Cumhuriyeti, cumhuriyetin kazanımlarını anlamak için İstiklal Savaşı’nın hangi şartlarda başlatıldığımı, cumhuriyetin nasıl bir ortamda kurulduğunu iyi anlamak gerekir. Kurtuluş Savaşı’nın başladığı yani Cumhuriyetimizin önsözünün yazıldığı günlerin Türkiye’sini yazarlarımız anılarında, mektuplarında, hikâyelerinde ve romanlarında aktarmışlardır…
Recai Sanay’ın “İngiliz Kemal Milli Mücadelede” romanının “Anılarımı Neden Yazdım” bölümünde İngiliz Kemal olarak bilinen Ahmet Hamdi Tomruk’un şu ifadelerini çok anlamlı bulurum: “Bu gençlere her şeyi anlatmalıyız. Çünkü gözlerini açtıkları zaman her şeyi tıkırında, ortalığı sütliman buldular. Gel de bu çocuklara anlat!.. Memleket bu hâle geldi ama nasıl geldi? Bizler neler çektik, ne canlar verdik; bu toprakları mallarımızı geri aldık? Mavzer elimizden düştü mü hiç?” [1]
Türk tarihi üzerine en fazla kafa yormuş roman yazarlarımızın başında şüphesiz Kemal Tahir gelir… Kemal Tahir o günlerin genel manzarasını veya kendi deyimiyle manzarayı umumiyeyi “Yorgun Savaşçı”da şu cümlelerle anlatır; “Ölen dev, Osmanlı İmparatorluğuydu. Çıplak gövdesi, tepeden tırnağa yara içindeydi. Kolları bacakları iki yana açık, arka üstü yere serilmişti. Samsun’daki Pontus çetelerinden, Kafkasya’da Antranik’in Ermeni ordusuna, Musul’daki İngilizlerden, Adana’daki Fransızlara, Antalya’daki İtalyanlardan, Manisa’daki Yunan’a kadar her yanını bir canavar didikliyordu. Başına, demir tırnaklı kartallar çullanmıştı.”[2]
1919-1923 yıllarını anlatan edebi eserlerde çizilen Anadolu resminin müşterek noktalarını şu ana başlıklar altında toplamak mümkündür: Yaygın bir fakirlik, yoksulluk ve hastalık; cahillik ve taassup; yılgınlık, bıkmışlık ve çaresizliği kabulleniş…
Fakirlik, yoksulluk ve hastalık
Gerek o yıllarda yazılmış anı, mektup ve romanlarda gerekse sonradan kaleme alınmış romanlarda 1919-1923 Türkiye’sinin en bariz vasfının fakirlik, yoksulluk ve salgın hastalıklar olduğunu görürüz.
Bu konudaki en çarpıcı değerlendirmeleri Ahmet Haşim yapmıştır. Anadolu’ya genel müfettiş olarak gönderilen Ahmet Haşim arkadaşı Refik Şevket İnce’ye yazdığı 3 Eylül 1919 tarihli mektupta Anadolu’nun fakirliğinin çok çarpıcı, katı ve aşağılayan bir üslupla çok acımasız bir şekilde anlatır:[3]
“Anadolu köylüsünü tasnif-i mahlûkatta karıncalar nev’ine ithal etmeli fikrindeyim. Gündüz ağaçsızlıktan dolayı müthiş bir güneş altında yanan ve gece en güzel yıldızlar altında bütün böceklerinin namütenahi sesleriyle uzanıp giden bu araziden herhangi saat geçilmiş olsa yalnız yiyeceğini tedarikle meşgul, ‘gıda’ fikr-i sabitiyle sersemleşmiş, neşesiz ve yorgun bir insaniyetin mesai-i müşkilesine tesadüf olunur. Sanki cehennemî bir fırın karşısından yeni ayrılmış gibi yüzleri kıpkırmızı, dudakları çatlak, elleri kuruyup siyahlaşan bütün bu insanlar ya madde-i gıdaiyeyi biçmekle, ya onu taşımakla, ya onu savurmakla veyahut onu metharlarına doğru çekip götürmekle meşgul görünür. Tıpkı karıncalar gibi, tıpkı karıncalar gibi…
…….
Anadolu, hemen serapa frengilidir. Anadoluların güzelliği de bozulmuştur. Bir köy, bir kasaba veya bir şehrin kalabalığına bakılsa, heyet-i umumiyede o kadar topal, topalların o kadar envaı, o kadar cüce, kambur, kör ve çolak görülür ki, insan şekl-i eşyayı bozan muhaddeb bir camla etrafa bakıyorum zanneder.”
Ahmet Haşim’in buraya bir bölümünü alabildiğim tasvirlerini okurken, Anadolu insanına ilişkin gözlemlerini aktaran oryantalistlerin bile bu kadar acımasız olmadığını düşündüm. Ahmet Haşim’in; insanları eğik bükük gösteren bir dışbükey aynadan bakıyormuşçasına Anadolu insanını çok çirkin olarak tanımlaması objektif bir tespit olmasa da, fakirliğin dayanılmaz ölçüde olduğu, hastalıkların ahtapot gibi tüm ülkeyi sardığı yolundaki tespitlerinin gerçeği yansıttığını kabul etmek gerekir.
O yıllardaki Anadolu’nun fakir, perişan ve hastalıklı halinden pek çok eserde bahsedilir.
