Milliyetçilik, Millet ve Türkler

 

Doç.Dr. Durmuş HOCAOĞLU

I[i]

Millet ve Milliyetçilik kavramlarını tarihin belirli bir dönemine, Sanâyi’ Devrimi’ne inhisar etmek, sâdece ve yalnız “modern” anlamlarını işâret etmenin dışında, onların delâlet etikleri anlam dünyasını yeter miktarda aydınlatmaktan uzak bulunmakta ve hattâ gözler önündeki gerçek bir olguyu daha da karmaşık, daha da zor anlaşılır hâle getirmektedir ve bu karmaşıklığın en sıhhatli hâl tarzı da, G. Le Bon’un belirtmiş olduğu gibi, Tarih’e mürâcaat ederek, Millet’i Tarih içerisindeki uzun bir süreç olarak tanımlamaktan geçmektedir.

İmdi: “Modern (anlamıyla) Millet”, çok kısaca, kendisini sâdece ve yalnız birtek kollektif kimlik ile tanımlayan, mümkün olduğunca homojen, en mütekâmil millî devlet olan ulus-devletini kuran ve daha da ilerisinde, devlet karşısında pasif (edilgen) değil, aktif (etken) konuma yükselebilmiş, millî irâdesiyle kendi devletini hâkimiyeti altına almış, gücünü ve iç hürriyetini keşfetmiş, demokrat, sınâî devrimi başarmış, üreten, günlük yaşantı, eğitim ve kültür konularında belirli bir seviyenin üstüne çıkabilmiş millet, ve, “modern (anlamıyla) milliyetçilik” ise, ne hâriçte ve ne de dâhilde kendi irâdesinin üstünde herhangi bir irâdeyi kabûl etmeyen bu milletin kendi-kendisini yönetebilmesinin siyâsî ideolojisi olarak tanımlanabilir ki burada işbu modern milletin, en gelişmiş millî devletin Ulus-Devlet olmasına binâen, “ulus-millet” ve onun milliyetçiliğinin de “ulus-millet milliyetçiliği” olarak tanımlanabileceğini de eklemek isterim.

Bu nokta-i nazardan bakıldıkta, İsviçreliler ve Belçikalılar gibi hiçbir şekilde millet olarak tanımlamayacak olan sosyal birimler hâriç, Avrupa’daki milletlerin hemen tamâmının, Amerikalıların ve Japonların modern milletler sınıfına girmekte olduğunu; Ruslar ve Çinlilerin ise bu süreci daha geriden izlediklerini söyleyebiliriz. Ne var ki, bütün üye devletlerin bağımsızlıklarını ve üye milletlerin millî kimliklerini zaman içerisinde silerek yeni bir devlet ve bir tür yeni millet inşâ etmeye yönelen Avrupa Birliği projesinin aynen gerçekleşmesinin, “şu ândaki” Avrupalı milletlerinin de uzun vâdede millî hayatlarının sona ermesi demek olduğuna ve bu husûsun, Avrupa’da yeni bir milliyetçilik dalgasının oluşmasına kışkırtıcı bir zemîn hazırladığına dikkat edilmelidir. Bu konuda tek bir örnek olmak üzere, Tony Blair hükümetinin Avrupa Anayasası’na “evet” demesini İngiltere’nin bağımsızlığının elden gideceğinin işâreti olarak gören ve “Britanya, 20 Haziran ’da yapılacak AB zirvesine sunulacak anayasa taslağını kabul ederse bağımsızlığım yitirir” diyerek tehlikeye işâret eden W. Rees-Mogg’un, İngiliz bağımsızlığının dayandığı John Locke’un şu felsefî prensini ihtar etmesini hâtırlatmak yeterli olabilir:[1]

“Halkın, ister prens tarafından isterse yasa yapıcılar tarafından yabancı bir güce tabi kılınması, kesin olarak yasama yetkisinin el değiştirmesi ve hükümetin lağv edilmesidir. İnsanların topluma aidiyetinin özü, bütünsel, özgür, bağımsız, kendi yasalarınca yönetilen bir yaşamdır; bunları başkalarına teslim ederseniz, böyle bir yaşamı da kaybetmiş olursunuz.”

Aynı tehlikenin İngilizler veya herhangi bir Avrupalı milletten daha ziyâdece Türkler (ve Türkiye) için de cârî olduğuna şiddetle dikkat çekerek, konuyu Türk Milleti’ne getirelim.

Millet kavramını en kapsamlı şekliyle, tarih içerisindeki uzun bir süreç olarak almak sûretiyle, “Türk” umûmî ismi altında anılan, veya daha doğru bir ifâde ile Biz Anadolu Türkleri’nin (daha da doğru bir ifâdeyle, ekseriyetle de Türk Milliyetçilerinin) “Türk” olarak tesmiye ettiği ve en geniş ve en kuşatıcı mânâsıyla Türk Milleti’ni oluşturan cüzler olarak kabul ettiği insan toplulukları, şu kısımlardan mürekkep olmaktadır diyebiliriz:

1: Anadolu’daki Türkler (veya: Anadolu Türkleri): Bunlar, alt-kimlik âi diyetlerini hemen-hemen tamâmen birtek ortak ve bütüncül “Türk” kimliği potasında eritmeye muvaffak olmuş, “Türk” ismini kendisini noksansız olarak belirlemeye kâfî gören ve öylece kullanan ve bu ismi bütün Türk topluluklarının en üst düzeyde bir kimlik ismi taşımasını da — en azından potansiyel olarak — canlı tutan; “modern anlamda millet”, veya başka bir ifâdeyle Modern Millet seviyesine hayli yaklaşmış ve “Türk” ismine en ziyâde lâyık olan Türklerdir. Anadolu Türkleri’nin Ulus-Millet seviyesine tam olarak terfi edip-edememesi, ancak tarih içerisinde belirgin hâle gelecektir; fakat şu ânda bu konuda ciddî problemler ve handikaplar ile mâlûl olduğunu da söyleyebiliriz. Bütün yeterlik veya yetmezlikleriyle, Türk-soylu toplumlar içerisinde tartışılmaz derecede en yüksek tekâmül çizgisini yakalamış bulunan Anadolu Türkleri’nin bu seviyesi, bir Osmanlı ve Cumhuriyet başarısıdır, ancak yetersizdir.

2: Anadolu dışındaki Türkler (veya: Dış-Türkler): Aynı zamanda “Türkîler” olarak da bilinen bu toplumlar ve topluluklar, kendilerinin Türk asıllı, veya Türk kökenli topluluklar içerisinde “bir yerlerde” bulunmalarını kabûl etmekle berâber, kendilerini Türk ismi altında değil de daha alt gelişmişlik düzeylerdeki isimlerle tanımlayan, Millet olma seviyesine ulaşamamış kavimler, kabileler ve halklardır. Ne var ki, tarihî gelişim seyri, aynı Türk şeceresinden olan bu toplumların tamâmiyle farklı bir tekâmül çizgisi takip ederek, ayrı birer millet ve/veya ulus olmaları gibi bir netîce de hâsıl edebilir.

II[ii]

Tarihî derinliği ve boyutu îtibâriyle bütüncül ve kapsamlı bir “Türk Milleti” kavramından söz edilebilmesine mukabil, Millet kavramını modern anlamıyla kullandığımız takdirde, bu imkân kaybolmakta ve böylesine kapsamlı bir kavram, B. Anderson’un “hayâl edilmiş cemaat” kavramına belirli bir ölçüde uyum göstermekte, ancak, ne yazık ki “bütün Türkler”, ya da “Türk kökenli bütün toplumlar, topluluklar, halklar ve kavimler” tarafından değil de, esas olarak Türkiye Türkleri ve hassaten idealist Türk milliyetçileri tarafından “hayâl edilmiş / edilen”, veya daha sahîh bir ifâdeyle, “tasavvur edilmiş / edilen” bir cemaat olmaktan öteye gidememektedir.

Milliyetçilik teorileri tartışmasında önemli bir nirengi noktası mesâbesinde olan — daha sıhhatli tercümesi “Hayâl Edilmiş Cemaatler” olması gereken — “Hayâlî Cemaatler” (İmagined Communities, 1983) isimli baş eserinde, Anderson, Millet kavramını tanımlarken “Ulus (Millet-D.H.) hayal edilmiş bir siyasal topluluktur — kendisine aynı zamanda hem egemenlik hem de sınırlılık içkin olacak şekilde hayal edilmiş bir cemaattir” demektedir.[2]

Müellifin bu tanımında — modern anlamıyla olduğunu tekrar vurgulayalım — şu üç temel parametre ortaya çıkmaktadır: Millet her şeyden önce bir “siyâsî” birimdir; mûcidi Ferdinand Tönnies’in verdiği isimle (Almanya, 1887) “Cemiyet” (Gesellschaft, Society) değil, “Cemaat” (Gemeinschaft, Community) anlamında bir birim; fakat hayâl (tasavvur) edilmiş bir cemaat: Egemen (hükümran, souvereign) ve sınırlı. “Millet hayâl edilmiştir” diyor Anderson ve devam ediyor: “…çünkü en küçük ulusun üyeleri bile diğerini tanımayacak, onlarla tanışmayacak, çoğu hakkında hiçbir şey şey işitmeyecektir ama yine de herbirinin zihninde toplamlarının hayali yaşamaya devam eder. ” Ayrıca Millet sınırlıdır; çünkü hiçbir millet, işbu tasavvurunu, bütün akvâm-ı beşeri ihâta edecek kadar genişletmez, en kapsamlı, en cür’etkâr — O’nun tâbiriyle — en ‘mesihçi’ milliyetçiler bile. Kezâ Millet egemendir, çünkü Batı’da, yâni Modernite ile birlikte (D.H.) hânedanlıkların, millet-üstü siyâsî otoritelerin aşınması ve onlara karşı verilen mücâdelelerde otoritenin ele geçirilmesi ile doğmuştur (Halk’ın Millet’e dönüşmesi – D.H.) ve nihâyet Millet bir cemaattir; çünkü “her ulusta fiilen geçerli olan eşitsizlik ve sömürü ilişkileri ne olursa olsun, ulus daima derin ve yatay bir yoldaşlık olarak tasarlanır”.

