Yıl 1994…
Mevsim kış. Mersin’den Kayseri’ye gidiyoruz otobüsle. Sahildeki ılıman hava Tarsus sınırlarını geçerken soğumuş, Pozantı’dan sonra artık karlar görülür olmuştu.
Bu güzergah Faruk Nafiz ÇAMLIBEL’in meşhur HAN DUVARLARI şiirinde geçen güzergahın başları idi:
“Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı
Bir dakika araba yerinde durakladı…”
Torosların içinde uzanan kıvrım kıvrım yolları geçerek Ulukışla yol ayrımından döndük… Yollar artık buz idi. Otobüs sabit bir hızla tırmanmaya başladı yokuşu…
“Gidiyordum, gurbeti gönlümle duya duya,
Ulukışla yolundan Orta Anadolu’ya.”
Ara not: Karlı buzlu yolda aracın hızıyla oynamamak gerek. Kurulu düzeni bozmak gibi olur sonuç: Ya kayar, ya patinaja (badanaj) geçer, ya bir şey olur. Aklınızda olsun. Sabit ve makul bir hızla, 2 veya 3.vitesle seyretmek lazım.
Bizim otobüs böyle giderken önündeki otomobil sürücüsü yukarıda yazdığımı okumamış olmalı ki birden patinaj yapmaya başladı. Çok yaklaşmıştık otomobile. Otobüs sollamak istedi ama karşıdan gelen arabayı da görünce mecburen durdu, otomobile çarpmamak için. Yolcular ve muavin inip öndeki otomobili ittiler, o gitti. Ancak bizim otobüs mümkün değil kalkamıyor yerinden. Buzda boşta dönüyor teker, hasbelkader dişi tutsa biraz asfaltı söküyor ama yine de kalkamıyor. Yırtıyor yeri… Ama nafile.
“Ellerim takılırken rüzgârların saçına
Asıldı arabamız bir dağın yamacına.”
Çaresiz, geri geri ve ağır ağır yokuşu inmeye başladı şoför ki düzlüğe inip hızlanabilsin. Yaklaşık bir kilometre gitti böyle. Durdu ve ileri vitese attı, ama yine tam istediği gibi ileri atılmıyor koca araç. Dediler ki bütün yolcular arkaya yığılsın ki arka tekere yük binsin, dişi tutsun. Öyle yaptık. Tekerin dişi asfalta kadar iniyor ama yine tam hareket yok.
Muavin bize “siz arkada yığılı durun, ben tekerin altına battaniye atacağım” dedi ve o soğukta ince bir kıyafetle indi araçtan. Pencereden görüyorum, bagajdan çıkardığı bir battaniyeyi arka tekerin önüne serdi ve şoföre işaret etti sür diye. Şoför hafiften gaza bir bastı ve teker battaniyeyi aldığı gibi geriye fırlattı ancak biraz da kıpırdamıştı otobüs. Cevval muavin hemen yeniden serdi battaniyeyi önüne tekerin, yine fırlattı teker ve muavin yeniden toplayıp serdi. Bu arada teker buzda boşa dönüyor ama battaniye atınca azıcık ilerliyordu.
İş inada binmişti… Teker fırlatıyor muavin yeniden seriyor, teker fırlatıyor, muavin yeniden seriyor; azıcık hızlanıyoruz, muavin seriyor, teker fırlatıyor, sıra kime gelirse kendinden bekleneni yapıyordu… Derken patinaj yapmadan ilerlemeye başladı otobüs ve biraz sonra ikinci vitese geçti…
Evet ilerliyorduk, herkeste bir sevinç, şoföre, ustalığına övgüler… Ama asıl muavinin fedakarlığı alkışlanıyordu ki biri bağırdı yolculardan:
“Muavin dışarıda kaldı. Binemedi arabaya!”
Hayda!
Şoför de o karmaşada onu fark edememişti ve geriye doğru baktık ki muavin elinde battaniye koşup duruyor ama bizim durmamız mümkün değil. Biraz sonra o da bıraktı koşmayı zaten ve artık yırtılmış olan battaniyeye sarıldı, bize sırtını döndü ve yokuşun başladığı yere doğru geri gitmeye başladı. Şoför “bir arabaya biner gelir, duramam” diyordu, bir yandan gözü yolda.
Muavin artık görünmez olmuştu, biz de belli bir hızda gidiyorduk. Yokuş olduğu yetmezmiş gibi ileride keskin bir de viraj vardı, şoför en çok oradan korkuyordu.
“Her tarafta yükseklik, her tarafta ıssızlık,
Yalnız arabacının dudağında bir ıslık!
Bu ıslıkla uzayan, dönen kıvrılan yollar,
Uykuya varmış gibi görünen yılan yollar”
Arabadakilerin maneviyatı güçlenmiş, ilahi düzenin sahibini sorgulayanlar tövbeye gelmiş, buradan sağ çıkılırsa kesilmesi vaat edilen kurban sayısı 30-40’ı bulmuştu. Şoförün korktuğu viraja varınca artık sesli dualar, tekbirler duyuluyor, kadınların en yakınlarındakilere sımsıkı sarıldığı görülüyordu. O virajı da geçtik ve önümüzde uzayan yokuşta tırmanmaya devam ettik.
Artık yokuşun başı görülüyordu, şartlar sebebiyle artık kader ortağı olmuş ve aralarındaki resmiyet kalkmış olan yolcuların hepsinde bir rahatlama, şükür ifadeleri, şakalaşmalar, sesli gülemeyenlerde gülümsemeler…
Tam yokuşu bitiriyorduk ki tekerlerinde zincir takılı bir kamyon sollamaya geçti bizi; yanımızdan çok hızlı geçemediği için biz de kamyonu izliyorduk. Birden gördük ki kamyonun şoför mahallinin yolcu koltuğunda bizim muavin oturuyor. Yolculardan onu fark edenler ona el sallıyor, alkışlıyorlardı. Muavin de camı indirdi ve muzaffer bir edayla battaniyeyi çıkarıp salladı bize doğru.
Yalnız tam otobüs şoförünün hizasına gelince battaniyeyi değil yumruğunu sallamaya başladı.
Şoför “çocuk kızmış bize herhalde, yokuşun başında iner kamyondan biz de alır, devam ederiz yolumuza” dedi ön koltuklardakilere.
Biraz sonra yokuş bitmiş, önümüzde Faruk Nafiz’in dediği düzlük başlamıştı:
“Serpilmeye başladı bir yağmur ince ince.
Son yokuş noktasından düzlüğe çevrilince
Nihayetsiz bir ova ağarttı benzimizi.
Yollar bir şerit gibi ufka bağladı bizi.”
Muavini götüren kamyon uzaklaşmış, artık bir nokta gibi görünüyordu ufukta, ama görünürde muavin yoktu… Yokuş bitmiş, kamyon gitmişti ama muavin yoktu…
Şoför kafayı iki yana sallayıp gülümsedi kendi kendine… “Deli çocuk” diyordu, “deli çocuk, alırız bir battaniye, ne var o kadar kızacak..”
O sallanan yumruğun sebebinin battaniye olmadığını adı gibi bilen yolcuların müstehzi bakışları bembeyaz ovayı tarıyordu artık…
“Arabamız tutarken Erciyes’in yolunu:
“Hancı dedim, bildin mi Maraşlı Şeyhoğlu’nu? ”
Gözleri uzun uzun burkuldu kaldı bende,
Dedi: “Hana sağ indi, ölü çıktı geçende! “