Turgut Özakman, “Şu Çılgın Türkler”de Anadolu’nun yoksulluğuna vurgu yaparken, başka bir gerçeğe dile getirir; “Altı yüzyıllık devletin anavatanı Anadolu, bütün imparatorlukların anavatanlarının tersine, utanılacak kadar yoksul ve bakımsızdı” [4]
Reşat Nuri Güntekin “Yeşil Gece”de anlattığı Anadolu kasabası, yoksulluğu, perişanlığı ve fakirliği ile bir korku filmini aratmayacak bir yerdir; “. Ortalarında akan çirkef sularında yarı çıplak çocuklarla çamurlu köpekler oynayan eğri büğrü sokaklar… Tezekle çamurdan yapılmış yarı yarıya toprağa gömülü penceresiz kulübeler… Birçoğunun aralık kapılarından pis kokulu dumanlar tütüyor. Başları yamalı peştamallarla sarılı, dizlerinden aşağısı çıplak kadınlar… Eski hasır parçaları üstünde güneşlenen iskelet gibi ihtiyarlar. Küçülmüş ihtiyarlara benzeyen yüzlerindeki yaralara sinekler üşüşmüş, şiş karınlı, çıplak, sıska vücutlu çocuklar…”[5]
“Cumhuriyet Türküsü”nde Emine Işınsu, muhacirler ve savaştan dönen askerler kentine dönüşen İstanbul’un perişan halini şu cümlelerle okuyucuya anlatır: “O günler İstanbul’unu kokmaya hazır, bir kanlı ve açık yara gibi düşünüyordu; dönen askerler yaralı, sakat.. bir dilim ekmeğe muhtaç, yine de mağlup olmuş olmanın mahcubiyeti içinde ve muhacirler.. muhacirler, cami avlularında, Sirkeci İstasyonu’nda üst üste atılmış paçavralar misali…”[6]
Cahillik, taassup,
O dönemi anlatan eserlere göre, Anadolu insanı yalnız yoksul ve perişan değil aynı zamanda çok cahildir. O cahilliğe bir de taassup zırhı giydirilmiştir. Anadolu insanının cahilliği hakkında en vurucu ifadeler şüphesiz “Suyu Arayan Adam”dadır. Şevket Süreyya Aydemir kendisinin ve kuşağının fikri arayışlarını temel alarak hayat hikâyesini anlattığı “Suyu Arayan Adam”da yedek subayken tanıklıklarını şöyle aktarır:[7]
“Askerlere sordum. ‘Bizim dinimiz nedir? Biz hangi dindeniz.’ Hep birden, ‘Elhamdü-l-illâh Müslümanız’ diye cevap vereceklerini sanıyordum. Fakat öyle olmadı, cevaplar karıştı. Kimisi ‘İmam-ı âzam dinindeniz’, kimisi ‘Hazret Ali dinindeniz’ dedi. Kimisi de hiçbir din tayin edemedi. Arada, ‘İslâmız’ diyenler de çıktı. Peygamberimiz kimdir? Deyince, onlar da pusulayı şaşırdı. Akla gelmez peygamber isimleri ortaya atıldı. Hatta birisi, ‘Peygamberimiz Enver Paşa’dır’ bile dedi. İçlerinden peygamberin adını duymuş olan birkaçına da, ‘Peygamberimiz sağ mıdır, ölü mü?’ deyince, iş gene çatallaştı. Herkes aklına gelen cevabi veriyordu. Bir kısmı sağ, bir kısmı ölüdür tarafını tuttu. …
Ezanı dinlemişlerdi. Fakat ezan okumayı bilen yoktu. Namaz kılan bir iki kişi çıktı. Onlar da namaz surelerini yanlışsız okuyamadı. Daha garibi, niçin namaz kıldıklarını bir türlü anlatamadılar. Sonra; ‘Köyünde cami olanlar ayağa kalksın’ dedim. Gerçi köylerinde cami olan birkaç kişi kalktılar. Fakat onlar da bayramlarda, cumalarda âdet yerini bulsun diye camiye gitmişlerdi. Köylerinde mektep olan bir tek kişi çıkmadı. Bu bölük, o zamanki milletin bir parçasıydı. Hepsi Anadolu köylüleriydi. Biz Anadolu köylüsünü dindar, mutaassıp bilirdik. Hâlbuki bu gördüklerim sadece cahildiler.”
Halkın soyundan, milliyetinden de haberi yoktur. Yine Şevket Süreyya Aydemir’e kulak verelim;
“Biz hangi milletteniz? Deyince her kafadan bir ses çıktı: ‘Biz Türk değil miyiz?’ deyince de hemen, ‘Estağfurullah’ diye karşılık verdiler. Türklüğü kabul etmiyorlardı. Hâlbuki biz ‘Türk’tük. Bu ordu Türk ordusu idi. Türklük için savaşıyorduk. Fakat ne çare ki, bu ‘Biz Türk değil miyiz?’ diye sorunca ‘Estağfurullah’ diye cevap verenlerin görüşüne göre Türk demek, Kızılbaş demekti. Kızılbaşlığın ise ne olduğu bilinmiyordu…..”