İmdi buna göre; tarihî boyutu ve derinliği îtibâriyle bütün Türkleri, ya da Türk kökenli bütün toplumları, toplulukları, halkları ve kavimleri kapsayıp kuşatacak şekilde bir Türk Milleti tanımlaması, modern anlamıyla mümkün görünmemekte ve bu Modern (anlamıyla) Türk Milleti, ne yazık ki, çok büyük nisbette, bundan tamı tamına 122 yıl önce, Mart 1882’de, “Türkiye Anadolu dışında bir millet değildir” diyen E. Renan’ı doğrulamasına,[3] her ne kadar modern (anlamda) Türk milliyetçilik hareketlerinin başlangıcında Dış-Türk aydınlarının büyük katkıları olmuş ise de, münhasıran Anadolu Türkleri ile tahdît edilmiş görünmektedir. Çünkü, çok yakın zamana kadar hemen-hemen tâmâmını, şimdilerde de büyük ekseriyetini esir almış bulunan Anadolu Türk Milliyetçilerinin hemen hiçbir ciddî teoriye dayanmayan saf ve romantik tasavvurlarına şiddetle muhâlif olarak, Anadolu dışındaki Türkler, veya “Dış Türkler”, hiç tanımadıkları ve hiç görmedikleri bütün dünya Türklüğünün üyelerini her ân yanlarında imişçesine, zihinlerinde toplamlarının hayâlini yaşattığı, belirli bir kadere müştereken yürüyeceği “egemen ve bütüncül bir politik cemaat” olarak tahayyül ve tasavvur etmekte değillerdir. Dahası, bu “kardeşlerimiz” içinde pek küçük bir aydınlanmış elit “dar cemaat” dışındaki ezici ekseriyet indinde Türk ismi, bir câzibe dahi hâsıl etmemekte ve hattâ hiç hafifsenmeyecek bir kısmında değil ki câzibe, tam aksine, defia, yâni itme duygusu yaratmakta ve daha da ağırı, bu itmenin yine mühimce bir kısmında dün Rusların yaptığının aynısının, yâni siyâsî ve kültürel hegemonya ve sömürünün bugün “Biz Türkler” tarafından yapılmak istenmekle itham edilmesi raddelerine varmakta olması, hattâ Ruslara karşı el’ân dahi daha fazla sempati beslendiğinin lisân-ı hâl ve/ya lisân-ı dil ile ızhâr edilmesidir. Daha da fazlası şu ki, Türkiye Türkleri’nde de beyne’l-avâm, Dış-Türkler hakkındaki tasavvur ve kanâatler, aynıyla olmamakla berâber, ekserî nisbette buna yakındır; bu konuda, 1999 yılında Bulgar zulmü karşısında Türkiye’ye sığınan ve en yakın Dış-Türkler olan, “dünkü vatandaşlarımız, bugünkü soydaşlarımız” karşısında halk nezdinde takınılan ve zaman-zaman çok şiddetli hadlere varan olumsuzluk tepkileri (“Türk” değil “Bulgar” demek, hattâ elfâz-ı galîze kullanmak gibi) düşünülmesi gereken can yakıcı örneklerdir.

Bu durum romantik/idealist Türk milliyetçiliği için realiteye dönmeyi tetiklemesi gereken ağır ve sarsıcı bir şok olsa da, hâlâ romantizmin hulyâlarından kurtulamayan “romantik / idealist Türk milliyetçiliği cemaati”nin sadra şifâ olabilecek bir ders istihraç edebildiğini söylemek de bu safhada henüz mümkün görünmemektedir.

III[iii]

Türk asıllı bütün toplulukların, bütün halkların ve kavimlerin, kendilerini diğer bilumum millet-altı (sub-national) politik kollektif kimliklerini içinde erittikleri tekil “Türk” kimliği ile tanımladıkları ve diğer bütün Türk asıllılar ile birlikte bilinçli bir millî bütünlük içerisinde tasavvur ettikleri, modern mânâda en şumûllü bir Türk Milleti’nin mevcûdiyetsizliği, uzun yıllar romantik milliyetçi akımın siyâset ve kanâat önderleri tarafından oluşturulan hayâl dünyalarında ağır bir darbe oluşturmuştur. Böyle bir darbe mukadderdi; çünkü…:[4]

“Bizim neslimiz için Orta-Asya, sihirli ve kutsal bir yerdi. Biz, orayı teknik, ilmî ve felsefî eserlerden değil, “Bozkurtlar”dan, bize, medenî dünyayı yağmalayan, çapul ile geçinen, Çin’e akın yapmadığında aç kalan insanları Eski Türkler diye yücelten bu câzibeli kitaptan tanıyorduk; daha doğrusu tanımıyorduk, kendimize bu fantastik roman gibi bir sanal dünya kurmuştuk; herbir ferdi bir Kürşad Tekin olan bir sanal dünya. Şimdi rüya bitti ve gerçek buz gibi soğuk ve sert bir step rüzgârı gibi suratımıza çarptı. Gece bitti, Mehtab sona erdi, Güneş doğdu ve bir hakîkat ile karşılaştık. Ah hakîkat! Sen ne kadar zâlimsin! Yıktın bütün rüyalarımızı!”

Evet, bütün rü’yalarımız yıkıldı ve dahi bundan önceki yazımda da ifâde etmiş olduğum gibi, bu şoka rağmen rüya hâlâ büyük ölçekte devam ediyor.

