“Gelecek Vizyonumuz” Üzerine Bazı Düşünceler[i]
Prof. Dr. Mustafa Sait YAZICIOĞLU
Ülkemizin 15 Temmuz ve sonrası yaşadığı olağan dışı durumu anlamakta, haklı olarak hem güçlük çekiliyor hem de hayretler içinde kalınıyor. Yaşanan durumu izah edebilmek için değişik boyutları ile yorumlar ve analizler yapılıyor. Eski Bakanlarımızdan Ömer Dinçer isabetli bir yaklaşımla şu tespitte bulunuyor:
“…Hayatını ideolojisine göre tanzim eden, sorunlarını çağdaş bakış açısıyla çözemeyen, günlük ve yüzeysel politikalara dayanan kamu yönetim anlayışının ülkeyi getirdiği yer burası. Geniş kitlelerin ihtiyaç ve taleplerini yok saymak, ona sunulacak hizmeti merkezden dayatmak sorunu ortadan kaldırmıyor. Sadece geçici bir süre bastırıyor veya kayıt dışına itiyor. Esas anlaşılmayan galiba bu. Tek tip adam yaratma çabası iyi eğitim almış, kamu idaresinde tepe noktalara gelmiş veya küresel işadamı olmuş insanları, hurafelere mahkûm etti, ona ideolojisi veya çıkarı dışında ölçü bırakmadı”. (Ömer Dinçer, ‘Suçluları Ararken’, Gazete Haber Türk, 8 Ağustos,2016).
Olayı eğitim ve yönetim boyutunu Ömer Dinçer’in bu ifadeleri çok güzel bir şekilde özetliyor. İyi eğitim almış insanlar, tek tip adam yaratma hedefi ile batıl inançlara ve hurafelere mahkûm oluyor. Merkezi yönetim devasa sorunları çözmede yeterli olamıyor. Türkiye son yıllarda bu alanlarda kısmi iyileştirmeler yapsa da köklü bir eğitim ve yönetim reformu maalesef başarılamadı. Ülkemizde maalesef eleştiri kültürü de yerleşmedi. Eleştiri çoğu zaman hakaretle karışık bir hal alıyor ve bekleneni veremiyor. Normal, makul ve yerinde bir eleştirinin iki yönlü fayda ve getirisi hep göz ardı edilir. Öncelikle eleştiri yerinde ve doğru ise kişi kendini veya sorumluluğunu taşıdığı kurumu, eleştirilen konu hakkında düzeltme fırsatını verir ve kişi kendini veya kurumunu geliştirmiş olur. Şayet eleştiri yersiz, haksız ve yanlış ise karşı taraf bilgilendirilerek yanlış veya yanlış anlama düzeltilmiş olur. Her iki halden de herkes kazançlı çıkmış olur. Eleştiri yerine karalama ve hakaret amacı güdülürse hiçbir olumlu sonuç alma imkânı bulunmaz.
Yaşananların, uçurumun kenarına getirilen ülkenin bazı açılardan tahliline önemli önemli katkılar sağladığı muhakkak. Özellikle eğitim boyutu olayın özünü oluşturuyor.
Ben de çok önemli gördüğüm başka bir açıdan olan bitenleri irdeleyip, bir daha benzeri musibetlerle karşılaşmamak için yapılması gerekenlere ilişkin bazı düşüncelerimi paylaşmak, geleceğe yönelik farklı bir pencere açarak tartışılmasına kapı aralamak istiyorum.
FETÖ/PDY olarak adlandırılan malum yapı ve hareket yıllar boyu, ekonomik güç elde etmenin yanında eğitime büyük önem verdi. Tespit ettiği başarılı ve kabiliyetli çocukları/gençleri, belli bir plan ve hesap çerçevesinde, eğitimin çeşitli alanlarına yönlendirerek ve yakından takip ederek donanımlı bir şekilde yetiştirmekte hayli başarılı da oldu. İyi eğitimli bu insanların yargıda, emniyette, yönetimde, orduda, kısaca devletin pek çok önemli kurumlarında nasıl etkin roller üstlendikleri görüldü. Merkeze konan eğitimin zaman içinde nasıl bir güce dönüştüğü, somut bir şekilde ortaya çıktı.
