Mustafa TEZEL
Günlerdir bir şey yazmaya elim varmıyor.
Milletçe büyük bir acı yaşıyoruz.
10 ilimizi (yüzlerce ilçesi ve binlerce köyü ile birlikte) etkileyen bu büyük âfette, onbinlerce Ocak söndü. Yalnız Bölge’den değil, Türkiye’nin her tarafından vefât haberleri geliyor. Bölge’nin yerlisi olan vatandaşlarımızın yanısıra, orada herhangi bir nedenle bulunan sayısını bilemediğimiz pek çok vatandaşımız da hayâtını kaybetti.
Gördüğüm kadarıyla, depremde bir yakınını, hısım ya da akrabasını veya bir dostunu, arkadaşını veyâhut da tanıdığını kaybetmeyen kimse yok gibi. Sanki, Türk Milletine kıran girdi.
Sürekli, insanın yüreğini sızlatan yeni haberler alıyoruz, yüreğimizi yakan yeni hikâyeler dinliyoruz, okuyoruz.
Gençler, ihtiyarlar, kadınlar, erkekler, bebekler, çocuklar ve her meslekten insanlar… Nice ocaklar söndü, nice hayatlar ve nice hayâller toprak oldu, birkaç dakika içerisinde.
Türkiye bir nükleer savaşa girmiş olsaydı, herhâlde bundan daha büyük bir yıkıma uğramazdı.
Bu korkunç âfet, yaşadığımız ilk büyük acı değil. Târihtekiler bir yana, 1999 Kocaeli depremi ve sonrasındaki büyük depremleri ve diğer tabii âfetleri, toplumun büyük bir kesiminin hâlâ hatırlıyor olması gerekir. Dolayısıyla, ders almamız, aynı hatâları yapmamamız beklenirdi.
Yapı stoku, son çeyrek asırda neredeyse iki misli arttı. Bu süre zarfında, gerekli tedbirleri alabilmiş olsaydık, herhâlde bu büyük acı yaşanmazdı, en azından zâyiat bu boyutlarda olmazdı. Ve, gelecek için, başka bölgelerimiz için uzmanların yaptığı uyarılar, uykularımızı kaçırıyor, kaçırmalı.
***
Depremlerin ana sebebi olan hızlı, plânsız ve yanlış şehirleşmenin gerekçesi olarak, umûmiyetle finansman sorunları, arsa ve yapı stokunun yetersizliği, nüfus artışı, devletin imkânlarının kısıtlı olması vb. gerekçeler ileri sürülüyor.
Türkiye, arazi sıkıntısı olan bir ülke değildir. Türkiye’de yaklaşık 16 milyon âile var. Bunların her birine, müstakil -tek ya da iki katlı- konut yapmaları için 500’er m2 arsa verilmiş olsa, toplam 8.000 km2 arâziye ihtiyaç olur. Yâni, 814.000 km2 yüzölçümü olan ülkemiz topraklarının yalnızca % 1’inin -plânlı bir şekilde- konut yapımına tahsis edilmesi, sorunun çözümü için yeterlidir. Sosyal ve eğitim amaçlı yapılar, altyapı ve işyeri alanlarını da bu rakama dâhil etmiş olsak, yine de şu an imara açılan arazilerden çok daha az bir arâziye ihtiyâcımız olacaktır. Ülkemizde asıl sorun, arâzi yetersizliği değil, rant meselesidir.
Ranta dayalı ekonomi, kısa yoldan köşeyi dönme arzusu, bize yalnız büyük acılar yaşatmakla kalmıyor, Türkiye’nin üretim ve ihracata dayalı, istihdamı artıran, Türkiye’nin refaha ulaşmasını sağlayacak olan yatırımların yapılmasına da engel oluyor. Senede bir ton buğday alabileceği bir araziyi kat karşılığı verip, onlarca/yüzlerce dâire alabilen ve böylelikle yıllık kazancını yüzlerce/binlerce misli artırabilen hiç kimse, tarımla uğraşır mı? Sanayi de ortalama yıllık kazanç % 5-10 iken, imarsız bir araziye imar izni alıp, bir yılda yüzlerce/binlerce misli kazanç elde edilebilen bir ülkede kimse sanayiye yatırım yapar mı?
Tasarruf sâhipleri için de benzer bir durum sözkonusudur. Arâzi yatırımı, bâzı durumlarda konut yatırımı, umûmiyetle bütün diğer yatırım araçlarından daha fazla getiri sağlamaktadır. Bu durumda, insanlar, tabiatıyla tasarruflarını gayrımenkûle yatırım yaparak değerlendirmeyi tercih etmektedirler.
Ranta dayalı ekonomi, aynı zamanda kayıtdışı ekonomi yaratıyor, gelir dağılımının bozulmasına yol açıyor. Denetim ve müeyyide mekanizmalarının işlemesindeki zaaflar, toplumun ahlâkının tefessüh etmesine de sebebiyet veriyor; kânunlara saygılı, düzgün ahlâklı insanlar “beceriksiz” damgası yerken, yaptıkları ya da gözyumdukları uygunsuzluklar karşılığında büyük menfaatler sağlayan insanlar “iş bitirici” olarak görülüyor. Rant ekonomisinin boyutları büyüdükçe, düzgün ahlâklı ve işinin ehli insanlar, takdir edilmek bir yana, çıkar çevrelerince tehdit olarak algılanmaya başlanıyor. Böylelikle, kendisini büyüten/besleyen bir ahlâkî tefessüh süreci zuhur ediyor ve bu süreç, toplumun her defâsında daha büyük acılar yaşamasına yol açan felâketlere zemin hazırlıyor.