***

Türklerin bu özelliği, önceden de belirtmiş olduğumuz gibi, E. Renan’ın “Türkiye Anadolu dışında bir millet değildir” şeklindeki hükmünü büyük nisbette doğrulamakla birlikte, Albert Sorel’in “Bir Türk milleti asla mevcut değildir, sadece düşman ahali ortasında çadır kurmuş bulunan fatihler vardır; Türkler bir devlet değil, fakat yalnız fütuhat için değeri bulunan ve durmaya mecbur olur olmaz dağılmaya meyil gösteren bir ordu teşkil etmektedirler” şeklindeki hükmü,[5] büyük şöhretine rağmen bir fikir adamı gibi değil, tamâmiyle Türk’e, yâni Avrupa’nın bütün tarihi boyunca tanımış olduğu en büyük rakîbine duyduğu fanatik garazdan ve Türkiye’yi “Avrupa’nın Doğusundaki Endülüs”, tıpkı I. Endülüs gibi behemehâl yok edilmesi gereken “II. Endülüs” olarak görmekten neş’et eden dinmek ve doymak bilmez kapkara kin ve nefretten dolayı kusan bir haçlı şövalyesi gibi konuşan bir hasm-ı câna âit olmakla ap-açık gerçeğe de muhâliftir: Türkler elbette millettir; ama makro düzeyde değil

Tarihî anlamda kapsamlı bir Türk Milleti’nin niçin modern anlamda kapsamlı bir millet olamadığını ve bundan sonra nelerin olabileceğini tartışmak bu sütûnun hacmine sığacak gibi değil; ancak fikrimce en açık cevap yine Tarih’in içinde gömülü: Türkler’in tarihi, diğer bütün halkların, kavimlerin ve milletlerin tarihleri ile kıyas kabûl etmeyecek derecede nev’i şahsına münhasırdır; öyle ki, bu hassa, Türk tarihinin bir bakıma, her iki anlamını da hâvi olmak üzere “kaotik bir sistem” olarak tanımlanabilmesini dahi mümkün kılmaktadır.

Birinci anlamıyla, karmaşayı, düzensizliği ifâde eden bu terim tarihimize bir çok noktalardan hayli uygun düşmektedir. Hiçbir milletin tarihinde görülmemiş bir hâdise olan, az nüfûsa mukabil aşırı coğrâfî dağılım ve bunun yanında çok geniş coğrafya, bozkır ıklimi gibi demografik ve ekolojik faktörler Türk asıllı toplumların dağınık, siyâseten bütünleş(tiril)mesi çok zor, bu sebeple de hep boy/kabîle bilincinin baskın olduğu ve bunun bir sonucu olarak ise birden fazla Türk devleti arasında bitmek tükenmek bilmeyen ve bir Türkün en büyük düşmânının çok kereler başka bir Türk olması şeklinde de açıklanabilecek “Türk İç Savaşları” ile birbirini merhametsizce hırpalayan kaotik bir ortam yaratmıştır ki bunun netîcesinde bütün Türkleri ihâta eden uzun ömürlü ve istikrarlı bir tek Türk devletinin kurulamaması, bir Makro Türk Milleti’nin inşâı için gerekli olan şartı te’mîn edememiştir. Çünkü Millet tarihî bir olgudur; ancak, tarih içinde kendiliğinden vücut bulmaz, Devlet tarafından inşâ edilir. Nitekim, günümüz modern milletlerinin hepsi kendi devletlerinin birer inşâıdır; Anadolu Türkleri’nin millet oluşlarının Selçuklu-Osmanlı-Cumhuriyet sürekliliği döneminde inşâ kılınmaları gibi.

İkinci anlamıyla, 1990’da Henri Poincare tarafından keşfedilen ve Fizik’te Dinamik Kararsızlık olarak bilinen, bir sistemin başlangıç şartlarına aşırı bağımlılığının geleceğini sağlıklı bir biçimde kestirmede ortaya koyduğu zorlukları ve hattâ imkânsızlıkları ifâde eden ve Fizik dışında da birçok alanda tatbîkatları bulunan Kaotik Sistem terimi de, aynı büyük soy ağacına ve aynı büyük aileye mensup bu toplulukların bu aşırı dağınıklığının yanında, el’ân mevcut hâllerinin tâyin edilmesindeki aşırı güçlüğün, onların geleceklerinin kestirilmesini çok zorlaştırması bakımından da uygun düşmektedir.

Hâsılı, kısaca söylendikte, esâsen mikro ölçekte her insan, makro ölçekte her toplum ve her millet bir kaotik sistemdir; fakat bütün milletler içerisinde en makrosu olan Dünya Türklüğü, birçok bakımdan hepsinden ziyâde kaotik bir sisteme benzemektedir ve binânenaleyh, geleceği hakkında hüküm vermek, diğer milletlere nazaran çok daha büyük bir müşkilât arzetmektedir.

Ne var ki, bizler insanız; kör mekanik kaanunlarına tâbî fizikî nesneler değil; yâni yine de her şeye rağmen geleceğimiz Biz’den bağımsız değil.

IV[iv]

Tarihî boyutuyla kapsamlı ve kapsayıcı Türk Milleti’nin modern anlamda aynı kapsamı hâiz olamamasının ve Büyük Dünya Türklüğü’nün, diğer bir ifâdeyle Büyük Türk Ailesi’nin hayli fazla değişkene sâhip kaotik bir sistemi andırmasının, Türk soylu halkların ve kavimlerin geleceğinin, Gelecek’te alacağı şekillerinin tâyininde çok belirgin bir öngörüde bulunmayı önleyen mühim fonksiyonları olduğu bedihîdir.