Bu noktada ayrı bir boyuta, inanç alanına girmeden sağlıklı ve geçerli bir analiz yapma imkânı yoktur. Eğitim sağlıklı, sıhhatli ve doğru bir inançla beslenmemişse, yaşadığımız ve inanmakta/anlamakta zorlandığımız devleti ele geçirme olayının daha anlaşılır hale geleceğine inanıyorum. Malum hareketin eğitim boyutuna verdiği önemin yanında, sözde dini telkinler ve yönlendirmeler yaptığı da biliniyor. Nihai hedef olarak belirlenen devleti ele geçirmede esas itici gücün dini unsurlara dayandığı, terör örgütünün bu unsuru yoğun bir şekilde kullandığı bilinen bir husustur.
İşte bu noktada yüce dinimizin gerçeklerinin iyi bilinmesi büyük önem taşıyor. İslam dini nasıl bir sistem ortaya koyuyor; bu sistemde bireyin rolü ve fonksiyonu nedir konuları üzerinde durmak gerekiyor.
Dünya, Cenabı Hakkın yarattığı evrende küçük bir mekân. İnsanlar da -bu günkü bilgilerimize göre- sadece burada yaşıyor. Allah daha önceleri insanlara doğru yolu ve hidayeti gösteren dinleri elçileri vasıtası ile gönderdi. Ancak insanlar bu inanç sistemlerini kendi heva ve hevesleri doğrultusunda tahrif ettiler; içinden çıkılmaz hale dönüştürdüler.
Sonunda Cenabı Hak en son ve mükemmel dini, İslamiyet’i, son Peygamberi Hz. Muhammed vasıtası ile insanoğluna tebliğ etti. “…Bugün dininizi kemale erdirdim (olgunlaştırdım), size nimetimi tamamladım. Size din olarak İslamiyet’i beğendim.” (5/Maide:3) diyerek insanları bu en son ve mükemmel inanç sistemi ile baş başa bıraktı.
Dinin hedefi dünya ve ahiret mutluluğunu kazanmaktır. Sonsuz olduğuna inandığımız ahiret hayatı dünyadaki yaşantı sonucu elde edilecektir. Bunun için Cenabı Hak, dünya hayatının rehberi sayılabilecek IKur’an’da bu hedeflere varmanın yollarını ve ilkelerini de belirtmiştir. “Şöyle davranırsanız varacağı yer şurası, böyle davranırsanız ulaşacağınız makam da burasıdır” şeklindeki uyarıları sıklıkla yapmış, ondan sonra da istediği yolu seçmede insanı hür bırakmıştır.
Burada bir nebze duraklayıp, en son ve mükemmel inanç sistemine sahip İslam ülkelerinin durumuna bir baktığımızda, hazin, düşündürücü, ürkütücü ve ileriye yönelik umutlarımızı ve özlemlerimizi perişan eden bir manzara ile karşılaştığımızı net bir şekilde görüyoruz. Bu nasıl bir İslam dünyasıdır ki elinde son ve mükemmel bir din/inanç sistemi var ama felaketler içinde kıvranmaktan bir türlü kurtulamıyor? Bunun mantıklı, makul, kabul edilebilir bir izahının olması gerekir. Bu noktada Kur’an’ın özünden saptığımız, ataların ve eskilerin hurafat ile bezenmiş bir kısım anlayışları ile zaman geçirmekte olduğumuz gerçeği karşımıza çıkıyor. Her problemin kaynağını fıkıh literatürümüzde arayan bir anlayış, sonuçta fıkıhla dini özdeşleştirmiş, Allah’ın lütfettiği “akletme” melekesini devre dışı bırakmış ve sonuçta çıkmaza saplanmıştır. Sanki akletme asırlar önce yaşamış fakihlerin görevi idi; onlar gereğini yaptılar ve bu görev bizden sakıt oldu. Onların akletmeleri yeterli görülerek bize yapacak bir şey kalmamış oldu. Böyle bir anlayış İslam dünyasını duvarın dibine getirmiş, yaşanan insanlık dışı dramlara kapı aralamıştır.
