenin, dayanışmanın, feragatin ve fedakârlığın kaynağı asabiyettir.” der.
İbni Haldun, çeşitli kabile asabiyetlerden birinin sivrilip öne çıkabileceğini ve diğer asabiyetlerin, en güçlü ve egemen olan o asabiyete destek olmak üzere onun çevresinde birleşebileceklerini söyler. Böylece, ortak bir üst asabiyet ve altında ikincil asabiyetler oluşabilir.
İbni Haldun’a göre, kan bağına dayalı nesep asabiyeti esas olmakla birlikte, başka nedenlerden doğan sebep asabiyetleri de vardır. Üç türünden söz eder: Köle ile efendisi arasındaki velâ olarak isimlendirilen ilişkinin yarattığı ve kölenin özgürlüğüne kavuşmasından sonra da devam eden asabiyet. Bir anlaşmaya dayalı olarak yahut doğal dostluklarla oluşan ve hilf denilen asabiyet. İnsanların bakım ve gözetimleriyle ilgili ilişkilerden doğan bir asabiyet ki, sultana bu şekilde bağlanan ve mevali olarak nitelenen özel birliklerin asabiyetidir. Din, mezhepler, siyasi anlayışlar yahut ideolojilerle ayrışan toplumsal kesimlerde de bu tür asabiyetler oluşur. Ancak, hiçbir asabiyet nesep asabiyetine dayanmadan başarıya ulaşamaz. Eski kabilelerde bu duygu çok güçlü ve kapsamlıdır; insanların bireysel suçlarının sorumlulukları bile kabile çapındadır. Sorumlulukların/cezaların şahsiliği ilkesi çok sonraki dönemlerde ulaşılan bir aşamadır.
Asabiyetin nihai hedefinin mülk / devlet olmak olduğunu söyleyen mütefekkirimiz, Arapların kibirli, hırslı, rekabetçi, kıskanç ve zor boyun eğen bir kavim olduklarını, bu vahşi karakterlerinden ötürü mülke ulaşamadıklarını ifade eder. Bu tabiattaki milletler ancak peygamberlik, velayet yahut genel olarak dinin etkisiyle mülke ulaşabilirler. “Tabiatlarında bir inkılap meydana geldikten ve dinî bir boya ile tebeddüle uğradıktan sonra ancak Araplar mülk elde ederler. Söz konusu dinî renk, anlatılan şeyleri onlardan siler. Kendilerine dâhili ve vicdani bir müeyyide meydana getirir; halkı birbirine karşı müdafaa etmeye, korumaya sevk eder.” (s. 474). Din, asabiyet sahipleri arasındaki rekabetleri, kıskançlıkları ortadan kaldırır ve onları sadece Hak’ka yöneltir. “Dinî davet, yeterli sayıya sahip olan asabiyet kuvvetine ek olarak devletin aslındaki kuvvetini daha da artırır.” (s. 486). Esas olan kabile asabiyetidir; o olmadan toplumsal bir başarıya ulaşılamaz. Dinî renk bu asabiyete ek bir güç kazandırarak başarılarını artırır. Bu yüzden, “Dinî davet asabiyete dayanmadan tamamlanamaz.” (s. 488). Mütefekkirimiz, sahih olduğunu söylediği bir hadis nakleder: “Allah, kavminin himayesinde olmayan bir peygamber göndermemiştir.”
Dinî ıslahat, ihtilal ve ayaklanmalara girişenler de, kabile asabiyetine dayanırlarsa ancak başarılı olabilirler. İ. Haldun bununla ilgili tarihi örnekler verir. Dinî duyguları istismar ederek, ıslahat iddiasıyla mülke oturmak isteyenlerden hiç biri, kabile asabiyetine dayanmadıkça başarılı olamamıştır. Samimi ıslahatçılar da kabile asabiyetine dayanmadıkça başarılı olamazlar (s. 490-91).
Nesep asabiyeti doğuştan bir duygudur. “Allah’ın, kullarının kalbinde yarattığı, dar ve sıkışık zamanlarda hısım ve akrabanın imdadına koşma ve onlara karşı şefkatli olma duygusu insan tabiatında mevcuttur. Yardımlaşmaya ve dayanışmaya vesile olan bu duygu olduğu gibi, düşmanlarına daha çok korku salmalarının sebebi de budur.” (s. 430). Haldun, Kur’ân’ın Yusuf Suresinden de delil getirir.