Aslında bu problem, sâdece ve yalnız Türklere münhasır olmayan umûmî bir problemdir: İnsanlığın belirli bir ânındaki verilerinden hareket ederek, bütün geçmiş ve geleceğini şaşmaz bir doğrulukla okuduğunu iddia etmenin artık günümüz için bir değeri kalmadığını, bu iddia

ile yola çıkan “determinist” — tarih felsefesinde kullanılan deyimiyle “historisist” — teorilerin âkıbetlerinden çıkarabiliriz. Gelecek karanlığa gömülüdür, hâzır değil gaaibdir; onun kat’î bilgisi yalnız O’nun elindedir; Kur’ân’ın ifâdesiyle, “Göklerde ve Yerde (Kâinat’ta-D.H.), Allah’dan başka kimse Gayb’ı bil(e)mez”;[6] bu yüzden de Gelecek, sâdece tahmîn edilebilir; ancak, bu, bilinemez bir varlık âleminin ortasında yapayalnız ve şaşkın bir şekilde durduğumuz anlamına da gelmez: İhtiyatlı, tahminî ve temkinli olmak üzere Gelecek hakkında konuşma imkânımız ve hakkımız vardır.

İmdi, bu durum muvâcehesinde, konuyu öncelikle belirli bir millet değil de umûmen toplumlar ve milletler mes’elesi bağlamında ele aldığımızda, tarihte ortaya çıkmış ve hattâ çok uzun müddet berhayat olmuş ve bir kısmı da primordiyal millet olarak anılabilecek nice toplumların ve kavimlerin, önüne çıkan herşeyi öğüten Zaman adlı değirmenin ağır taşlarına karşı mukavemet edemeyip ya külliyen tarihe karışıp kaybolduklarını (Frigyalılar, Lidyalılar, Kimmerler, Hititler, Urartular v.b. gibi) veya başka milletler içerisinde eridiklerini (Chou Türklerinin Çinlilerin, Cengiz’in dörde taksîm olunan imparatorluğundaki Moğolların üçünün Türklerin içinde erimeleri gibi), yâhut tanınmayacak şekilde başkalaşıp başka bir millete dönüştüklerini (Hun Türklerinin Macarlaşması, Bulgar Türklerinin Slavlaşması, Eski Mısırlı Koptîlerin Araplaşması gibi), yâhut başka kavimlerle karışıp kaynaşarak yeni bir kavim veya millet oluşturduklarını (Normanların ve Saksonların İngiliz milletini oluşturması gibi) görmekte olduğumuzu söyleyebiliriz ki bu vazıyet de, toplumların — ve de milletlerin — tarihte bir kere ve adetâ tepeden verilircesine varlık âlemine çıkıp hemen hemen her tür ve nev’iden değişmelerden müstağnî, ebediyen ne ise öyle kalmakta olmayıp, bâzan hızlı bâzan yavaş, ama sâbit görünen dağların bile aslında mütehavvil olduğu bir âlemde, mutlaka ve behemehâl mütemâdî değişimlere mâruz kaldıklarını ve hattâ belirli bir ömürlerinin bulunduğu gerçeğini göstermektedir. Kur’ân “her ümmet için takdîr edilen bir ecel vardır”[7] demektedir ki, Kur’ân terminolojisindeki “ümmet”in bugünkü terminolojideki “millet”e denk düştüğünü göz önüne aldığımız takdirde bu ifâdenin her milletin, yâni politik örgütlenmeye sâhip her topluluğun da canlı veya cansız bütün varlıklar gibi ölümlü olduğunu göstermektedir. Kur’ân’ın bu metafizik düstûru ile bire-bir çakışan, Platon’un bütün varlığı ihâta eden, Timaios’ta hulâsaten vaz’ ettiği şu felsefî düstûru da aynı gerçeği tebliğ etmektedir: “..mâdem ki doğumludur, o hâlde ölümlüdür de”.

Şu hâle göre, en umûmî bir prensip olarak hiçbir toplumun hakikî mânâda ilelebed pâyidâr olma te’mînâtının bulunmadığını ve ölüm denen kara devenin er veya geç ama bir gün mutlaka kapısına çökeceğini göz önüne alarak, Türklerin de tarihî bir başlangıçları olduğu gibi tarihî bir sonları olması gerektiği gerçeğini kabûl etmek durumundayız: Biz Türkler, nasıl ki tarihte doğduk ise bir gün yine tarihte ortadan kalkacağız. Ancak, önce yakın ve sonra da uzak gelecek için tahminlerde bulunacak olursak, bu yok olmanın tevlîd ettiği ürpertiyi üzerimizden atabilir ve tarihteki uzun yürüyüşümüzün âkıbeti hakkında daha soğukkanlılıkla düşünebiliriz.

Bu noktada, bütün idealist Türk milliyetçilerinin en büyük “idea”sı olan bir ve bütün bir Türk Dünyası’nın, yâni kültürel ve politik olarak monoblok bir “Türklük”ün, daha teknik adıyla, “Pan-Türkizm”in, ya da ürkütücü adıyla muhteşem “Tûrân”ın, şimdi ve yakın istikbâl için sâdece ve yalnız bir yüksek ideal olarak kalmaya mahkûm olduğunu ve Türkiye dışındaki Türkler ile Türkiye Türkleri’nin istikbâllerinin, birbirlerinden radikal olarak kopuk olmamakla birlikte, farklı istikametlere doğru yönelme eğilimi taşımakta olduğunu söyleyebiliriz. Anadolu Türkleri’nin — hepsinin de değil — “Dış Türkler” tesmiye ettiği Türkiye dışındaki Türkler konusundaki en dikkate değer gelişme, kökeninde bir Osmanlı tecrübesi bulunmamak yatan, Rus siyâsetinin de büyükçe katkısı bulunan ve her birisi birer yaşayan ilâh rolüne soyunmuş Sovyet kalıntısı siyâsî kabîleci yönetim kadrolarının şahsî menfaatleriyle örtüştüğü için de mesâfe alan ve boy adlarının millet adlarına dönüşmesiyle teşekkül etme temâyülü gösteren “farklı milletleşme” sürecidir. Anthony D. Smith’in “ulusların içinde kader anlarını bekleyen başka uluslar” diye tanımladığı[8] bu olgu, bütün Türk tarihinin istikbâlini derinden sarsacak bir büyük tehlikenin işâretidir.