Turgut Özakman “Cumhuriyet Türk Mucizesi”nde okuma yazma oranına ilişkin olarak şu rakamları verir; “Her bakımdan geri bir ülkeyiz. Sanayi yok, karayolu, hastane, okul yok. Erkeklerin ancak yüzde yedisi okuryazar, yüzde doksan üçü cahil, Kadınlarımızın durumu ortada. Ancak binde dördü okuryazar.”[8]
Yılgınlık, bıkkınlık, inançsızlık
Sorun yalnızca yoksulluk ve cahillik değildir. Anadolu İnsanı 1877 Osmanlı Rus Savaşından bu yana orduya asker vermektedir. İşin kötüsü gidenlerin çoğu dönmemektedir. Balkanlardaki isyanlar, Trablusgarp Savaşı, Balkan Savaşı, 1. Dünya savaşı… Halk savaştan ve çocuklarının ölümünden bıkmıştır. Askerden terhis edilenler askere gitmek konusunda çok hevessizlerdir.
Halkın ve 1. Dünya Savaşı gazilerinin yılgınlığını, bıkkınlığını en güzel anlatan yazarlardan birisi Refik Halit Karay’dır. Belki Bu nedenle İstiklal Savaşı’nın kazanılamayacağına inanmış ve İstiklal Savaşı’na muhalefet etmiş ve savaş sonrası 150’likler listesine alınarak yurtdışında uzun sürecek bir sürgün hayatı yaşamıştır. Refik Halit Karay bu yılgınlığı “Memleket Hikâyeleri”nde şu cümlelerle anlatır; “Zira mütareke senelerinden bunalıyorlardı; cepheden veya esaretten kadit halinde dönen, hastaneden tedavisi bitmeden sakat ve illetli olarak kapı dışarı edilen nice ihtiyat zabitleri vardı ki ne maaş alabiliyorlardı, ne iş bulabiliyorlardı. Senelerce tahassürünü çekerek yaşadıkları hudutlardan evlerine dönünce açlıktan ve sefaletten bir nebze saadete ve rahata kavuşamamışlardı. Bu bir devir idi ki, yalnız askerî bir felâkete inhisar etmiyordu; içtimaî cihetten ve dünyanın en korkunç, usandırıcı ve kemirici bir devresi idi; koca bir insan nesli, mecalsiz babalar, ezgin analar, gıdasız çocuklarla bilhassa ahlâk ile kavruk, yatkın, çürük kalmıştı.”[9]
İstiklal Savaşımızın başladığı yıllarda halkın ve askerin yılgınlığını, savaştan bıkmışlığını en iyi anlatan romancılarımızdan birisi Kemal Tahir’dir. Özellikle “Yorgun Savaşçı” bu konu üzerine inşa edilmiştir desek yanlış olmaz. Mesela şu alıntılar “Yorgun Savaşçı”dan;
“Genel durum şu: Millet savaştan yılgın… ‘Vuruşalım’ demiyor musun, anasına sövmüşün gibi sırtarıyor… Yedek subaylardan yarısı evlerine kapanmış, yarısı ekmek parası derdine düşmüş… Bizimkilerin çoğu hasta, sakat… Sağlamlar daha yenilginin şaşkınlığından kurtulamadı. Kala kala bir avuç senin gibi ‘Bizim aklımız ermez’ diyen subayla gözünü budaktan sakınmaz deli aydın kaldı. Gerisi, asker kaçağı, çapulcu, kısacası: eşkıya…”[10]
“Hayır, buradaki yılgınlık, siperde başkaldırtmayan yılgınlığa benzemiyor. Orda birlikler, süngü saldırısına kalkmasalar bile, düşman beklemektedirler. Üstlerine gelirse, sağ kalanlar sonuna kadar vuruşacaklar. Burada, düşmana karşı durmak yok… Düşman düşman bayraklarıyla bekliyorlar. Bizi aptallaştıran bu…”[11]
Halide Nusret Zorlutuna, “Aşk ve Zafer”de İstanbul’da yaşayan halkın 1918 yılındaki durumunu şu cümlelerle ifade eder “İstanbul’da halk; ölümden, hastalıktan, kıtlıktan bıkmış usanmıştı. Fakir ve orta halli tabaka; güneş batarken yatağa giriyor; şekersizlikten uyuz oluyor; sabunsuzluktan bitleniyor. Tifüse yakalanıyor; ekmek yerine süpürge tohumu yemekten mide fesadına uğruyordu. Bir kelime ile halk bunalmıştı.”[12]
Tarık Buğra’nın Kurtuluş Savaşını farklı bir bakış açısıyla anlattığı romanı “Küçük Ağa”da, romanın başkahramanlarından Çolak Salih üzerinden halkın yılgınlığı çok güzel tasvir edilir. Kitabın ilk bölümlerini okudukça o yılgınlığı, bıkkınlığı, isteksizliği yeni bir savaştan korkmayı iliklerinize kadar hissedersiniz… Bunun cümle cümle altını çizmek çok zor. Yine de örnek olarak birkaç cümle vereyim: “ Seferberlik dediler, sancak açıldı dediler, hadi askere dediler, biz de gittik. Padişahım çok yaşa diye bağırdık. Sonra toplar tüfekler patladı. Boyuna yürüdük, koştuk, süründük, sindik, saldırdık, ikide bir süngüleştik. Kiminde kazanmışız ilerliyormuşuz, kiminde gerilemişiz… Hepsinde ölen tam ölüyor, kalanlarınsa kimi tam kimi de yarım yamalak kalıyordu. Sonunda harp bitti yenildik dediler. Paydos der gibi. Bir de baktık ki bizde ne kol kalmış ne kanat. Hafız’ın oğlu Demirci Salih, Çolak Salih olup çıkmış.”[13]
Yılgınlık, ümitsizlik ve yapılacak bir milli mücadelenin başarılı olacağına olan inançsızlık, aslında milliyetçi ve vatansever olan aydınları bile sarmış ve sarmalamıştır. Bu nedenledir ki pek çok yurtsever asker ve aydın Amerikan Mandasını savunur hale gelmiştir. Emine Işınsu “Cumhuriyet Türküsü”nde Sivas Kongresi sırasında Amerikan Mandası taraftarlarının faaliyetlerini ve Mustafa Kemal’in bunları engelleyen liderliğini şöyle özetler:
“Kongre başlamadan bir akşam evvel İstanbul Delegeleri Bekir Sami Beyin evinde toplanıp ‘Amerikan Mandası’ meselesini müzakere etmişlerdi. Hepsi istiyordu bunu… ve ciddi engel olarak Mustafa Kemal’i görüyorlardı. Bir tedbir olarak onu kongre başkanı olarak seçtirmemeye karar verdiler.
Kongrenin ilk günü Mustafa Kemal daha kapıdan girerken, Rauf Bey yanına yaklaşmış, bu kararı ona bildirmişti. Mustafa Kemal ‘Bekir Sami Beyin evinde aldığınız kararı bana tebliğ ediyorsunuz öyle mi!’ demiş yürüyüp geçmişti…
Allah’ın bir takdiri; o gün gizli oyla yapılan seçimde, üç muhalife karşı Mustafa Kemal ‘Reis’ seçilmişti.”[14]
İşgal sonrası yoksulluk, cahillik ve yılgınlığa insanları korkutan bir unsur daha eklenmişti;
İşgal güçlerinin ve onlara destek veren azınlıkların zulümleri
Uzun yıllar süren savaşlar sonrası Türkler ekonomik güçlerini kaybetmişler, azınlıklar da askere gitmedikleri için güçlendikçe güçlenmişlerdir. İstanbul’un İngilizlerin, Maraş ve Antep’in Fransızlar ve Ege’nin Yunanlılar tarafından işgalinden sonra azınlıklar düşmanın beşinci kolu gibi çalışırlar. Türk’ü arkadan vururlar. Bununla ilgili anlatımlara pek çok romanda rastlanır. Atilla İlhan azınlıkların düşmanla işbirliğine romanlarında en fazla yer veren yazarların başında gelir. Şu satırlar “O Sarışın Kurt”tan; “Ateşe verilmiş, yanmakta olan bir köy: sokaklarda delice at süren, sağı solu ateşe veren, yerli palikaryalar. Duman bulutları, karanlığı kızıla boyayan alevler! Ev, ev, kaçışan ahâli: Çocuğunu elinden tutmuş, bebeği kucağında, köylü kadın; anasını korumak isterken, dipçikle indirilen, genç oğlan; atından inmiş, Rum çetecinin, kolundan tutup sürüklemeye çalıştığı, gelinlik kız; tutuşmuş bir ahırın kapısında, sırtından vurdukları, ihtiyar köylü; seyrek beyaz sakalı, bütün kan; duman ve ateş anaforundan, paldır küldür kaçışan, sığır ve inekler…”[15]
Yunanlıların zulmü o kadar vahşicedir ki bazı Yunanlılar bile bu vahşetten rahatsız olurlar. Sevinç Çokum “Ağustos Başağı”nda Yunanlıların köyleri yakmasından Klerides adlı Yunanlı bir komutanın duyduğu rahatsızlığı şu cümlelerle anlatacaktır: “Gelip geçtikleri yerler gözünün önünde bir kan seliyle, alevlerle belirdi. Yakılan köyler… Genzinde insan eti yanığının kokusu… Nereye gitse bu kokuyu duyacaktı.” [16]
Hasan İzzettin Dinamo’nun belgesel romanı “Kutsal İsyan”da hem Rum hem de Ermeni zulmünün örneklerine yer verilir:
“Sakalları uzamış, gözlerin kan çanağına dönmüş, yorgunluktan bitkin bir şirit taburunun kılıç artıkları, Menemen‟in sokaklarına dalar dalmaz, tüfeklerinde atmaya vakit bulamadıkları kurşunları ilk rastladıkları yalınayak, üstü başı yırtık pırtık Türk çocuklarının, çeşmeden su dolduran kadınların, evinin sundurmasında güneşlenen aksakallı ihtiyarların, dükkânında müşteri bekleyen bakkal ve satıcıların, pencereden merakla bakıp ne olduğunu anlamaya çalışan genç kız ve yaşlı ninelerin üzerine boşalttılar. Birkaç dakika içinde sokaklar ve evlerin içi iniltiler, bağırıp çağırışlar ve haykırışlarla doldu.” [17]
“Ermeniler, göz oymak, burun ve kulak kesmek, kadınları ayaklarından asıp dövmek, memelerini koparmak, en hayalci bir facia romancısının bile düşünemeyeceği, hayal edemeyeceği bir biçim ve alçaklıkta Türk kadın ve kızlarının ırzlarına geçmekte, işgalcilerin beslemeleri, eşsiz örnekler gösteriyorlardı.” [18]
Hıfzı Topuz “Millî Mücadele’de Çamlıca’nın Üç Gülü” adlı eserinde azınlıkların İstanbul civarında kurduğu çetelerin yaptıklarını şöyle anlatır : “Neler yapıyordu bu çeteler? Kuvâ-yi Milliye’ye yardım ettikleri bilinen insanları ya kurşunlayarak ya da boğazlarını keserek öldürüyorlar bazen de ağaçlara asıyorlar, jandarmaları, polisleri vuruyorlar, kızları kaçırıyorlar, evleri soyuyorlar, bazen de yakıyorlar, köylünün hayvanlarını alıp götürüyorlardı. Kendi güçleri yetmediği zaman çeteciler İngilizleri devreye sokarak Kuvâ-yi Milliyecileri onlara öldürtüyorlardı.”[19]
Halide Edip Adıvar’ın şu cümlesi aslında Türk Milletinin azınlıkların davranışlarına duydukları tepkiyi özetler mahiyettedir: “Çarşaflandım, kapıyı açtım. Bir Ermeni tercüman, bir küme İngiliz askerine tercümanlık ediyor. Ağzı kulaklarına kadar açık, öyle muzaffer sırıtıyor ki, zavallı uşak Ermeni’yi hatta bize isyan ederken severdim, fakat İngiliz’e uşaklık ederken küçük bir şey!”[20]
İşgalcilerle birlikte hareket edenler yalnızca azınlıklar değildir. Düşmanla işbirliği yapan bürokratlar, din adamı, eşraf hatta ev kadınları pek çok dönem romanında konu edilir. Ayrıca işgalin sonuçlarının farkında olmayan, ihanet düzeyinde olmasa da işgal güçlerine hayranlık duyan pek çok roman kahramanı vardır.