Emevi hanedanı meşruiyetlerini temellendirmek için “Takdir-i İlahi”, “Kader” gibi kavramların içini boşaltarak sorumluluğu “Aşkın bir varlık”a öteleyerek mecrasından sapmış bir inanç sistemini İslam ümmetinin zihnine adeta nakşettiler. Siyaset de bu sorunu öteleme işinden pek memnun olmuş, bu anlayış sayesinde rahatlamış, dilediği gibi davranma imkânı bulabilmiştir. Dolayısı ile siyasetin bu anlayışın yerleşmesinde önemli payı olmuştur. İnsanı irade sahibi değil de adeta kurulmuş bir robot gibi gören bu yeni anlayış, sorumluluğu olmayan aciz bir varlığı çok kolay yönlendirip yönetmekte zorluk çekmemiştir.
Kur’anın ortaya koyduğu insan tasavvuru ile günümüz insanı arasında çok büyük farklar bulunmaktadır. Kur’an akletme melekesine sahip, fiilinin faili/ yapıcısı, yerlerin ve göklerin emrine verildiği, her türlü nimetin kendisine sunulduğu bir varlıktan bahsederken, günümüzdeki yansıması aciz, aklı yetersiz, kendine güveni olmayan pusmuş elinden pek bir şey gelmeyen pasif bir hale dönüşmüştür.
Bu noktaya nasıl savrulduk ve buradan çıkış nasıl olabilir? Burada adeta unuttuğumuz, son yıllarda cılız bir şekilde gündeme gelmekte olan Matüridi düşüncesi üzerine eğilmek gerekiyor. Matüridi’nin ortaya koyduğu sisteme göre insan iradi fiil ve eylemlerini kendi hür iradesi ile gerçekleştirmektedir. Bu tür fiillerini yaparken herhangi bir yönlendirme ve etki söz konusu değildir. Elbette Cenab-ı Hak, insanların, koyduğu prensip ve kurallara göre yaşamalarını ve ebedi mutluluğa ulaşmalarını ister. Ancak sonunda hesap soracağı için, insanoğlunun hür iradesi ile eylemlerini/fiillerini yapabilmesine imkân veriyor ve bu tercihi/yetkiyi insanlara bırakıyor. Sistemi başka türlü izah etmek zordur. Mademki insan yapıp ettiklerinden hesaba çekilecektir, o halde yaptıklarını kendi hür iradesi ile gerçekleştirmeli ki sonucuna katlansın ve hesabını verebilsin.
Bu durum Yüce Allah’ın Kur’anda beyan ettiği “Bilsin ki insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur” (53/Necm:39).mealindeki ayetle de tam uyum halindedir. Ayetten çıkarılan anlam, insanın yapıp ettiklerini kendi hür iradesi ile yaptığından hareketle, sonuçtaki hesap vermenin de bunlara bağlı olarak gerçekleşeceğidir.
Sonucu insanın kendi yapıp ettikleri belirleyeceğine göre başka herhangi bir aracının bu anlayışta yeri yoktur. Zaten İslam dininin en önemli özelliklerinden birisi, Müslümanın yaratanına ulaşmak için hiçbir vasıta veya aracıya ihtiyaç hissetmemesidir. Mü’min başka dinlerde olduğu gibi bir aracıya ihtiyaç duymaksızın Yaratanı ile direkt temasa geçme ve talepte bulunma ayrıcalığına sahip kimsedir. Bu büyük onura sahip olan insanın aracılar araması, dinin özüne uygun düşmeyeceği gibi sonuç alma ihtimali de yoktur.
Bazı insanlar bu büyük imkân ve gücü acaba niçin göz ardı ederler ve bir kısım aracılara, şeyhlere, ulu kişi olarak gördüklerine müracaat edip peşlerine takılırlar? Dinimizin aslı ve özünden saparak bazıları hangi saiklerle bundan uzaklaşıp aracılara yönelerek daha karmaşık ve çapraşık bir ilişki biçimi arar ve kurarlar?