Bugün biz bu gerilimin doğuştan motive edilmiş olmadığını, ancak sevgi-güven ve korku-saldırganlık biçiminde gizilgüç olarak insanda var olduğunu söyleyebiliriz. Bunun asabiyet olarak güdülenmesi ve ortaya çıkması yaşanan kültür çevresinin etkisiyledir; en geniş anlamında, eğitimin eseridir. Esasen İbni Haldun da şöyle demektedir: “Her ne kadar nesep tabii bir şeyse de, nihayet o da vehmi (manevi, itibari ve hayali)dir. Kaynaşmanın husule gelmesine esas olan (gerçek) husus ise, bir arada yaşama, yek diğerini savunma, uzun süren mümarese, birlikte yetişme ve süt emme durumunun meydana getirdiği rabıta ile hayat ve mematla ilgili olan sair hâllerden ibarettir.” (s. 531). Görülüyor ki Üstat, asabiyetin gerçeğini toplumsal ilişkiler ve yaşama beraberliğine bağlamaktadır. “Söz konusu durumda kaynaşma hasıl olunca, imdada koşma ve yardımlaşma hâli, onu takiben ortaya çıkar. Kabile ve kavimler üzerindeki gözlemler bunun böyle olduğunu göstermektedir.” İbni Haldun, asıl ve güçlü olan asabiyet kabile asabiyetidir derken, bu tespitini kuramsal ve sürekli bir ilke olarak ileri sürmemekte, tarihin ve halin gözlemlenmesinden çıkan bir sonuç olduğunu söylemektedir; yani, kavmi asabiyet tarihî bir gerçekliktir.
Konuyu irdelediğimiz zaman, asabiyeti oluşturan doğal eğitim sürecinin bir inanç kurduğunu görüyoruz; ailenin, akrabanın yardımına koşmalısın, fedakârlık etmelisin… Bu inancın sarsıldığı, sevginin zayıfladığı zamanlarda asabiyetin gerilimi de düşer. Bu inanç ne kadar saf ve güçlü olursa, gerilim de o kadar yüksek olur ki, toplumun kabile düzeyinde böyledir.
Sonuçta nesep asabiyetinin de, inanca ve en geniş anlamında eğitime dayandığını görmek, İbni Haldun’da çok eleştirilen karamsarlık duruşunu da ortadan kaldırır. Üstada göre devlet olan toplum asabiyetinin yüz elli yıl kadar sonra çözülmesi ve devletin yıkılması kaçınılmazdır. O, tarihî gözlemlerine dayanarak, her asabiyetin ancak üç nesil yani yüz elli yıl kadar gücünü koruyabileceğini ileri sürüyordu. İ. Haldun üzerine çalışanlar onun kötümser bir karaktere sahip olduğunu söylemiyorlar; ancak, büyük bir ilim adamı olarak gözlediği gerçekler onu bu yargıya götürüyordu.
İ. Haldun geleneğine bağlı olan Osmanlı aydınları, mesela Cevdet Paşa bu karamsarlığa çözüm aramış ve yine Haldun’a dayanarak devletin halden hale geçtiğini, her halin mizacının farklı olduğunu ve bu hallere göre tedbirler alındığında ömrünün uzayacağını söylemiştir. Esasen, Cevdet Paşa zamanında İ. Haldun’un devlet için biçtiği süre Osmanlı için çoktan aşılmıştı.
Asabiyetin esası kan bağına değil de, bu ilişkinin doğurduğu iman ve onu ortaya çıkartan eğitime bağlandığında, kaybolmakta olan toplumsal gerilimin eğitim yoluyla yeniden kazanılması imkânı doğar ve bu gerilimin kabile ilişkileriyle sınırlandırılması anlayışı ortadan kalkar. Toplumun geçirdiği her safha için, yeteri eğitim alındığında bu gerilimin kazanılması şansı doğar. Nitekim İslam geleneğinde, hadise dayandırılan bir yenilenme anlayışı ve bekleyişi vardır. Buna göre, her yüz yılda, dinî yenileyecek bir müceddit/yenileyici gelecektir. İslam kültüründe yenileyici olarak kabul edilenlerin “müceddit zincirleri” yazılmıştır.
Ne yazık ki bu anlayış hayatın bütününe yansıtılmamış, tasavvuf yahut şeriat yenileyicilerinden söz edilmiştir. Yenilenme de, tasavvuf ve şeriatın – yahut bazı kavramlarının- yeniden yorumlanması şeklinde düşünülmüştür. On dokuzuncu yüz yılda bizimle birlikte bütün İslam dünyasında canlanan düşünce hareketleri cümlesinden olarak ortaya çıkan mücedditler, İslam’ı, sonradan ve yabancı etkilerle oluşan geleneklerden ayıklama, aslına döndürerek yeniden kavrama mücadelesi vermişlerdir. Hiç birisi, toplumsal gerilimi asıl oluşturan, İslam toplumlarını çağdaş düzeye ulaştıracak gücü kazandıracak olan “inanç” yenilenmesi üzerinde durmamıştır. Gerçi İslam’ın saf hâline dönüştürülerek yeniden kavranması aynı zamanda bir inanç hareketi olacaktır, ama, iman hamlesi bu düşünürlerde dolayısıyla geçen bir kavramdır; asıl konu, İslam’ı doğru kavramak ve bilmektir. On dokuzuncu yüz yıl müceddit düşünürleri içinde, İslam dünyasının asıl sorununun, İslam değil, İslam’ı yaşamamak olduğu çokça söylenmiştir; ancak, bunun temelinde iman zaafının yattığını söyleyip, yeniden inanmak hamlesinin altını çizen yahut böyle bir hareketi başlatan yoktur.