İstanbul yalnızca askeri işgal altında değil, kültürel olarak da işgal altındaydı. Yaşantısıyla değerleriyle İngilizlere hayran bir kesim türemişti.
“Reis Paşa”da olay şöyle anlatılır: “Mağazaların çoğunda, Fransızca, Rumca, Ermenice tabelalar göze çarpıyor; ışıklı reklamlar, renk renk, etrafı aydınlatmış; bazı İşhanlarının, bazı binaların kapı ve balkonlarına, İngiliz, Fransız, İtalyan, en çok da Yunanistan bayrakları asmışlar; bazıları, yukarıdan aşağıya, boydan boya sarkıtılıyor. Belli belirsiz, ilkbahar kokusu. Bazı müzikli pasta salonlarından, kıpır kıpır piyanolar; ecnebi şarkıcıların söylediği şarkılar: Damia mı, yoksa Mistinguette mi?”[21] “Tepebaşından itibaren evler, dükkânlar yabancı bayraklarla süslenmişti. İngiliz, Fransız, İtalyan Yunan bayrakları… Vitrinleri çeşitli lüks eşyalarla donatılmış ana caddeden Taksim’e …”[22]
Ayağa kalkan bir millet
Pekiyi insanı şaşırtacak ölçüde bir fakirliğin pençesinde kıvranan, sıtma gibi, tifo gibi, tifüs gibi salgın hastalıklarla başa çıkmaya çalışan, savaş yılgını, hayattan bıkmış, düşmanla işbirliği eden kişileri içinde barındıran bir millet nasıl olmuş da ayağa kalkarak tarihin gördüğü en önemli antiemperyalist savaşı başlatmış ve kazanmıştı?
Çok az sayıda olsa da düşmanın er geç yurttan kovulacağına, Türkün esir yaşayamayacağına inanan aydınlar vardı. Düşmana tepki koyan, sarayın kesin emrine rağmen düşmana kurşun sıkan Ali Çetinkaya gibi askerler ve Hasan Tahsin gibi aydınlar Türk’ün baş eğmeyeceğinin, bir milli mücadelenin başlayacağının işaret fişekleriydiler…
Ama düşmanla savaşmak için orduya ihtiyaç vardı. İşgaller başladığında ordu var mıdır? Ne durumdadır?
Mondros Mütarekesi imzalandığı sırada Osmanlı ordu birliklerinin mevcudu 400 bin kişi civarındaydı. Müttefikler bunun 50.000’e düşürülmesini istiyorlardı. Kuruluş çalışmalarına başlayan Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Riyaseti, 2 Ocak 1919’da orduyu; dokuz kolordu, 20 fırka ve dört süvari alayı şeklinde teşkilatlandıracağını İngilizlere bildirdi. Yeni teşkilatlanmada ordu birlikleri ağırlıklı olarak Doğu’da Ermenilerden Kuzey’de Pontos çetelerinden gelecek saldırıları önleyecek şekilde konuşlandırılmıştı. Osmanlı ordusu, Erzurum’daki 15. Kolordu hariç tutulursa sanki bir iskelet kadro şekline sokulmuştu… Ordudan firarlar da başlamıştı. Ordu mevcudu çoğu jandarma olmak üzere elli binin altına düşmüştü.[23]
Kemal Tahir “Yorgun Savaşçı”da ordunun yokluğunu, tükenmişliğini şöyle anlatır; “Bir küçücük umut görebilsek… Bizi asıl bitiren, ne kadar süreceği bellisiz, bu aylaklık… Ordu dağıldı. Ha deyince kurulamayacağı meydanda… Ordu olmayınca, nasıl atarız bu utancı üstümüzden?…”[24]
Askerin kışlık elbisesi yoktu. Sevinç Çokum “Ağustos Başağı”nda bu gerçeği bir askerin ağzından seslendirir: “Önümüz kış, dedi. Üstümüzde kaput da yok. Biz bu kış muharebe meydanlarında soğuktan ölürüz kardaş. Başka bir sebepten değil.” [25]
Ordu yetersizdi ama kurtuluşa inançlı kadrolar ile bu eksikli giderilebilirdi. Ama halk yılgın ve isteksizdi. Anadolu’da bir avuç inancını yitirmemiş insan vardı. Bunlar da genellikle Müdâfaa-i Hukuk Dernekleri ve Türk Ocağı etrafında örgütlenmişlerdi. Kuvâ-yi Milliye’nin nüvesini oluşturan da bu aydın ve inançlı kadroydu.
Tabii inançlı olmak, mücadele etmeye niyetli olmak yetmiyordu. Mücadeleye istekli insanları organize edecek, onları bir hedefe yöneltecek bir lidere de ihtiyaç vardı… Tanrı, o lideri Türk Milletinden esirgememişti…
Mustafa Kemal daha ilk günden işgalcilerin Türk Milleti tarafından kovulacağına inanmıştı. Mustafa Kemal’in İngiliz gemilerini görünce “Geldikleri gibi giderler” sözünü söylediği anlar “Kutsal İsyan” ve “Şu Çılgın Türkler” gibi belgesel romanlarında da ayrıntılı olarak işlenir. “Kutsal İsyan”da Mustafa Kemal Paşa’nın benzer sözleri Fransızlar için de söylediği vurgulanır: “Atları üzerinde dim dik durmaya çalışan Fransız subayları, ‘Küçük dağları ben yarattım’ deyip birer küçük Napolyon minyatürü gibi ilerliyorlardı. Mustafa Kemal, kapıyı kapayıp içeri girerken: ‘Napolyon’un bir Moskova dönüşü olduğu gibi General Franchet Desperey’nin de bir İstanbul dönüşü olacaktır; bunu yarının tarihleri yazacaktır’ diye söylendi.”[26]
Mustafa Kemal dışında milli mücadelenin başarılı olacağına inanan subay sayısı çok azdır. “Kutsal İsyan”da Hasan İzzettin Dinamo, Mustafa Kemal dışında düşmanın mücadele ile kovulacağına inanan subaylardan birisinin de Kazım Karabekir olduğunu şöyle anlatır:
20 Kasım 1918’de Kazım Karabekir yakın arkadaşı Harbiye Nazırlığı Müsteşarı İsmet (İnönü) Bey’den kendisini doğuya tayin ettirilmesini ister. Milli mücadelenin Doğu Anadolu’dan başlatılabileceği inancında bahseder. İsmet Beyin cevabı ve Kazım Karabekir’in karşı cevabı “Kutsal İsyan”da şu cümlelerle okuyucuya aktarılır: “İsmet bey ise ona şöyle karşılık vermişti: ‘ Tehlike büyüktür. Senin fikrin imkânsızdır. En iyisi askerlikten istifa ederek birer köyde çiftlik kurmaklığımızdır.’ O zaman Kâzım Karabekir ona, o meşhur karşılığını vermekte gecikmemişti: ‘Ben tek dağ başı mezar oluncaya kadar bu gayeden ayrılmayacağım.’……” [27] Romandaki bu cümleler Kazım Karabekir’in “İstiklal Harbimiz” isimli savaş anılarındaki ifadelerle paralellik göstermektedir.
Mustafa Kemal Paşa’nın ve Kuvâ-yi Milliyeci’lerin kurtuluşa olan inancı, Mustafa Kemal Paşa’nın lider özellikleri sayesinde halkta da genel kabul görür. İsteksizliğini yerini istek, yılgınlığın yerini umut, yorgunluğun yerini canlılık alır… İstanbul’un yabancılara umut bağlayan pasifist tavrını kabullenmeyen halk Mustafa Kemal’in mücadeleci tavrını ve onun liderliğini kabullenir. Bu kabullenme zamanla bağlılığa, bağlılık da hayranlığa dönüşür.
Şükufe Nihal’in de isabetle belirttiği gibi “Milletin kurtuluşu için, şerefle yaşayabilmesi için ancak kendi kendisine dayanması, kendi hâkimiyetini kendi kurması lazımdı, millet bunu istiyordu. Mustafa Kemal, milletin vicdanında yaşayan, tutuşan bu arzuyu, bu imanı çoktan sezmiş, büyük dehası ile onun önünde bir güneş gibi parlayarak yol gösteriyordu. Anadolu’da milli bir iman doğmuştu…”[28]
Bekir Büyükarkın “Gece Yarısı” isimli romanında halkın Samsun’a çıkan Mustafa Kemal hakkında düşüncesini şöyle ifade eder “Padişah göstermelik oldu, sadrazam ise Paris’te sürünür diyorlar! Bir paşamız varmış! Anadolu’ya gitmiş! Kimisi Sarı Paşa der. Bütün ümit ondaymış, tek başına ne yapsın adam Samsun’da?”[29]
Halide Nusret Zorlutuna “Aşk ve Zafer”de Urfalı Eyüp Bey’in ağzından Mustafa Kemal Paşa’ya duyulan güveni ve bu güvenin yerel kurtuluş hareketlerine, toplumsal direnişin başlamasındaki rolünü şu kelimelerle anlatır: “Onun Erzurum’da açtığı bayrak bütün Anadolu’yu kapsayacak kadar geniş. Hepimiz olduğumuz yerde vazifemizi yaparsak canımızı, ırzımızı, candan aziz olan toprağımızı, istiklalimizi, şerefimizi kurtarırız. Düşman kuyruğuna baka baka cehennem olup gider.”[30]
“Kutsal İsyan”da Amasya Müftüsü Abdurrahman Kamil Efendi’nin 13 Haziran 1919 günü sarf ettiği şu sözlere yer verilir. “Artık, padişah olsun, halife olsun, ismi, unvanı her ne olursa olsun, hiç bir şahsın ve makamın hikmeti mevcudiyeti kalmamıştır. Yegâne çareyi halâs(kurtuluş), halkın doğrudan doğruya hâkimiyeti eline alması ve iradesini kullanmasıdır. Hep beraber Mustafa Kemal Paşa’nın etrafında toplanarak vatanı kurtaracağız.”