Bu durumun her halde psikolojik, sosyolojik, eğitsel, siyasi ve dini bir takım sebepleri vardır. Burada bu saiklerin en önemlisi olarak gördüğüm dini yönü üzerinde biraz durup düşünmek gerekmektedir. Eğitim sistemimiz özgür düşünceli ve kendine güvenen insan yetiştirmekte başarılı olamıyor. Eğitim ve kamu yönetimi gibi alanlar ideolojilerden arındırılarak özgür düşünceli bireyler yetiştirmeyi hedeflemelidir. Yoksa belli şartlanmışlıklarla yetişen nesiller, her alanda olduğu gibi, kamu hizmetinde de olduklarının dışında görünerek ve gerçek düşünce ve kişiliklerini gizleyerek mesafe almaya çalışan, samimiyetten uzak mutsuz, ikiyüzlü, farklı kişilikli insanlar olarak karşımıza çıkarlar. Kaç memur amirini eleştirebilir? “Çok isabet ettiniz; ne güzel buyurdunuz” denilerek, çoğu zaman ikiyüzlü bir tavır sergilenir. İşin daha da vahim boyutu, amir de söylenenlerin samimiyetine pek inanmaz ama memnun görünür.
Bu yapıdaki insan, aldatma/aldanmaya, takıyeye, iki/çok yüzlü olma, sözünde durmama gibi olumsuzluklara açık ve elverişli hale gelir. Üstüne üstlük din anlayışı da doğru yönde oluşmamışsa bu yöndeki sapkın inançlara daha müsait ve her türlü yönlendirmeye uygun bir yapı arz ederler. Kanaatimize göre” yanlış din algısı” konunun özünde yer almaktadır. Dini olduğu söylenen bir kısım söylemler insanları yönlendirmekle kalmıyor, şahsiyetlerini zedelediği gibi takıyeci ve ikiyüzlü insanlar üretiyor.
Mehdi/Mesih gibi inanışlar da bu sapmayı kolaylaştırıcı unsurlardır. Bir Mehdi veya Mesih kıyamete yakın bir zamanda gelecek, dünyayı huzur ve esenliğe kavuşturacaktır. Bu inanç hep var olagelmiştir. Nedeni, beceriksizlik, yönetimsizlik, üzerine düşeni yapamamanın vebalini ilahi bir beklentiye ötelemek kolaycılığı ve kurnazlığı ile işin içinden sıyrılmaktır. Cenabı Hak Peygamberi vasıtası ile Kur’an gibi bir rehberi insanlığa armağan ediyor ve hayatını buna göre tanzim ederek dünya ve ahiret mutluluğuna kavuşmasını istiyor. Bu ilahi rehberin yanında “akletme” gibi muazzam bir güç vermekle insanı sorumlulukları ile baş başa bırakıyor. Bu noktada tembellik eden insan, sonunda hesaba çekileceğini de adeta unutarak üzerine düşenleri yapmak yerine “kısa yoldan ve kestirmeden sonuca nasıl ulaşabilirim” gibi hiçbir temeli olmayan bir dürtü ile kurtarıcılar aramaya yöneliyor.
Allah’ın koyduğu kurallar üzerine akletme melekesini devreye sokarak üzerine düşenleri yapmak yerine, tembellik ve beceriksizliğini örtbas edercesine, başkalarından medet ummaya yönelen insan büyük vebal altındadır. Hiçbir gayret göstermeyen, birilerinin gelip her şeyi düzeltmesini beklemeye başlar. Bir mehdi veya kurtarıcı gelecek, bizi doğru yola ulaştırmakla her şeyi halledecektir. Böyle bir inanç dinimizin özünde yoktur; insanları tembelliğe mahkûm eden, atalete götüren, başkalarının peşine takan, iradelerini yok sayan bir anlayıştır. Bundan kurtulmadıkça sahte kurtarıcıların oyuncağı olan insan, iradesini başkalarına teslim etmekle manevi bir vebal altında kalmanın ötesinde, içinde bulunduğu çıkmazdan kurtulma şansı da bulamaz.
Matüridi inanç sistemi bize göre ufkumuzu açan, insanları bocalamaktan kurtarıp Kur’anın öngördüğü dünya ve ahiret mutluluğuna ulaştırabilecek güçlü bir öğretidir.