“(Biz) Anadolu Türkleri”ne gelince; fikrimce en mühim problem burada.

Bundan önceki yazımın sonunda söylediğimi bir kere daha tekrarlıyorum: Her şeye rağmen, bizler insanız; kör mekanik kaanunlarına tâbî fizikî nesneler değil; yâni yine de her şeye rağmen geleceğimiz Biz’den bağımsız değil. Ama, problem, “Biz”de.

V[v]

Aynı Türk soy kütüğünün içerisinden farklı milletlerin ortaya çıkmasının kat’î olmamakla berâber hiç de göz ardı edilmemesi gereken güçlü bir ihtimâl olmasının sebeplerini sâdece bugünde aramak yanlış bir düşünce olacaktır; mes’elenin asıl kökleri tarihtedir: Türk tarihinin burada tafsîl edilmesi mümkün olmayan gelişim süreci, Büyük Dünya Türklüğü Âilesi’nin bir tek devletin çatısı altında toparlanmasına imkân vermemiştir.

İmdi, “milletleşme”, toplumların hayatlarında kendiliğinden vuku’ bulan tabiî bir süreç değil, hattâ tam aksine, kısm-ı âzâmı îtibâriyle Devlet eliyle gerçekleştirilen bir inşâ sürecidir; aksi olmuş olsaydı, her toplumun bir millete dönüşebilmesi mümkün olurdu. Nasıl ki el’ân Arz üzerinde yedibin civarında konuşulan dilin mevcut olmasına ve her dilin de basit veya mütekâmil, bir kültüre tekabül etmesine mukabil, yüksek kültürlerin adedinin çok sınırlı ve medeniyetlerin adedinin ise daha da sınırlı olması gibi, beşbin civarında etnik gruba karşılık devlet sayısının iki yüzü bulamaması da, Millet’in içtimâî varlık nizamında kendiliğinden gelişen tabiî bir sürecin değil, bir medenî sürecin mahsûlü olduğunu göstermeye kâfî olsa gerektir. Daha da açık anlatımıyla, Millet ile Devlet arasındaki korelatif münâsebet, ancak uzun ömürlü, istikrarlı devlet kurabilen soy asabiyelerinin kâmil mânâda millet olma seviyesine terfî edebileceğini ve hassaten Türkler gibi aşırı bir coğrâfî dağılıma sâhip asabiyelerin de yekpâre (monoblok) “bir ve tek millet” seviyesine terfî edebilmelerinin bütün bu asabiyeleri ihâta eden “bir ve tek devlet” ile kaabil olabileceğini göstermektedir.

İşte, Türk tarihinin bu problemli yapısı, dikkat edilecek olursa, onların bütün tarihleri boyunca hemen-hemen hiçbir zaman yüzlerinin gülmemesine sebebiyet veren en büyük huzursuzluk, zaaf ve güç kaybı kaynaklarını oluşturmuştur. Nitekim, belki de hiçbir büyük tarihî millet, Türkler kadar iç harp yaşamamış, hiçbir büyük âile Türkler kadar kardeş kanı akıtmamıştır; bu hususta sâdece rastgele misâller olarak, İslâm öncesi dönemde Kök- Türkler’in Uygurlar, Uygurlar’ın Kırgızlar tarafından yıkıldığını; İslâm döneminde ise Karahanlılar, Gazneliler ve Selçukluların; daha sonraları Osmanlılar ile Akkoyunlular, Timurlular, Memlûklar, Safevîler, Nâdir Şahlar gibi Türk devletlerinin nasıl birbirlerinin can hasmı kesildiklerini vermek, bir Türkün en büyük düşmânının çok kereler adetâ bir başka Türk olmasının elîm bir netîcesi olan bütün bu “Türk İç Savaşlarının, Türk dünyasının en büyük enerjisinin birbirinin üzerinde harcanmasına, Büyük Dünya Türklüğü’nün tâkatten düşmesine sebebiyet vermesi yanında bu büyük âilenin homojen bir millet olmasına mâni’ olduğunu açıklayabildiği gibi, bundan sonrası için başgösteren daha büyük çapta, daha radikal âile parçalanmaları ihtimâlini de açıklayabilir.