Kaldı ki, düzgün plânlı, günümüzün bütün ihtiyaçlarına cevap verebilecek nitelikte şehirlerin, ülke ekonomisine katkıda bulunacak, istihdam yaratacak, finansmanını kendisi oluşturacak, kayıtdışı ekonomiye yol açmayacak, devletin vergi gelirlerinin artmasına katkı sağlayacak, tasarruflarını gayrimenkûle yatırım yaparak değerlendirmek isteyen vatandaşlarımıza bu imkânı sunacak yöntemlerle kurulabilmesi artık mümkûndür. Başta gayrımenkûl yatırım ortaklıkları olmak üzere, günümüz finansal sisteminde, bu amaçla kullanılabilecek pek çok yatırım/finansman aracı bulunmaktadır.
Üstelik, sorun, her depremden sonra kaybedilen canlardan, maddî ve mânevî yıkımdan ibâret de değildir. Yaşadığımız acılara yol açan etkenleri geniş bir çerçeveden değerlendirmez ve esaslı çözümler üretmez isek, benzer acıları ve belki de daha büyüklerini gelecekte de yaşamakla kalmayız, geleceğimizi de mahvetmiş oluruz. Zîrâ, Biz insanlarımızı yalnız depremde kaybetmiyoruz, her yıl onbinlercesi -geri dönmemek üzere- ülkeyi terkediyor, emeklerini, enerjilerini, beyin güçlerini başka ülkelerde değerlendirmeye çalışıyor. Bunun yol açtığı maddî/mânevî kayıp, deprem felâketlerinden daha az değildir. Bu insanların yurtdışına gitmelerinin başta gelen sebeplerinden birisi, işsizliktir; burada düzenli ve güvenli bir hayat kurma imkânından mahrum olduklarına, yakın gelecekte de durumlarında iyi yönde bir gelişme olmayacağına inanmış olmalarıdır.
Kezâ, tarım alanlarının amaç dışı kullanılmasının olumsuz etkilerini uzunca bir süredir yaşıyoruz. Gıda enflasyonunun ortalama enflasyonun çok üzerinde olmasının başta gelen sebepleri; tarım alanlarının sürekli daralması, miras yoluyla bölünmesi, tarımsal işletmelerin verimli bir üretime imkân vermeyecek şekilde küçülmesi ve pek çok sebepten ötürü çiftçilerin üretim yapmaktan vazgeçmesi değil midir?
Gelecekte, gıda ve su kaynakları yetersizliğinin insânî krizlere yol açmasına kesin gözüyle bakılıyor. Malthus’un öngörüleri, teknolojide kaydedilen gelişmeler sebebiyle 150 senelik bir gecikmeye uğramış olsa da, yaşlı dünyâmızın su ve gıda kaynaklarının, yüzyılın sonunda 14 milyara yükselmesi beklenen dünyâ nüfusunu beslemekte yetersiz kalacağı, gelecekteki savaşların -enerji yüzünden değil- su ve gıda konusundaki anlaşmazlıklar sebebiyle çıkabileceği tahmin ediliyor. Küresel ısınma, süreci daha da hızlandırıyor.
Târih boyunca kurulmuş olan en önemli medeniyetlerden pek çoğuna ev sâhipliği yapmış, dünyânın merkezi sayılabilecek bir konumda (dolayısıyla, ulaşımda büyük avantajları olan), verimli topraklar üzerine bir ülkede yaşıyoruz. İstersek, akıllıca politikalar üretir ve bunları kararlı bir şekilde uygularsak, bu güzel ülkeyi bir yeryüzü cennetine dönüştürmeyi başarabiliriz.
Türk Milletinin, daha öncekilerde olduğu gibi, yaşadığımız son büyük acıdan sonra da, dayanışma ve yardımlaşma konusunda ortaya koymuş olduğu müthiş çaba, fedâkárlık ve feragat, Milletimizin büyük işler başarma ve birlik olma konusundaki kabiliyetinden hiçbir şey kaybetmediğini bir kere daha ortaya koymuştur. Bizim en büyük güvençlerimizden birisi, Milletimizin işte bu “birlik olma” ve “adanmışlık” hasletidir.
Hülâsa;
Milletçe, yaşanan acılardan dersler çıkarmalıyız.
Artık, ne olur, en mümbit ovalarımıza şehirler kurmaktan vazgeçelim. Böyle yapmakla, yalnız depreme dâvetiye çıkarmakla kalmıyor, aynı zamanda gelecek nesilleri açlığa da mahkûm ediyoruz.
Artık, evlerimizi ve işyerlerimizi, sağlam zeminli, tarıma elverişli olmayan yerlere kuralım; ovalarımızı, ormanlarımızı, meralarımızı, akarsularımızı ve tabiatımızı koruyalım.
Modern finansman yöntemlerini ve sermâye piyasası araçlarını devreye sokarak; günümüzün ve öngörülebilir geleceğin bütün ihtiyaçlarına cevap verebilecek özelliklere sâhip, sağlıklı, dayanıklı, bir daha deprem korkusu yaşanmasına mahâl vermeyen, aynı zamanda trafik sıkışıklığı ve hava kirliliği gibi sorunların olmadığı şehirler kuralım.
Mevzuatta ve denetim mekanizmalarındaki eksikliklerimizi giderelim ve bunları ayrım gözetmeden, sıkı bir şekilde uygulayalım. Görevini aksatanları mâzur görmeyelim, herhangi bir sebeple müsamaha göstermeyelim. Îmar affı kavramını lügatimizden çıkaralım.
Sözün özü; Ülkemizi cennete ya da cehenneme dönüştürmek bizim elimizdedir, vesselâm.