Matüridi’ye göre insan, fiilinin (yapıp ettiklerinin) yapıcısı ve sahibidir. Yani insan iradi olarak yaptıklarını kendi hür iradesi ile yapmaktadır ve iradesi üzerinde bir baskı söz konusu değildir. Allah elbette kulunun rızasına uygun davranışlarda bulunmasını ister; ancak insanı sorumlu tutacağı/hesap soracağı için istediği eylemleri gerçekleştirmesine mani olmaz; imkân verir. İnsan için sadece yapıp ettiklerinin karşılığı vardır; o halde iradi olan eylemlerini hür iradesi ve seçimi ile yapabilme güç ve kabiliyetinde olmalıdır. Dünyanın imtihan yeri olması ve ebedi olan ahiret hayatının dünyada kazanılacak olması esasına dayalı bir inanç sisteminin karşılığı, ancak insanı bu şekilde konumlandırarak anlaşılabilir. Yani Allah insanı yaratmış, eline bir rehber / Kur’an vermiş, orada nasıl davranır, neler yaparsa nasıl bir sonuçla karşılaşacağını açıkça beyan etmiştir. Bu durumda insan hür iradesi ile bir yol tutacak ve eylemlerinden hesaba çekilecektir. Başka türlü hesaba çekilmenin izahı yapılamaz.
Sonucu belirleyecek kendi eylemlerini gerçekleştirmede insana, büyük bir güç olarak akıl/akletme melekesi verilmiştir. Akıl her insanda belli ölçülerde var olan büyük bir nimettir. Kur’an salt akla değil “akletmeye” sürekli vurgu yapar. “Bakmaz mısınız”?, “görmez misiniz”?, “düşünmez misiniz”?, “ibret almaz mısınız”? İfadeleri sıklıkla vurgulanır. Bu büyük nimetin hakkını vermek insanoğlunun en büyük imtihanıdır. İnsan aklını kullanarak dünyayı mutlu ve yaşanabilir kılacak, orada da ebedi/sonsuz ahiret hayatını kazanmış olacaktır,
Matüridi inanç sistemi bize bu yolu göstermektedir. İnsanın yaratılmışların en şereflisi olduğu, her türlü nimetin kendisine verildiği, yerlerin ve göklerin emrinde olduğu düşünülürse ne kadar önemli ve kıymetli bir varlık olduğu anlaşılır. Bir de akletme gibi bir güce sahip olmakla ona verilen değer daha güçlü bir şekilde ortaya çıkar.
Bu nitelik ve vasıflara sahip insan, davranışlarını belirleme hakkına sahip olunca sonucunda hem büyük bir imkân sahibi olmakta, hem de o derecede sorumluluk altına girmektedir. Karar verici olmakla da hesap verme durumunda olacaktır. Kur’anın akletmeye güçlü vurgusu da düşünüldüğünde konu daha bir açıklığa kavuşmaktadır.
Bu anlayışta birilerinin peşine takılmak, aklını ve düşüncesini başka birisine emanet etmek yoktur. İşinim/fiilinin sahibi insan, onu özgür iradesi ile gerçekleştirmiştir ve hesabını vereceğini de bilmektedir. Bu inançtaki bir insan aklını başkalarının emrine tahsis ederek, hiçbir dahli olmadığı halde onların muhtemel sorumluluk ve veballerini niçin üstlensin?
Bu inanca sahip insan kişilikli, özgüven içinde vakur bir duruşa sahiptir. İşinin sahibi olmakla, onun hesabını verebileceği gibi kendi dışındaki olumsuzlukların hesabını da sorma hakkını kendisinde bulur. Şahsiyet ve kişilik sahibi insan bu şekilde oluşur. Bu anlayışa ulaşmada dinin bu şekilde anlaşılmasının yanında, eğitimin de büyük payı bulunmaktadır. İdeoloji ile inancı birbirine karıştırmamak gerekir. İdeolojik bir eğitim modeli hür bireyler yetiştiremez; robot türü insanların ortaya çıkmasına vesile olur. Demek ki doğru bir din anlayışı düzgün bir eğitimle desteklenirse kişilikli, yapıp ettiklerinin farkında olan, onların hesabını verebilecek bireyler ortaya çıkar. Bu yapıdaki insanlardan oluşan toplum da aktif, katılımcı, hesap veren ve hesap soran, haksızlıklar karşısında susmayan, olumsuzlukları düzeltmek için hak ve hukuk çerçevesinde mücadele eden bir toplum olur. Böyle bir toplumda haksızlık ve hukuksuzluklar da asgari düzeyde kalır.