Bunun tek istisnası Bediüzzaman Said Nursi’dir. O, doğrudan doğruya bir iman hareketi başlatmıştır. Gerçi onun yazılarında bir çok İslam kavramını yeniden algılar, tazelenirsiniz; ama bu ikinci dereceden yahut dolayısıyla bir neticedir. Onun için aslolan imanı tazelemektir ve bu hamleyi geleneksel anlayış ve kavramlar üzerinden yapmaktadır. Bir toplumun gerilimini artıracak olan, onu başarılara taşıyacak olan gücün kaynağı da budur.
Söylemek gerekir ki, Sait Nursi din adamı olduğu, asıl amacı insanların öte dünyasını kurtarmak olduğu için, onda “iman” kavramı, dinî olanla sınırlıdır. İslam kültürünün önceki dönemlerinde de bu kavram sürekli olarak dinî olanla sınırlı içerikte kullanılmıştır. Bizim sözünü etmeye çalıştığımız ise, dinî olanı da kapsamak üzere hayatın bütününü kucaklayan ve her çeşit beşeri eylemi temellendiren inançlardır. Milletine, onun yarattığı kültüre, kurumlarına inanmak, güvenmek ve sevmek de bu cümledendir ki, buna millî iman diyebiliriz.
* * *
İbni Haldun’un açıklamaları günümüz insan bilimlerinin ulaşabildiği sonuçlarla tam uyum hâlindedir. İbni Haldun döneminde örgün ve planlanmış bir asabiyet eğitiminden şüphesiz ki söz edilemez. Ancak, aile ve kabile bireylerinin, aile ve kabile için bu tür feragat ve fedakârlıklarda bulunmak, yabancılarla kahramanca dövüşmek üzere yetiştirildiği ve bu eğitimin geleneksel yapı içinde doğal olarak, kendiliğinden gerçekleştiği kesindir. Böyle bir süreçte oluşan asabiyet çok güçlüdür.
İslam tarihinde Müslümanlık asabiyeti, gelişebilmek için en çok bu geleneksel kabile/kavim asabiyeti ile uğraşmak zorunda kalmıştır. Büyük düşünür, doğan İslam asabiyetinin hiçbir zaman Arap asabiyetini tamamen ortadan kaldırmadığını, onu yumuşatıp, bir bakıma terbiye ederek güçlendirdiğini söylemiştir. Dinî renk, itaatsizliği, kabileler arası yarış ve kıskançlığı bir ölçüye kadar törpüleyerek asabiyetleri Hakk’a yöneltir ve başarılarını artırır.
İlk halife seçiminden bize gelen bilgilere baktığımızda, tartışmalarda kabile asabiyeti ve özelliklerinin önde olduğunu görürüz. Halife Osman’ın kabilesine olan düşkünlüğü ve bunun sonucu olarak gelişen olayların şehadetine yol açtığı bilinmektedir. Çoğaltabileceğimiz bu örnekler, büyük düşünürümüzün de tespit ettiği gibi, Müslümanlığın ilk dönemlerinde bile Arap asabiyetinin yok olmadığını, ancak İslam imanı ile gemlenerek devlet olduğunu göstermektedir. Filibeli Ahmet Hilmi, İslam Tarihi’nde kabile çekişmelerine işaret ederken şöyle der: “Cenabı Peygamber hayatta oldukça Haşimi ve Emevilerin eski rekabetleri bahis mevzu olmazdı. Lakin irtihalden sonra bu meselenin yine alevlenmesi tabii işlerdendi.”
Kabileler arasındaki çekişmelerden ayrı olarak, fetihlerle Müslüman topluluğun genişleyip etnik açıdan çeşitlenmesi ile kuvvetli bir Arap asabiyetinin ortaya çıkışını, daha Halife Ömer zamanındaki ayrıcalık uygulamalarından biliyoruz. Arap olmayanlara genel ad olan “Mevali” kavramı Emevilerden çok önce çıkmıştı. Dört halifeden sonra ise, İslam renginin iyice silikleştiğini ve Emevilerle, doğrudan Arap asabiyetinin egemen olduğunu görmekteyiz. Esasen, İbni Haldun da dâhil, hemen bütün Müslüman düşünürler bundan sonraki dönemi hilafet değil saltanat olarak nitelerler; yani Arap asabiyetinin devlet oluşu.