Bunun yanında, yine aynı sebebe paralel olarak, Türklerin tarihleri boyunca homojen bir âile teşkîl edememeleri, onların “dil” üzerinden de birleşememelerinin hem sebebi ve hem de sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır. Bilhassa modern milletin şartlarından olan, bütün fertlerinin, ihmâl edilebilir tabiî lehçe ve diyalek farklılıkları dışında aynı dil ile birbirine bağlanmasının, yâni “dil birliği”nin bütün Türk tarihi boyunca olması gereken seviyede tahakkuk ettirilememiş olması, bu büyük âilenin ayrı istikametlerde gelişme gösteren parçalanmalar yaşamasına yol açmış ve bu oluşumu da hızlandırmıştır; buna, geçen asrın başlarında ortaya çıkan alfabe farklılaşması, Rus yönetimindeki Türklerin elitlerinin dillerinin Ruslaşması ve Türkiye Türkçesi’nin Türkiye’deki nesilleri bile birbirinden koparacak bir köksüzleşme ve yozlaşmaya mâruz kalması da eklenince, bugün Türk soylu insanlardan oluşan Büyük Türk Âilesi Dil üzerinden eskiye nazaran daha da kopuk bir vazıyete sürüklenmişlerdir. Filhakîka, Türkler bugün bâzı istisnâlar dışında, birbirleriyle Dil üzerinden birleşememekte, yekdiğerinin ilmî, edebî, felsefî literatürünü tâkip edememekte, filmlerini seyredememekte, esprilerini anlayamamakta, hâsılı Dil konusunda birbirlerine handiyse ecnebîler kadar uzak durmaktadırler ki bu durum muvâcehesinde, sâdece aynı büyük soy ağacına bağlı olmak gibi müphem bir hissin bu büyük kitleyi bir ve tek millet olarak birleştirebilmesini beklemek, en azından, yakın gelecek için sâdece romantik bir ütopya olmaya mahkûmdur; ancak, bu sürecin aynen böyle devam etmesi, farklılıkları azaltmak yerine daha da büyüteceği için, uzak gelecek dahi ümit vermez olacaktır.

***

Bu noktada, Türkler kadar olmasa da, hayli geniş bir coğrafyaya yayılmış bir başka büyük âile olan Büyük Arap Âilesi’nin durumu farklı bir karakteristik nitelik taşımaktadır. Bunu da yarın ele alalım.

VI[vi]

Batı tarihi, kendi içerisinde, Türkler kadar geniş bir coğrafyaya yayılmış bir milleti tecrübe etmemiştir. Vâkıa İsveç, Norveç, Danimarka, İzlanda, İsviçre, Kuzey İtalya, Kuzey ve Merkezî Fransa, Hollanda, Belçika, Lüksemburg, İskoçya, İngiltere, Avusturya ve Almanya gibi ülkelerin ve milletlerin teşekkülünde çok belirleyici bir tarihî aktör olarak baş rol üstlenen Germanlar da büyük bir coğrafî yayılıma sâhiptirler; ancak, hem genel olarak “German” adıyla anılan bütün bu toplum ve topluluklar esas îtibâriyle kendilerini “German” gibi bir üst kimlikle veya böyle bir ortak soy ile bağlı hissetmeyen ve öyle nitelendirmeyen veya nitelendirdiği çok şüpheli olan, etnik dayanışması çok zayıf kabîlelerden müteşekkîl bir etnik komplekstirler (bu kadar çok milleti oluşturmasının sebeplerinden birisi de budur), hem de yayılma alanları Türklere nazaran daha dardır. Bu sebeple, esas olarak hep kendi-merkezli olmuş Batı düşüncesinin kendi tarihinden çıkarsamış olduğu millet tanımlarının kendi dışındakilere bire-bir bir uyum göstermesi de beklenemez.

İmdi bu noktada, bir önceki yazımızın sonunda belirtmiş olduğumuz üzere, Türkler kadar olmasa da, yine de hayli geniş bir coğrafyaya yayılmış bir başka büyük âile olarak karşımıza çıkan Büyük Arap Âilesi’nin durumu, Türklere nisbetle farklı bir karakteristik nitelik taşımaktadır ve yine özet olarak söyleyecek olursak, bunun asıl sebebi de yine Türk ve Arap tarihlerinin gelişim süreçlerindeki farktır.

İlkin, aralarında ne kadar derin lehçe farkları olsa da, günümüz Arap dünyasında normal bir orta eğitimden geçmiş her Arabın aynı alfabe ve aynı dil üzerinden zorlanmadan anlaşabilmesi, Türklerin aynı âyarda başaramadığı bir şeyi, Mağrib’den Maşrık’a, bütün Arapların müşterek bir zihin kurgulayabilmesinin zemînini yaratmaktadır ve bu da esas olarak tarihî süreçle olduğu gibi aynı zamanda Kur’ân dilinin ve bin yıldan daha uzunca bir müddet bütün İslâm dünyasının ‘lingua franca’sının, yâni ortak kültür dilinin Arapça olmasıyla da ilgilidir; nitekim, bugün hiçbir milletin Araplar kadar arkaik dilleri ile bağlantılı olduğu ileri sürülemez: Çinlilerden Türklere, Fransızlara, Yunanlılara varıncaya dek hiçbir millet bindörtyüz yıl önceki bir metni, bugün Arapların anlayabildiği kolaylıkla anlayabilme imkânına sâhip değillerdir.

İkincileyin, hep göz ardı edilen bir husus da, Osmanlı faktörüdür: Uzun asırlar süren Osmanlı idâresinin, yâni “Pax Ottomana”nın, bundan önce temas etmiş olduğumuz veçhiyle, diğer birçok faktörün yanında, Türk tarihinin aynı zamanda Türkler arasındaki iç savaşlar tarihi olmasının bir sonucu olarak ve bâhusus bir başka Türk devleti olan İran’ın kindar bir kara çalı gibi diktiği engeli aşamamasının da katkısıyla gerçekleştiremediği “Türk Birliği” yerine, Arapları bir tek devlet altında birleştirmek sûretiyle sağlamış olduğu “Arap Birliği”, her ne kadar kabîle geleneğinin devam etmesinin netîcesi olarak siyâsî birlik konusunda bütün Arapları kapsayan pratik sonuçlar vermese de, kültürel birliği pekiştirmesiyle, tabiî olarak, Araplar arasında, Türklere nisbetle daha sıkı bir yakınlık oluşmasını hâsıl etmiş ve bu da “ayniyet” duygularını kuvvetlendiren ve modern Arap milliyetçiliğinin de zemînini oluşturan bir fonksiyon icrâ etmiştir. Yâni, Türklere nisbetle daha kuvvetli olan “dil birliği” ve, Türkler eliyle ve dolaylı da olsa pekiştirilen “kültür birliği” yânında Pax Ottomana mahsûlü olan “siyâsî birlik”, Arap Dünyası’nın Türk Dünyası’na nisbetle daha kompakt bir “tasavvur edilmiş cemaat” oluşturmasını sağlamıştır.