1920 yılında Şeyhülislâm’ın Kuvâ-yi Milliye mensuplarının katlinin vacip olduğu yolundaki fetvası ve milli mücadele Önderlerinin idamı hakkında Nemrut Mustafa Paşa Divanı’nın verdiği idam kararlarının yarattığı olumsuz etki ve söz konusu fetvaya karşı Ankara Müftüsü Rıfat Börekçi, Denizli Müftüsü Hulusi Efendi, Amasya Müftüsü Kamil Efendi gibi vatansever din adamlarının öncülük ettiği İslam ulemasının Meclis’in bir cihat yürüttüğü yolundaki fetvası ile Şeyhülislamın Fetvasının olumsuz etkisi silinmeye çalışılır.
Mustafa Kemal Paşa başarılı oldukça ona duyulan güven Kuvâ-yi Milliye’ye duyulan sempatiye, Kuvâ-yi Milliyeye duyulan sempati Mustafa Kemal’e bağlılığa dönüşür. İlk başlarda yalnızca Subaylara, Müdâfaa-i Hukuk Derneklerine ve Türk Ocağına dayanan Kuvâ-yi Milliye’nin, Mustafa Kemal Paşa’nın gayretleriyle milli duygulara sahip eşraf, ağa, din adamı ve şeyhlerle de takviye edilmesi, ilk meclise bu insanları temsilci olarak alınması insanlarım milli mücadeleye daha sıcak bakması sağlanmıştır. Kuvâ-yi Milliye güçlerine ve Mustafa Kemal’e duyulan güvenin artmasında azınlıkların ihanetleri, işgal kuvvetlerinin zulümleri kadar, iç isyanların İstanbul tarafından desteklenmesinin ve İstanbul’a duyulan güveni günden güne azalttığı gibi halkın mücadele isteğini de artırmıştır…
Dönem romanların pek çoğunda, başlangıçta milli mücadeleye karşı ilgisiz, mesafeli duran hatta karşıt roman kahramanlarının, milli mücadele başarılı oldukça yanlışlarını anlayarak milli mücadele taraftarı olduklarını görürüz. Bu kişilerin milli şuura ulaşmalarında ana faktörler işgalcilerin zulümleri, azınlıkların azgınlıklar, işbirlikçilerin bencillikleri, Türklerin dışlanması, milli mücadelenin başarıya ulaşacağına duyulan inanç, Mustafa Kemal’in liderliğine duyulan güven, Türklerin aşağılaması, Müslüman kadınların namuslarına ve kıyafetlerine saldırması gibi olaylar roman kahramanlarının uyanmasına yol açar.
1922 İlkbaharında artık kurtuluşa olan inanç bütün ülkeyi sarmıştır. En muhalif insanlar bile milli mücadeleden yana olduğunu belirtir bir duruma gelmiştir. Güneş bile farklı ışımaktadır. Kurtuluş kağıdadır. Ardından da Cumhuriyet. Tarık Buğra bu durumu ne güzel anlatır:
“Bu mart sonunda bir türkü gibi dağı taşı saran baharın derinliği, diriliği ve üretim gücü bütün Anadolu ruhlarını da sarmış gibiydi.
Payitahta düşman askeri girmişmiş.. Yunan ordusu insanın eşini görmediği bir zulüm fırtınası gibi içerilere kadar dayanmışmış.. Aynı büyük ve asil devletin nimetleriyle beslenen Rumlar, Ermeniler arkadan vurup dururlarmışmış.. Bahar öyle bir geliş geldi ki bütün bu kahredici mışmışların üstesinden sanki bir Köroğlu, bir Genç Osman narası esiverdi. Sanki bütün bu mışmışlar ocak ayının donları, fırtınaları gibi çözülüp, silinip gitti, sanki her şey yeniden başlıyordu, tıpkı 1071’deki gibi, tıpkı 1299’daki gibi.
Sanki Anadolu kocaman bir kovandı da oğul vermeye hazırlanıyordu, ölen arılar dışarı atılacak, bölümler temizlenecek, çiçek tarlalarına doğru o yaratıcı, o biriktirici eşsiz uçuşların şevki başlayacaktı…”[31]
Hani bazıları On Kasımlarda gazetelere sayfa sayfa “Olmasaydın da olurduk” diye ilanlar veriyorlar ya, onun hiç de kolay olmadığını Hasan İzzettin Dinamo’nun belgesel romanı “Kutsal İsyan”da aktarılan, 25 Kasım 1919 Tarihinde Sivas’ta Kazım Karabekir Paşa’nın Fevzi Paşa’ya (Çakmak) söylediği sözlerden anlıyoruz…
“Kazım Karabekir, Fevzi Paşa’nın sonuna dek boşalmasını bekledikten sonra sözü aldı ve şöyle konuştu;
-Paşam, Mustafa Kemal Paşa’ya başımıza geçmesini daha İstanbul’da teklif eden de benim. Bugün, bütün gücümle tutmayı en büyük bir ödev bilirim. Ondan daha hamiyetli ve değerlisini İstanbul’da iken aradım bulamadım. Pekâlâ hatırlarsınız. Hanginiz esaret altındaki İstanbul’dan çıkıp ta geldiniz? Bugün de sizden rica etsem ihtimal yine gelmezsiniz.”[32]
Falih Rıfkı Atay’ın “Çankaya”da aktardığı bir olay da Kurtuluş Savaşı’na önderlik edebilecek tek kişinin Mustafa Kemal Paşa olduğu gerçeğini gözler önüne serer:
“Rauf Orbay….. Cumhuriyet devrinde Atatürk’ten ayrılmış ve onunla dargın olarak ölmüştür, kültürü kıt, dünya görüşü dar, fakat namuslu bir adamdı. Nitekim Atatürk öldükten yıllarca sonra Kuvâ-yi Milliye devrinin Kâzım Karabekir, Refet Bele ve Ali Fuad (Cebesoy) gibi ‘büyük’ tanınmışları ile bir toplantıda: ‘Hiçbirimiz olmasaydık Kurtuluş Savaşını Atatürk gene başarırdı. Ama o olmasaydı hiçbirimiz onun yaptığını yapamazdık’ demek dürüstlüğünü göstermiştir.”[33]
Yazımı “Yaban”dan bir cümle ile bitireyim:
“İnsan Türk olur da, nasıl Kemal Paşa’dan yana olmaz?”[34]
Dipnotlar
[1] Recai Sanay, Türk Casusu İngiliz Kemal Millî Mücadelede, Kültür Kitabevi 1969 s.5
[2] Kemal Tahir, Yorgun Savaşçı, Remzi Kitabevi 1965 s. 481
[3] Güzel yazılar-Mektuplar- Türk Dil Kurumu Yayınları 2011 s.67–72
[4] Turgut Özakman, Şu Çılgın Türkler, Bilgi Yayınevi-2005 s. 95
[5] Reşat Nuri Güntekin, Yeşil Gece, İnkılap Yayınları 1990 s-56
[6] Emine Işınsu, Cumhuriyet Türküsü, Bilge Kültür ve Sanat 2018 s. 140-141
[7] Şevket Süreyya Aydemir, Suyu Arayan Adam, Remzi Kitabevi 1976 s. 86
[8] Turgut Özakman Cumhuriyet Türk Mucizesi, Bilgi Yayınevi 2009 s. 212
[9] Refik Halit Karay, Memleket Hikâyeleri, İnkılap Kitapevi 2014 s. 184
[10] Kemal Tahir, Yorgun savaşçı, Remzi Kitabevi 1965 s. 220
[11] Kemal Tahir, Yorgun savaşçı, Remzi Kitabevi 1965 s. 304
[12] Halide Nusret Zorlutuna, Aşk ve Zafer, Panama Yayınları-2019- s. 77
[13] Tarık Buğran, Küçük Ağa, Kervan Yayınları 1977 s.40
[14] Emine Işınsu, Cumhuriyet Türküsü, Bilge Kültür ve Sanat 2018 s. 395
[15] Attila İlhan, O Sarışın Kurt, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2019 s. 9
[16] Sevinç Çokum, Ağustos Başağı, Ötüken Neşriyat 2007 s. 258
[17] Hasan İzzettin Dinamo, Kutsal İsyan, Tekin Yayınevi 1999 2. Cilt s.346
[18] Hasan İzzettin Dinamo, Kutsal İsyan, Tekin Yayınevi 1999 3. Cilt s.434
[19] Hıfzı Topuz, Millî Mücadele’de Çamlıca’nın Üç Gülü, Remzi Kitabevi 2002 s. 26
[20] Halide Edip Adıvar, Ateşten Gömlek, Atlas Kitabevi 1968 s.46
[21] Attila İlhan, Allah’ın Süngüleri ‘Reis Paşa’, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2019 s. 141
[22] Bekir Büyükarkın, Gece Yarısı, Ötüken Yayınevi 1987 s. 46
[23] Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz; Zekeriya Türkmen, Mütareke Dönemi’nde Ordunun Durumu ve Yeniden Yapılanması (1918-1920), TTK Yayınları 2001,
[24] Kemal Tahir, Yorgun Savaşçı Remzi Kitabevi 1965 s. 28
[25] Sevinç Çokum, Ağustos Başağı, Ötüken Neşriyat 2007 s. 287
[26] Hasan İzzettin Dinamo, Kutsal İsyan Tekin Yayınevi 1999 1. Cilt s.33
[27] Hasan İzzettin Dinamo, Kutsal İsyan Tekin Yayınevi 1999 1. Cilt s.291
[28] Şüküfe Nihal, Yalnız Dönüyorum (Bütün Eserleri 2), Kitap Yayınevi, 2008. s. 229
[29] Gece Yarısı, Bekir Büyükarkın, Ötüken Yayınevi 1987 s. 60
[30] Halide Nusret Zorlutuna, Aşk ve Zafer- Panama Yayınları-2019- s. 119
[31] Tarık Buğra, Küçük Ağa, Kervan Yayınları 1977 Sayfa 28
[32] Hasan İzzettin Dinamo, Kutsal İsyan, Tekin Yayınevi 1999 5. Cilt s. 301
[33] Falih Rıfkı Atay, Çankaya, Sena Mat., İstanbul, 1980- s.112
[34] Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Yaban, 1979 İletişim s.152
Not Bu Yazı Bizim Külliye Dergisi’nin “Edebiyatımız ve Cumhuriyetimiz konulu 95. sayısında yayımlanmıştır.