Emevi saltanatının yıkılışına kadar giden Arap-Mevali ayırımı kaynaklı çekişmeler ve şuubiye (Arap olmayanların milliyetçiliği) hareketleri hakkında bol miktarda tarihî bilgiye sahibiz. Ancak bu ayrıntılara girmeye gerek yoktur. İslam’ın kuramsal yapısı, Müslümanların eşit ve kardeş olduklarını ilan etmiştir. Kuramsal açıdan düşünenler için ideal olan, her türlü farklılığın silindiği bir Müslümanlık asabiyetinin oluşmasıdır. Fakat, toplumsal yapıların kırılması ile ulaşılabilecek olan bu tür katıksız bir gerilim, ne Müslüman kültürlerde ne de diğer inanç topluluklarında hiçbir zaman görülmemiştir. Kabile yapısı devam ettiği sürece, kabile ilişkileri ve değerlerine göre çocukların doğal bir süreçte sosyalleşip kişilik kazanacağı açıktır. Nesnel gözlemleriyle toplum bilimin gerçekten kurucusu olma onurunu kazanmış olan İbni Haldun, gözlemlerini, İslam kuramsal yapısının olması gerekenlerine göre değiştirmemiş, yorumlarını tarihî gerçeklere dayandırmıştır. İslami asabiyet kavmi asabiyet üzerine bindirilmiş; ancak onu yok etmemiştir. Belki zaman zaman çelişkiler yaratarak, bazen uyum içinde aynı hedeflere yönelerek etkisini sürdürmüştür. Söz gelişi, ila’y-ı kelimetullah ve nizam-ı âlem anlayışı ile kavmi asabiyetin yayılma ihtirasının uyum içinde fetihlere yönelmesi Osmanlı yüz yıllarında da devam etmiştir. Ve bu tarihî gelişmeler içinde kavmi/kabilevi yakınlıklar ve bunların tezahürleri de doğal karşılanmıştır. Kişinin kavmini sevmesinin kötülenemeyeceği anlamındaki hadisler sonralara ait olsa bile, Müslüman kültür çevrelerinde fiilen bu anlayış içinde yaşanmıştır. Bu rahatlık, Arabın Arap ve Türkün Türk olarak yan yana yaşayıp, her türlü beşeri ilişki içinde kendi kültürlerini geliştirmesine imkân vermiştir. Bu rahatlığın, Türkler açısından erime ve kaybolmalara da kapı açtığını kabul etmek gerekir.
Dikkati çeken nokta, düşünürümüzün, asabiyetin nihai hedefi dediği devlet olma noktasındaki hiçbir çıkışın, İslam kültür çevresinde yadırganmamış olmasıdır. Devlet, güçlü olanın kılıç hakkı olarak görülmüş ve ondan adil olması istenmiştir. Gerçi bazı dönemlerde tek din-tek devlet anlayışı öne çıkıyor gibi gözükse de, bu konudaki tartışmalar daha çok kuramsal düzeyde kalmış ve yaygınlaşamamıştır. Sonuçta, her hangi bir Müslüman coğrafyasında kılıç hakkı olarak kurulan hiçbir devlet dışlanmamış, İslam devleti olarak kabul edilmiştir. Esasen, benzeri konularda İslam kuramsal açıdan da son derece gerçekçidir; Kur’ân, savaşan iki Müslüman topluluk karşısında nasıl davranılması gerektiğinin ilkelerini verir: Haklıdan yana olmak yahut iki topluluğun arasını bulmak.
Hukuki düzeyde bütün Müslümanların eşitliği ve kardeşliği tamdır. Bu noktada Emevi döneminin Arapçılığı arızi olarak kabul edilebilir. Osmanlıda Müslümanlar tek millettir. Gayrimüslimler ise devletin zimmetindeki Allah emanetleri olup, kimlik duyarlılığının gerektirdiği farklılıklar dışında kültürel hayatlarında tamamen serbesttirler. Ancak, siyasi hakları yoktur; yani devlet yönetiminde (ilmiye, kalemiye ve seyfiye’de) yer alamazlar. Bu hak, devletin kurucu asabiyetine sahip olanlar içindir ki, bu da Müslümanlık olarak kabul edilmektedir. Müslüman olanlar hangi etnik kaynaktan gelirlerse gelsinler bu haklara kâmilen sahip olurlar. İslam kültürünün ilk dönemlerinden itibaren bazı istisnaları görülmekle birlikte bu kural, 1856 Islahat Fermanı’na kadar değişmemiştir.
Milliyetçilik
On dokuzuncu yüz yıl Avrupa’da, toplumların feodaliteden evrilip yeni bir yapıya girdikleri çağdır. Bu yeni yapı, millet olarak isimlendirilmiştir. Bu evrim, unsurları bakımından, değişik ülkelerde farklı gelişmeler göstermiş ayrıca her ülke aydınları kendi tarihî gerçeklerine göre bir millet tarifi benimsemişlerdir. Bu tariflerde coğrafya, dil, din, soy yahut devlet gibi farklı unsurlara ağırlık verilmiştir.