***

Buraya kadar Büyük Türk Âilesi’nin geleceğine dâir serdetmiş olduğumuz fikirlerden, bütün menfiliklere rağmen, bu büyük âilenin tarihteki mâcerâsının sonuna geldiği gibi bir netîcenin istihraç edilmesi affedilemez bir hatâ olacaktır. Hiç şüphesiz, “Ölmez bu millet; farz-ı muhâl ölse de hattâ / Çekmez Kürre ’nin sırtı o tâbût-u cesîmi ” diyen şâir haklıdır: Tarihe bu kadar derin kazılmış izler bırakan bir milletin o kadar kolaylıkla izmihlâle uğrayabileceği tasavvur edilemez. Bu hususta tek bir örnek olmak üzere, “nâ-mağlûp” Osmanlı’nın Viyana önlerinde mağlûp olmasını müteâkiben, birdenbire aşırı korkudan aşırı sevince, kendisini küçük görmekten (aşağılık duygusu; complexe infériorité) karşısındakini küçük görmeye (büyüklük duygusu; complexe superiorité) sapan Avrupa’nın hâlet-i rûhiyesini “1683 yılında, Viyana tepelerinde gelişmekte olan savaşın haberleri geldiğinde, padişahın ordularının da kendi orduları gibi olduğunu, kusursuz ve yenilmez olmadığını anlayabildiler. Efsanevî Büyük Türk ’ten korkmaya gerek yoktu ” cümleleri ile tasvîr ettikten sonra bir uçtan diğer bir uca salınan bu psikolojik bozukluğu istihzâ ile eleştiren Alan Palmer’ın şu hüküm cümlesindeki derin mânâya dikkat çekmek isterim:[9]

“Ama Türk’ün şaşırtıcı bir dokuz canlılığa sahip olduğunu anlamaları da bir o kadar uzun sürdü”

Evet: Şüphesiz Türkler de her toplum gibi bekaa te’mînâtına sâhip değillerdir, nasıl ki Tarih içerisinde doğmuş iseler, öylece bir gün yine Tarih içerisinde öleceklerdir; ama bugünden yârına hemen değil ve dahi tarihçi Palmer’in tarihî tecrübeden çıkarsamış olduğu gibi, bugün O’na kefen biçenlerin bir gün O’nun dokuz canlı olduğunu anlayacağı bir günün gelmesinin dahi hiç de ihtimâl harici olmayacağı da aynı tarihî tecrübeden çıkarsanabilir…

Kaynakça;

[1] William Rees-Mogg., “Bağımsızlık Elden Gidiyor”., The Times., 26.05.2003., Türkçe Çeviri: Radikal, 02.06.2003

[2] Benedict Anderson., Hayali Cemaatler: Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması., s.20

[3] Ernest Renan., “Millet Nedir?”., “Nutuklar ve Konferanslar” içinde., Bölüm I, s.105

[4] Durmuş Hocaoğlu., “Milliyetçiliği Sorgulamak”., Muhalif., Yıl: 1., Sayı: 12., 07.04.2000-13.04.2000., s.11

[5] Albert Sorel., Avrupa ve Fransız İhtilâli., C: I*-II., s.353-354

[6] “Qul lâ ya’lemu men fi’s-semâwâti we’l-arzı’l-ğaybe illâ’llah”., Neml: XXVII/65

[7] “We-li külli ummetin ecelun…”., El-A’raf: VII/34

[8] Anthony D. Smith., Ulusların Etnik Kökeni., s.29

[9] Alan Palmer., Osmanlı İmparatorluğu-Son Üçyüz Yıl, Bir Çöküşün Tarihi., s. 16

—————————————————-

[i] Yeni Çağ [Analiz]., 09 Mart 2004, Salı., s.12; Yeni Çağ Sıra No: 085; 2004-028; Mart-04

[ii] Yeni Çağ [Analiz]., 12 Mart 2004, Cuma., s.12; Yeni Çağ Sıra No: 086; 2004-029; Mart-05

[iii] Yeni Çağ [Analiz]., 13 Mart 2004, Cumartesi., s.12; Yeni Çağ Sıra No: 087; 2004-030; Mart-06

[iv] Yeni Çağ [Analiz]., 16 Mart 2004, Salı., s.12; Yeni Çağ Sıra No: 088; 2004-031; Mart-07

[v] Yeni Çağ [Analiz]., 19 Mart 2004, Cuma., s.12; Yeni Çağ Sıra No: 089; 2004-032; Mart-08

[vi] Yeni Çağ [Analiz]., 20 Mart 2004, Cumartesi., s.12; Yeni Çağ Sıra No: 090; 2004-033; Mart-09

Yazar
Durmuş HOCAOĞLU

1948 yılında Bayburt'ta dünyaya gelen Durmuş Hocaoğlu 1974 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi'nden Elektrik Mühendisi olarak mezun oldu. 1982 yılında mühendislik mesleğini terketti ve Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen