Hepimizde bir acele bir telaş… Her şeyden hemen sıkılıyoruz. Yaş ilerledikçe insanların dinginleşip olgunlaşması beklenirken tam tersi oluyor. Yaşlılar gençlerden daha sabırsız ve aceleci. İstekleri hemen olsun, ihtiyaçları anında görülsün istiyorlar. Bebekler ve çocuklar yemek yerken bile sıkılıyorlar, ya kendileri hareket edecek ya da hareket eden bir şeyleri izleyecekler. Sınıftaki öğrenciler sabırsız, çoğu yazı yazmak ve kitap okumak istemiyor. Derse odaklanamıyor, dikkatlerini toplayamıyorlar. Merak ettikleri bir soruyu soruyor fakat cevabını dinlemeden başka soruya geçiyorlar. Velhasıl kelam, nesil hıza tutkun… Çağ, değişime vurgun… Zaman, tüketimle yorgun…
Acelecilik, değişkenlik teknolojinin de etkisiyle daha hızlı yaygınlaşıyor her alana sirayet ediyor. Televizyonda bir kanalın yayın akışından sıkılıyor, birden fazla kanalı aynı anda takip ediyoruz. Video izlerken normal akış yavaş geliyor, hızını iki kat artırıyoruz. Bilgisayar yavaşlayınca sinirleniyoruz. Hızlı internet için çözüm arıyoruz. Telefon çekmezse dünyadan kopmuş gibi çaresiz hissediyoruz. Her şey hızlandıkça daha hızlısını arıyoruz. Hızın sonu da sınırı da yok gibi görünüyor. Ve hız, zamanımızı bereketlendirmek yerine elimizde olanı da selin önüne katıp götürürcesine alıyor elimizden. Sabrı, tahammülü, beklemeyi ve dinlemeyi yitiriyoruz…
Düşünüyorum da bizler çocukken bile sabırlıydık. Çünkü seksenli yılların en teknolojik aletleri bile bize sabretmeyi öğretirdi. Telefonu, televizyonu kullanmak için beklemek gerekiyordu. O vakitler eşyalar bile ağır ve oturaklıydı. Bir duruşları vardı. Özellikle de televizyon evin en saygıdeğer eşyasıydı. Bizim de ahşap kasalı, siyah-beyaz, kocaman tüplü, oturaklı mı oturaklı bir televizyonumuz vardı. Anteninin kanatlı kolları iki yana açıldı mı çatıyı kaplardı. Bütün mahalleyi kucaklayan bir edayla çatıdan bağımsızlığını ilan etmiş gibiydi. Hele rüzgâr çıkıp anteni oynatınca bozulan kanalları ayarlamak tam bir festivaldi. Çatıya babam çıkar anteni sağa sola çevirip “oldu muuu?” diye seslenirdi. Televizyonun karşısında kanalların gelip gelmediğini kontrol eden genelde ben olurdum. Camdan kafamı çıkarıp çatıya “olmadıııı” diye bağırırdım. Kanallar gösterene kadar bu tantana devam ederdi.
Bütün dizileri, reklamları, haberleri siyah-beyaz yerine, açık yeşil, koyu yeşil izlerdik. Çünkü babam, aylarca taksit ödeyerek aldığı televizyonun önüne ekranı çizilmesin diye yeşil renkli bir cam taktırmıştı. Annem de ördüğü en güzel dantel örtüyü üstüne örterdi.
Bahsini ettiğim televizyonlar, bir o yana bir bu yana dönen, bulunduğu mekâna göre monte olabilen, yedi yirmi dört her telden çalan, LCD denilen yarı sentetik, hafif mamul değildiler. Onlar evin ağır abisiydiler. Evin, en güzel başköşesine kurulur, diğer eşyaların yeri televizyona göre konumlanırdı. Misafir gelince sesini daha iyi duyabilmek ve onu daha yakından görebilmek için önünde diz çöküp otururduk. Güzel bir dizi veya film varsa herkes pür dikkat onu izlerdi. Tek saniyesini kaçırmamak için kıpırdamazdık. Çünkü ileri geri oynamaz “ne gösterdiysek o” dercesine istifini bozmazdı. Ertesi gün film hakkındaki yorumlardan geri kalmak istemeyen hâzirun bir ağanın ağzına bakar gibi ekrana bakardı.
Üstelik televizyonlar dokunulmazlık sahibiydiler. Çoluk çocuğun oyuncağı haline gelmemişlerdi. Uzun süre açık kalınca kızıyor ve yanıyormuş, su sıçrayınca patlıyormuş söylentisi de çıkınca, elimizde içecek ile televizyonun yanından bile geçemez olduk. Sulu şakalar onun bulunduğu mekânda asla yapılamazdı.
Öyle canımızın istediği vakit açıp izleyemezdik. Her şeyin bir raconu vardı. Açılışı ayrı merasim, kapanışı ayrı bir törendi. Açılış vakti gelmeden düğmesine basınca “neden vakitsiz rahatsız ediyorsun” der gibi önce büyük bir cayırtı koparır, sonra suratını karartır, karıncalaşırdı. Erkek kardeşim onun bu cızırtı sesini duyunca korkudan ağlıyordu. Onun için televizyon açılınca hiç kıpırdamadan yanımda otururdu. Televizyonun kapanma vakti geldiğinde hiç itiraz edemezdik. Çünkü yine o suratsız tavrını takınıp cayırdamasından korkardık.
Beş-altı yaşlarımda televizyon izlemek için beklediğimizi hatırlıyorum. Çizgi film Uçan Kaz’ı izleyebilmek için neredeyse bir hafta bekler, pazar gününü iple çekerdim. Uçan Kaz çıkacak diye heyecandan uyuyamaz erkenden uyanırdım. Kardeşimle birlikte televizyonun karşısındaki çekyatta kıpırdamadan otururduk. Açılış vakti geldiğinde pür dikkat baktığımız ekranda önce hafif yumurta şeklinde bir saat çıkardı. Dıt, dıt, sesleri eşliğinde saat başına kadar saniye ibresini takip eder, saat başı olduğunda gözlerimizi ekranın ortasına sabitleyip dururduk. Sonra askeri tören başlardı. Törende Anıtkabir’deki bir bölük asker komutayla beraber yürüyerek gelir, göndere Türk bayrağı çeker, ardından bayrağa selam durur, İstiklal Marşı’nı okurdu. Böylelikle TRT yayını başlardı. Saat on olduğunda ana haber bülteni, ardından işitme engelliler için haber bülteni ve nihayet Uçan Kaz başlardı.
Pazar sabahı çizgi film izlemek için beklemenin verdiği heyecanı hâlâ unutmuyorum. Asıl ilginç olan Uçan Kaz’ın içeriğine dair hafızamda bir şey kalmamışken, izlemek için beklediğim zamanların dakikası dakikasına aklımda olması.
Meğer beklemek, emek vermekmiş… Sabır göstermek, saygıyla ilgiliymiş… Zor kazanılan, unutulmazmış… Borçla alınan, hor kullanılmazmış…
“Üzüm üzüme baka baka kararır” derler. Bizler ağır abilikten, yarı sentetikliğe hızla evrilen televizyonlara baka baka değiştik. Hıza ve teknolojiye tutsak olduk. Zamanın bereketini, sabrı, beklemeyi ve tahammülü kaybettik.
O halde Asr Suresini hatırlayalım. An ve an yaşadığımız zamanın farkına varalım. Bize borç olarak verilen ömrü bereketli kılmanın yollarını arayalım. Hüsrana uğrayanlardan olmamak için Hakk’ı ve sabrı birbirimize tavsiye edelim.[1]
“Gökte zamansızlık hangi noktada?
Elindeyse yıldız yıldız hecele!
Hüküm yazılıyken kara tahtada
İnsan yine çare arar ecele!”[2]
Aceleyle, ecelimize koşar adım gitmemek için çareler arayalım. Doğal ve minimalist yaşamaya çalışalım. Yavaş ilan edilen şehirlerde yaşamıyorsak dahi gönül şehrimizde sekîneti sağlayalım.
Sabırla, emekle işlenmiş, sevgi ve hürmetle bezenmiş güzel günlerin bizimle olması dileğiyle…
[1] Asr Sûresi Meali: Asra yemin ederim ki, İnsan gerçekten ziyandadır. Ancak iman edip dünya ve âhiret için yararlı işler yapanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler başkadır. Bkz. https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/Asr-suresi/6177/1-3-ayet-tefsiri.
[2] Necip Fazıl KISAKÜREK