Bu yapı değişmesi üzerine özellikle Marksistlerin geniş yayın ve tartışmaları olmuştur. Aynı gelişme modelini Türk ve diğer doğu toplumlarına uygulamakta sıkıntı çekenler yeni kavramlar ortaya atarak, tarihî gerçekliği bu açıklamalara uydurmaya çalışmışlardır. Bu yoğun yayınlarda karşılaşılan temel sıkıntı, bütün toplumsal oluşumların ekonomik süreçlerle açıklanmaya çalışılması ve hayatın, ekonomik ilişkiler biçimine indirgenmesinden kaynaklanmaktadır. İdeolojik bir körlüğe düşülmediği takdirde rahatlıkla görülebilmektedir ki, üretim ilişkilerinin yarattığı ortak ruhi zemin yanında, aynı aileden olmak, aynı dili konuşmak, aynı ülkede oturmak, aynı türküleri söylemek v.b. de bir ortak gerilim yaratmaktadır. Eğer, farklı kaynaklardan doğabilen bu gerilimler örtüşürlerse, gerilimin gücü artar; çelişirlerse zayıflar. Nitekim Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında, işçi sınıfı, özel eğitim ve propaganda yoğunluğuna rağmen, aynı dili konuştuğu, aynı ülkede yaşadığı insanlara karşı yani milletine karşı savaşmamıştır. Yani, sınıf şuuru – aynı ekonomik ilişkiler düzeyinde bulunmaktan doğan- ne kadar güçlü olursa olsun, millî şuurun – aynı dili konuşmak, aynı bayrağın altında olmaktan doğan- yerini alamamıştır. Sovyetler Birliği’nin, yeni bir Sovyet insanı tipine dayalı yeni bir toplum yaratma çabaları, diğer etmenler bir yana bırakılırsa, temelde milli asabiyetleri kıramadığı için başarısız kalmıştır. Ayrıca, Sovyetlerin yeni bir toplum mu yaratmak, yoksa Rus egemenliği altındaki diğer milletleri daha kolay yönetilebilir hâle mi getirmek istedikleri de tartışmaya açıktır. Sovyetler içindeki Türk topluluklarının alfabelerini değiştirmek ve birbirinden farklı lehçe ve şiveleri, mümkün olduğu kadar parçalayarak, ayrı yazı dilleri hâline getirmek projesi Çarlık zamanında başlayıp Sovyetler zamanında uygulaması devam ettirilmiş bir plandır ve ekonomik ilişki kuramlarıyla ilişkilendirilebilecek hiçbir açıklaması da yoktur.
* * *
Bir kere daha tekrarlayalım ki, değişme hayatın kanunudur. İnsanın, çocukluktan yaşlılığa, ağacın, fidandan meyve vermeye doğru kendisi kalarak değişmesi gibi, bir topluma kimliğini veren kültür de, doğal süreçler içinde kendisi kalarak değişir. Her dönemine ayrı bir isim vermeniz, onun kendiliğini değiştirmez. Bugün millet olarak isimlendirdiğimiz toplumlar da, belirli ve her biri farklı süreçler içinde gelişerek/değişerek günümüzdeki yapılarına kavuşmuşlardır.
Bizim kimliğimizi oluşturan Türk kültür varlığı binlerce yıldır oluşa gelmektedir ve bu tarihî sürecin hiçbir kuramsal temele yahut uygunluğa da ihtiyacı olmamıştır. Kuramsal uğraşmalar bizim bu oluşları daha kolay kavramamız ve açıklamalarımız içindir; olgunun zatıyla ilgili değildir. Kültekin, sözünü taşa Türkçe kazımıştır; Karamanoğlu Mehmet Bey, bundan böyle divanda, dergâhta ve barıgâhta Türkçe konuşulmasını buyurmuştur; Yunus Türkçe yazmış, Karacoğlan Türkçe söylemiştir. Hunlardan bu yana türkü söylediğimizi biliyoruz… Yoğurdu kaç yılında icat ettiğimizi bilmiyoruz ama, binlerce yıldır mutfağımızda olduğunu biliyoruz; pastırma da öyle… Halılarımız ve kilimlerimizin desenleri, arkeolojik kazıların birkaç bin yıla tarihlenen buluntularında görünüyor. Geçen binlerce yıllık bu süreç içinde Türkçeden, kilimlerimizin desenlerine ve yoğurdumuzun tadına kadar kültür unsurlarımız sürekli değişiyor ve fakat kendisi olarak yani Türk kalıyor. Bütün kuramsal tartışmalar bu binlerce yıllık oluşumu, değişime rağmen Türk kalışı kavrayabilmek için kurduğumuz zihni yapılardır, tarihî gerçeklikle ilgili değildir.
Bu evrim içinde milletimiz on dokuzuncu yüz yıla geldiğinde, kültürel ve toplumsal yapısı bir önceki yüz yıldan çok da farklı değildi; aynı dil, aynı mutfak, aynı bayrak, aynı hanedan, giderek bozulup feodal oluşumlara fırsat veren bir toprak düzeni ve özellikle aynı hukuki yapı. Bu hukuki yapı içinde Müslümanlar millet-i hâkimedir ve kendilerini hâkim millet olarak algılarlar. Müslümanlar içinde doğal olarak var olan farklı dil ve kültürler gelişmelerini sürdürürler; Türk Türk olarak, Arap Arap olarak. Türk’ün yahut Arab’ın kendisini, “Müslüman” olma yahut millet-i hâkimeden olma dışında bir algılaması yoktur. Dikkat edilsin ki, kendisi, tarihî süreç içindeki bütün kültürel farklılıklarıyla ve gerçekliğiyle vardır; ama, millet-i hâkime yahut Müslümanlık dışında varlığını hissettiren bir algılaması yoktur.
Milliyetçilik propagandaları onları, farklılıklarını vurgulayarak etkilemeye çalıştığında onlar toplumsal/kültürel açıdan ne idiyseler yine o idiler. Yapılan, aynı şeyin yani yüz yıllardır var olan ve oluşmakta olan toplumsal gerçekliğin farklı bir şekilde algılanmasını sağlamak ve bu, öne çıkartılan farklı kültür unsurlarına dayalı yeni bir şuur oluşturmaktı. Bu şuur yeni bir iman ve asabiyet yaratacaktı. Eski kabile toplum ve kültür yapısına dayalı iman ve asabiyetin yerini, o günkü toplum ve kültür yapısına dayalı bir iman ve asabiyet alıyordu.
Bu yeni algılama biçimi Müslüman toplulukların toplumsal gerçekliğini değiştirmese de, kendileri hakkındaki şuurlarını farklılaştırdığı için parçalayıcı oluyordu. Osmanlı kültür ve siyasi yapısı içinde geleneksel kavmi asabiyetler büyük bir başarıyla geriye itilmişti; sönmemişse de, İslam ve Osmanlı iman ve değerleriyle terbiye edilmişti. Müslümanlık ve hâkim millet gibi olumlu ve birleştirici iki unsura vurgu, kimlik için yeterli oluyordu. Hâlbuki yeni gerilim, Müslüman toplum içindeki farklı kültür unsurları –özellikle dil ve diğer kültür unsurları- motive edilerek büyütülüyordu; yani farklılıklar vurgulanıyordu. Bu yüzden Ziya Gökalp bu yeni akımı, İslam dünyasını parçalayan bir “içtimai mikrop” olarak nitelendirmişti. Ne var ki, “asır milliyetçilik asrı” idi ve bu gidişten kaçınmak mümkün değildi. Ayrıca, umulan bütün içtimai ve siyasi hamleler için de, böyle bir gerilime ihtiyaç vardı. Geleneksel Osmanlı ve İslam gerilimi bu hamle enerjisini verememiş, Devlet-i âliyenin parçalanmaya gidişini durduramamıştı. Öyleyse, kabaran milliyetçilik duygularını gemleyip İslam toplumlarının hizmetine sunmaktan yani bu gerilimi İslam milletlerinin kurtuluşu için kullanmaktan başka yol yoktu. İslam toplumları birlikte yapamadıkları şeyi tek tek denemek zorunda idiler. Çünkü, milliyetçilik gerilimi uyuyanları uyandırıyor, yorgunları yeni bir hamle gücüne kavuşturuyordu. İslam kardeşliği fikrini kaybetmeden, düşmanlığa düşmeden bu gerilimi her toplumun kendi kurtuluşu için kullanması gerekti (Osmanlı içindeki Müslüman toplulukların yaşadığı bu süreç için, Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu ve Ziya Gökalp isimli kitabımıza bakılabilir.).
Burada, zaman zaman kullanıldığına şahit olduğumuz, Cumhuriyetin bir millet inşa projesi getirdiği ve bunu gerçekleştirmeye çalıştığı şeklindeki ifadelerin, kimlik idrakini yaygınlaştırmak ve kimlik unsurlarını güçlendirmek anlamında anlaşılması gerekir. Yukarıdan beri işaret etmeye çalışıyoruz ki, ne Cumhuriyet döneminde, ne on dokuzuncu yüzyıl boyunca yeni bir toplumsal yapı, bir kültür, bir millet inşa edilmiyor; böyle bir proje de yoktur. Sadece, tarihî olarak var olana yeni bir bakış açısı, buna dayalı yeni bir şuur, bir iman ve asabiyet oluşturulmaya çalışılmaktadır. Türk kültürünün kaynakları kaç bin yıla dayanıyorsa, Türk milletinin oluşum süreci de o kadar eskiye dayanır. Bu tarihî ve kültürel gerçeklik projelerle oluşturulmaz. Var olan hakkındaki şuurumuz, inancımız değiştirilebilir ve gerilimimiz güdülenebilir. Böylece, var olanın gelişme süreci, eğitim yoluyla etkilenmeye çalışılır. Başarılı yahut başarısız olduğu tartışılabilecek olan da bu eğitim sürecidir.
Marksistler uzun zaman, işçi sınıfına bir sınıf şuuru ve imanı kazandırmak için uğraşmışlardır. İşçi sınıfı diye bir toplumsal gerçeklik var, ama sınıf şuuru yok, diyerek, kendi kuramlarıyla çelişkiye düşmek bahasına bütün ağırlıklarını bu şuur ve inancı oluşturacak propaganda çalışmalarına vermişlerdir. Yukarıda da işaret ettiğimiz, toplumun gelişmesini etkileyebilecek eğitim çalışmaları ancak, içeriğin toplumsal ve insani gerçeklere uygun olmasıyla başarıya ulaşabilmektedir.
Fransız sosyolojisi ve ondan mülhem olarak Ziya Gökalp bu şuurlanmaları içtimai teriler olarak ifade ile açıklamıştı. İçtimai teriler, toplum içindeki çeşitli toplumsal grupların, sınıfların, meslek zümrelerinin kendi varlıklarını, özgül farklılıklarıyla kavramaları yani öznel kimlik şuuruna kavuşmaları hâlidir. Gökalp, bir milletin bu anlamda şuurlanması yani o günkü toplumsal yapısını, konumunu idrak ederek yeniden isimlendirmesi ve bu gün kullandığımız terimlerle öznel kültürel kimliğini algılamasına da mefkûre demişti. Mefkûre, genellikle büyük buhran dönemlerinde yaşanan derin coşkunluklardır. Bizim açımızdan toplumumuz, Türk kimliğini bu heyecan dalgası hâlinde kavrar ve açıklar.
Gökalp, tarihî ve kültürel gerçekliği, varlığı olmayan bir şey mefkûre olamaz, der. Yani, toplumsal gerçeği olmayan bir şey mefkûre olarak algılanamaz. Mefkûre var olanın algılanmasıdır. Bu algılama ile birlikte, millî şuurun kuvvetlendirilmesi, gelecek planlamasının bu şuura göre yapılması eğitimin çerçevesine giren işlerdendir.
Bu yeni algılama biçimi ve şuurun ortaya çıkışında yani Mekûrenin yaşanmasında, Devlet-i âliye’deki siyasi gelişmeler birinci derecede etkili olmuştur. Bu süreç kısaca şöyle gelişmiştir: 1856 Islahat Fermanı siyasi haklar bakımından Müslümanlarla gayrimüslimleri, vatandaş olarak eşit duruma getirince, devletin klasik İslam geleneğindeki yapısı bozulmuştur. Devlet adamlarımızın “Devletin esasına halel geldi” dedikleri, halkımızın da öfkeyle “Gâvura gâvur demek yasak oldu” diye anlattığı şey, devletin kurucu ilkelerindeki bu sapma idi. Bu sapmaya, yabancı devletlerin ağır baskıları altında ve Devlet-i âliyeye bir çıkış bulmak üzere başvurulduğu bilinmektedir. Bütün vatandaşların eşitlendiği bu yeni anlayış, belki gerçekten de bir kurtuluş olabilirdi; ama, zaman yanlıştı; asır milliyet asrı idi…
Bu yeni anlayışa göre hâkim millet kavramı kalkıyor, Müslim-gayrimüslim herkes, siyasi haklarda eşit devlet vatandaşları hâline geliyordu; memur olabilir, asker olabilir, siyasi temsil noktalarına gelebilirlerdi. Tarihî/kültürel bir gerçeklik olan Osmanlı kavramı, eşit vatandaşların oluşturduğu yeni bir içerik kazanıyordu. Eskiden insanlar, Osmanlı Ermeni’si, Osmanlı Rum’u, Osmanlı Yahudi’si ve Müslüman iken, şimdi hepsi Osmanlı oluyordu. Bu yeni kavram halka bir şuur olarak kazandırılabilse ve bu inanç çevresinde bir gerilim oluşturulabilseydi, belki gerçekten de devlet için bir çıkış olabilirdi. Ama, bu kavram çevresinde yeni bir iman ve gerilim yaratabilecek bir eğitim hamlesine devletin ne zamanı ne de imkânı vardı. Tam tersi ortaya çıktı; geleneksel yapının bozulmasıyla Osmanlı milletleri arasında yarılmalar oldu; Rum Rumluğunu, Ermeni Ermeniliğini ve Müslüman Müslümanlığını daha bir şiddetle duyumsamaya başladı. Namık Kemal gibilerin Osmanlı şarkıları ancak okumuş bazı Türk kesimleri etkileyebildi. Bu da doğaldı. Çünkü, Ziya Gökalp’ın de söylediği gibi, Türk, devletin sahibi idi ve bu bütünlüğün korunması için her şeyini vermeye hazırdı. Gerçi, Devlet-i âliye’nin ayakta kalabilmesi için her şeyini veren başkaları da vardı; son ana kadar Kanal Cephesi’nde ve Irak’ta çarpışan Arap birlikleri, Çaviş gibi, Şekip Arslan gibi aydınlar ve hatta Osmanlı taraftarı oldukları için, ibret olsun diye Moskova’ya götürülüp orada asılan Rum asilzadeleri de vardı… Ama, dünyanın gidişatı Osmanlılık mayasının tutmasına izin vermemişti; asır milliyet asrı idi…
Tanzimat döneminden itibaren, her seferinde Batılı devletler ve Rusya’nın kışkırtmaları eşliğinde, Müslim-gayrımüslim ayrışması giderek arttı. Sultan Hamit ve sonrakiler fiilen bir İslamcılık siyaseti gütmeye çalışsalar da, Osmanlıcılık resmî siyaset olarak sonuna kadar sürdürüldü. Ne yazık ki, tarihî ve kültürel yapıya uygun bir İslamcılık geriliminin yaratılmasına zaman ve şartlar elvermedi; İslamcılık duyarlığının destanlık görüntüleri yaşansa da, bunlar, Devlet-i âliyeyi ayağa kaldıracak yoğunluk ve genişliğe ulaşamadan, I. Dünya Savaşı gidişatı noktaladı.
Bu siyasi parçalanmalar içinde Osmanlı toplumu Balkan Savaşı ve Çanakkale gibi büyük buhranlar içindeki galeyanlı anlarda mefkûreyi yaşadı; Türk kimliğini algıladı yani Anadolu ve Rumeli’deki fiili kültürel gerçekliğini idrak etti.
İlimcilik ve Ülkücülük
Görülüyor ki, milliyetçilik, toplumsal açıdan millet aşamasındaki bir topluluğun tarihi/kültürel gerçekliğini idrak edip isimlendirmesinden doğan bir ruhi gerilimdir. Bu şuurlanma aynı zamanda bir inanç hamlesidir ki, gerilimi yaratan da bu imandır. Bu bakımdan milliyetçilik esasta bir fikir hareketi yahut sistemi değildir; bir duruş ve bakış açısı getirir: Türk için ve Türk’e göre yani Türk gözüyle. Milliyetçiliğin dünya meselelerine bakıştaki temel ilkesi budur.
Bu temel ilke, ilimciliği milliyetçiliğin zorunlu bir unsuru hâline getirir. Çünkü, mesela Marksizm gibi ön kabulleri olmadığından, Türk için ve Türk’e göre nasıl yapılacağının cevabını ilim verecektir. Bilim, bizi en kısa ve sağlıklı yöntemlerle maksadımıza ulaştıracak olan yolu gösterir. Bütün toplumsal ve siyasal sorunlarda, nasıl sorusunun cevabını bilim verecektir. Ve bilimin peşin hükümleri yoktur. Milliyetçilik, var oluşu itibariyle milletini ve onun yarattığı kültürü sevip yüceltmek olduğuna göre, onun duruşu doğal olarak halkçı ve demokratiktir. Bütün çözümlerini bu duruşla ve bilimle getirir.
* * *
Milliyetçiliğin, bir millete mensubiyetten doğan dayanışma, fedakârlık ve feragat yüklü toplumsal bir gerilim, millî asabiyet olduğunu söyledik. Bu gerilim, doğal yahut örgün eğitim katkılı sosyalleşme sürecinin kazandırdığı bir inanca dayandığına göre, milliyetçi tutum ve davranışların, iman-eylem ilişkisi açısından irdelenmesi gerekmektedir. Bu açıdan en kısa ifadesiyle, millî asabiyetin gücü, topluma mensup bireylerin aldıkları eğitimin düzeyi ve başarısıyla ilgilidir. Daha önce işaret ettiğimiz millete, onun kültürüne katıksız inanç, güçlü bir millî gerilim oluşturur ve onun varlığının işaretidir.
Millî asabiyeti yaratan imanın gereği olarak, milleti içinde dayanışma, fedakârlık ve feragat gibi tutum ve davranışlar milliyetçiliğin ahlakını oluşturur. Bu ahlak, milleti üstün bir değer olarak kabul edip, o uğurda kendi nefsini aşma cehtini içerir ki, buna ülkücülük diyoruz. Bir milliyetçi, ahlakı gereği milletinin yararlarını kişisel çıkarlarından üstün görür ve milli dayanışmadan kopmaz; gerekli fedakârlıklardan kaçmaz. Ülkücülük dediğimiz işte bu tutumdur.
Açıklamaya gerek olmasa da ifade edelim ki, ülkücülük bir isim değil, kazanılan bir niteliktir ve toplumsal açıdan olduğu kadar bireysel açısından da önemlidir. Çünkü, kişi bu tutumuyla sadece mensubu bulunduğu topluma faydalı olmakla kalmaz, aynı zamanda kişiliğini yüceltir ve olgunlaşır. Bir başka yazımızda belirttiğimiz gibi, bir medeniyetin yükseliş ve çöküşünde, o medeniyet çevresinde yaşayan herkesin bireysel sorumluluğu vardır. Yani bireyin her türlü ahlaki eylemi, onun kişiliğinin oluşum ve tezahürü olduğu kadar, mensubu bulunduğu medeniyeti de etkileyen bir faktördür. Birey her ahlaki eylemiyle kişiliğinden bir şey kaybettiği yahut kazandığı zaman, bilmelidir ki mensup olduğu medeniyete de bir tuğla koymuş yahut bir taşını sökmüştür. Bu sorumluluk duygusu ülkücülüktür ve milliyetçiliğin ahlaki boyutunu oluşturur.
Bu yüzden, entelektüel açıdan milliyetçiliğin gereklerini sayıp dökmek yahut nutkunu çekmek, bu şuuru uyandırmak yahut inancı pekleştirmek gibi yararları olsa da, söyleyenin kişiliği bakımından çok da önemli değildir. Ayrıca, işaret ettiğimiz bu sözlerin etkili olmasının bir unsuru da, söyleyenin söylediklerine inanmasıdır. Ki, eğer inanıyorsa, zaten gereğine göre davranıyor demektir. Yukarıda bir vesileyle dokunduğumuz gibi, bireysel olarak da, toplum olarak da gerilimi yükselten imandır; iman eylem birliğini sağlayan da inancın güçlü olmasıdır. Söz ayrı, eylem ayrı ise, bu iki yüzlülük yeterince inanmamış olmanın işaretidir.
Görülüyor ki ülkücülük için inanmak, hem de eylemlerini güdüleyecek ölçüde inanmak gerekmektedir. Milliyetçi insan yani milletine, onun değerlerine ve kültürüne inanan insan, milleti için gerekli fedakârlıkları yapabilen insandır; eylemlerini milliyetçiliğin icaplarına göre düzenleyebilen insandır. Bu insana ülkücü diyoruz. Gerisi, eskilerin tabiriyle, kıyl-u kaldir; bireyi de, toplumu da yozlaşma ve ikiyüzlülüğe götürür.
İLK YAYIMLANAN YER: Türk Yurdu Dergisi, Ağustos 2006, Yıl 95, Sayı 228