İşte Matüridi düşünce sistemi bizi böyle bir anlayışa ve toplum yapısına götürecektir. İslam dünyası, üzerine çöken bu ataletten böyle bir anlayışla çıkabilir ve özüne dönüş yapabilir. Bu düşünce sistemi kitlelere verilmemiş, adeta saklanmıştır. Bunda siyasetin etkisi küçümsenmeyecek kadar etkili olmuştur. Takdir-i İlahi ve kader denerek bütün olumsuzluklar aşkın bir varlığa ötelenerek geçici de olsa sorunların savuşturulması, ilerde daha büyük çıkmazlara ve çözümsüzlüklere yol açmıştır. Üst üste yığılan sorunlar yumağı, İslam dünyasının elinde ateş topu gibi durmakta, bir çıkış yolu bulunamamaktadır.
Matüridi öğretisinin en çok revaç bulacağı Türk dünyasının bu anlayışa bigâne kalması, üzerinde çokça durulması gereken bir konudur. Matüridi’nin önemli ve elimizde mevcut kitapları Osmanlı medreselerinin kapısından içeri dahi sokulmamıştır. Bunun coğrafi uzaklık ve siyasi bir takım nedenlerle izahı eksik olduğu gibi yetersizdir. Ancak siyasetin rolünün daha belirleyici olduğunu tahmin etmek zor değildir. Bu konular üzerine yoğunlaşmak bize yeni ufuklar açacak, yönümüzü belirlemede önemli ipuçları verecektir. Burada ifade edilmek istenen husus, engin birikim ve mirasımızın, önemli ve eksik olduğuna inandığım bu yönü üzerine eğilmenin önemine vurgu yapmaktır. Bu anlayış elbette diğer birikimlerimizi yok saymak anlamına gelmez. İfade edilmek istenen husus, ihmal edilen çok önemli bir anlayışın gündeme getirilmesi, yaşanan olumsuzluklara çözüm ararken bu zenginlikten de yararlanılmasıdır. Kanaatime göre sapılan yanlış istikametten çıkabilmenin ve dinin özünü kavrayabilmenin anahtarı büyük ölçüde bu düşünce sisteminin hayata geçirilmesinde aranmalıdır.
Şartlanmışlık ve adanmışlık psikolojisi her yerde benzer sonuçlar doğurur. Batı dünyasında benzer olaylara sıklıkla rastlanmaktadır. Yakın zamanlarda ABD’de Halkın Tapınağı Tarikatı adlı bir topluluğun bine yakın müntesibinin kendi kendilerini veya birbirlerini katlettikleri hafızalardadır. Başka ülkelerde benzer olaylar zaman zaman gündeme gelmektedir. Bütün varlığı ile yanlış bir yere odaklanmış insan, her türlü akıl dışılığı yapabilir. Ülkemizde 15 Temmuzda yaşanan olaylar düşünüldüğünde, inanılması ve izah edilmesi zor bir durumla karşı karşıya kalıyoruz. Birilerine bu derece bağımlı bir insan tipi nasıl ortaya çıkmıştır? Akıl, mantık, bağımsız düşünce yeteneği ortadan nasıl kaldırılmakta ve insanlar robotlaşmaktadır? Akletme, kişilik, sorgulama gibi insani hasletler nasıl bu kadar etkisiz hale gelebilmiştir? Başkaları ile ilgili yapılan gıybet, dedikodu, mahreme saldırı, merak, aslı astarı olmayan düzmece belgeler düzenlemek ne ile izah edilebilir?
İnancımızın çok kötü gördüğü ve lanetlediği bunca olumsuzluğun nasıl hazmedildiğini anlamak mümkün değil. Demek ki Kur’anın ortaya koyduğu ilkeler ışığında sağlıklı inanç yoksa, bünye her türlü akıl almaz davranışlara müsait hale gelebiliyor. Yanlış ve sapık dini telkinler zaman içinde bu tür bünyeleri etkisi altına alabiliyor. Sahih din anlayışı bir zırh gibi bünyeyi dışardan gelebilecek her türlü saldırılara karşı koruma sağlar. Zırh olmayınca alınan darbeler, insanı insanlıktan çıkaran ne gibi sonuçlara varılabildiği hazin bir şekilde karşımızda durmaktadır.
İnsanoğlu siyasi güç, maddiyat, makam-mevki gibi bir takım hırslarla donatılmıştır. Sevgili Peygamberimizin vefatından kısa bir süre sonra, ümmetin başına geçecek kişinin belirlenmesi esnasında bazı tartışmalar yaşanmış, daha sonraki dönemlerde bu uğurda kan akıtılmıştır. Peygamberin sohbetinde bulunan insanların bu eylemlerde bulunması bir fıtrat meselesidir. Kur’an bu yüzden kurallar koymuş, erdemli insan profilini çizmiştir. Bunlar zaman içinde göz ardı edildiğinde bünye zayıflamış, yanlış ve sapkın telkinlere karşı savunmasız hale gelmiştir.
O halde bünyeyi güçlendirmek veya başka bir yönü ile güçlü bünyeli insan yetiştirmek gerekiyor. Bu da elbette her alanda kaliteli ve doğru bir eğitimle mümkün olabilecektir. Bu eğitimin önemli yönlerinden birisi de doğru din eğitimidir. Yanlış şartlanmalara açık insanlarla nasıl duvara tosladığımızı hep birlikte gördük. Bir daha benzer durumlarla karşılaşmamak için, doğru/sahih din anlayışının insanlara verilmesi ve sapkın inançlara karşı güçlü olmalarının sağlanması hayati önem arz eden bir konudur.
İki türlü illetten kurtulmadıkça toplumsal huzuru, gelişmeyi ve kalkınmayı yakalamak zor görünüyor.
Öncelikle dini anlamda birilerinin peşine takılıp kurtuluşa ereceğine inanmanın hiçbir dini temelinin olmadığı, tam aksi daha büyük vebal ve yanlışlara yol açacağı bilinmelidir. Aksi ham hayal ve boş bir beklenti olduğu gibi vebali de ağırdır. Allah dinini anlaşılsın diye göndermiştir. Dünya ve ahiret mutluluğunu sağlayacak olan mesaj anlaşılmaz ve kavranmaz olamaz. Elbette bu konularda derinleşenlerin düşünceleri takip edilebilir, tavsiyeleri dikkate alınır, onlardan yararlanılabilir. Ancak sonuçta sorumluluk insanın kendisine ait olacaktır. Bu anlayışta birilerine bütün benliği ile tam bir teslimiyet, kesinlikle sağlıklı bir davranış olamaz.
İkinci olarak kişi üzerine düşeni yapmadan, yaptığı iş ne olursa olsun hakkını vermeden, bir liderin ortaya çıkarak her şeyi yola koyacağı/düzelteceği beklentisine girilmemelidir. Bu, kendine güvensizliğin, sorumluluktan kaçmanın ve kolaycılığın göstergesidir. Bilinmelidir ki kişi, işi ne olursa olsun onu önemseyip hakkını vererek en iyi şekilde yapmak zorundadır. İşinin hakkını vererek en güzel şekilde yapan insan onun maddi karşılığının yanında manevi ecrini de kazanacaktır. Manevi getiri sadece ibadetlerden elde edilmez. İbadet insanın Rabbine karşı şükran borcunu ödemesidir. Topluma karşı yapılan işlerin hakkını vermek, insanlara faydalı olmak, onların hak ve hukuklarını gözetmek dinimizin ısrarla vurguladığı temel esaslardandır. İnsanlar bu anlayışla hareket ederlerse dürüst bir lider iyi, adil ve hakkaniyetli bir yönetimle başarılı sonuçlar alınabilir. Yoksa üzerine düşeni yapmadan bir kişiden mucizeler beklemek, insani ve İslami bir yaklaşım değildir. Kendimizi kandırıp hayallere kapılmanın anlamı yoktur. Herkesin yaptığının karşılığını alacağı ilahi hitabı unutulmamalı, hayatta rehberimiz olmalıdır.
————————————
[i] Atıf: Mustafa Sait YAZICIOĞLU, Günümüz İslam Dünyası’nda Meseleler ve Çözüm Yolları Uluslararası Sempozyumu Bildiriler Kitabı, 10-12 Ekim 2016, ISBN 978-605-9443-08-1, Sf. 38-47